Academia.eduAcademia.edu
Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi 1 2012 Kongre Kitabı 31 Mayıs 2012 Umuttepe / KOCAELİ Yazıların hakları yazarlara aittir. Bildiri metinlerindeki hata, anlam bozukluğu ve yanlışlardan metnin yazar(lar)ı sorumludur. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Öğrenci Kongresi 1 2012 ISSN 1302 - 6658 Oylum TUNÇELLİ Günümüz Fotoğraf Sanatı; Andreas Gursky Örneği (1-5) Hakkı Cenk ERKİN Yapısalcı Yaklaşım Kalkınmaya Geri Dönüyor Mu? (7-16) Mehmet Çağrı GÖZEN Kalkınma ve Yoksulluk Yusuf BAYRAKTUTAN Mehmet ÖZBİLGİN Krizin Doğu Marmara (TR42) Bölgesinde Lojistik Sektörüne Etkisi (37-50) Ayşe BALCI Sessizden Sesliye: Sinema Dilinin Evrimi (51-58) Bahar ATMACA Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması (59-76) Birgül ALICI Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları (77-96) Egemen TOKATLIOĞLU 11 Eylül Sonrası Sinema Emel Ateşçi Yenigerçekçi Bir yönetmen Vittorio De Sica: Beyaz Telefon Filmlerinden Bisiklet Hırsızları'na (105-114) (17-36) (97-104) Ayşe KABATAŞ Nurullah GENÇ Hülya Gündüz ÇEKMECELİOĞLU Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma (115-130) Ekin ÖZTOPRAK Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları (131-146) Neslihan ŞEVİK Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri (147-170) B.Neşet YILDIRIM Ayşe GÜNSEL Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama (171-186) İbrahim Ethem ORTAKÖY Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası Harun ACAR Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış (203-232) İlkut Taha TASLI Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak ( (233-250) Yasin Turna Lock’un Sözleşme Kuramı Perspektifinde Milli Mücadele ( (251-258) Büşra Nuray GENÇER Neyzen Tevfik'in Şiirlerinde Melametilik Düşüncesinin İzdüşümsel Paradigmaları (259-271) (187-202) Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 1 - 5 Oylum Tunçelli • Günümüz Fotoğraf Sanatı; Andreas Gursky Örneği GİRİŞ 19. yüzyılın sonundan itibaren avant-garde akımlar ile başlayarak baş döndürücü bir hızla değişen sanat pratiklerini tanımlamak, sanat kurumlarının yaşadığı en büyük zorluklardan biri haline gelmiştir. 1960’lar civarında felsefenin üsluptan ayrıldığı, Manifestolar çağının sona erdiği dönemde “Sanat nedir” sorusunun belirmesi ile Arthur C. Danto’nun sanatın sonundan sonrası olarak tabir ettiği, sanatın felsefi tanımının üslup bakımından herhangi bir zorunluluk gerektirmediği, dolayısıyla her şeyin sanat yapıtı olabileceğinin düşünüldüğü bir dönem başlamıştır. Günümüz sanatı, bir şeyin görsel sanat yapıtı olması için elle tutulur bir görsel nesne olmasına bile gerek duyulmadığını göstermiştir. “Görünüş açısından, her şey sanat yapıtı sayılabilirdi ve günümüzde sanatın ne olduğu keşfedilecekse, duyusal deneyimden çok düşünceye dönülmesi gerekmekteydi.”(Danto, 2010: 37) Sözü edilen bu durum fotoğraf disiplini için de geçerliliğini sürdürmektedir. İcat edildiği andan itibaren, sanat dünyasının o güne kadar ki algılamasını ve üretimini değiştiren fotoğraf, y.y ‘larca süregelen sanat üretimleri içerisinde, diğer sanat dallarından farklı olarak gerçeklik kavramı ile kurduğu bağ nedeniyle ilgi çekici bir alan oluşturmuştur. Fotoğrafın tarihsel devinimine bakıldığında var oluş yöntemini, dönemin güncel akımlarının oluşturduğu görülmektedir. Günümüzün sanatsal üretimleri için kullanılan “Çağdaş Sanat” tanımı çerçevesinde üretim veren Andreas Gursky, son yıllarda ki en önemli fotoğraf sanatçılarından biridir. Bu çalışma ile, Andreas Gursky’nin çalışmaları üzerinden günümüz fotoğraf sanatı uygulamalarının, niteliğinin belirlenmesi hedeflenmiştir. 1.Bir Sanat Disiplini Olarak Fotoğrafın Tarihsel Serüveni 1826 yılında Nicéphore Niépce tarafından üretilen ilk fotoğraftan bu güne fotografik üretim ve anlayış, teknolojik gelişmeler ve sanatsal yaklaşımların etkisiyle büyük değişimler göstermiştir. Geleneksel sanatların aksine fotoğraf, icat edildiği andan itibaren teknoloji aracılığı ile görüntü üretmesi nedeniyle, algıda yeni vizyonlar yaratarak görsel dünyayı etkilemiş ve ondan etkilenmiştir. Fotoğraf icat edildiği ilk yıllarda resim, heykel ve diğer sanat dalları ile aynı temellere oturan bir biçim dili oluşturarak, dönemin etkilendiği akımlar çerçevesinde çalışmalar üretmeye başlamıştır. Bir sanat disiplini olarak nitelendirilebilmek için resme benzer görüntüler üreten fotoğraf, akımlarda oluşan değişimlerle ilişkili hem görsel, hemde kavramsal dönüşümler yaşayarak farklı biçimlerde (kompozisyon ve teknik uygulamalar ile çeşitlendirilerek) üretimler vermeye başlamıştır. • Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Plastik Sanatlar, Sanatta Yeterlilik oylum.tuncelli@hot mail.com 2• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Toplumsal koşullardaki değişim ve dönüşümler çerçevesinde şekillenen sanat akımları,19’yy sonlarından itibaren başlayarak, geleneksel sanat üretimlerinden sıyrılmaya başlamıştır. Ard arda geçirilen 2 Dünya savaşı, ekonomik kriz, makineleşme ile birlikte, hayatımıza girmeye başlayan teknoloji gibi unsurlar, sanatsal üretimleri biçim ve anlam bakımından kökten bir değişikliğe uğratmış ve fotografik imge sanat üretimleri içerisinde gittikçe önem kazanmıştır. Avantgarde akımların ilki olarak sayılabilecek Romantizmin ardından fotoğraf, kendi özgün dilini oluşturup bir sanat dalı olarak kabul edilme çabası ile resimsel yaklaşımdan tamamen ayrılarak, atmosferik sunuşlar yerine var olan gerçekliği sunmayı ön plana çıkarmıştır. Bu dönemde fotoğraf, resim ve heykel gibi dışavurum, gerçeküstücülük ve soyutlama gibi kavramlardan etkilenmiş ama var olanı görüntülemeye dayandığı için daha çok realizme yönelerek bu anlamda diğer sanatlardan farklı bir evrim geçirmiştir. Modernist dönemde fotoğraf dört farklı yaklaşımla ifade edilmiştir. İlki, fotoğrafa müdahaleyi yok sayan, “Doğrudan Fotoğraf” (Straight Photography), ikincisi fotoğrafı bir tasarım nesnesi olarak algılayan grafik ağırlıklı çalışmalar, üçüncüsü gerçeküstücü fotoğraf, dördüncüsü metaforik yaklaşımın kullanıldığı subjektif fotoğraftır. Modernizm sürecinde fotoğraf, resimle yan yana gelebilecek bir anlatım dili olarak görülmeye başlamıştır. Doğrudan fotoğrafın, kendine özgü görsel kurallarının olması ve anlatım dilini oluşturması, bağımsız bir sanat dalı olarak görülmesini mümkün kılmıştır. II. Dünya Savaşından sonra dünyanın politik, ekonomik ve sosyal yapısının değiştiği bir dönemde, orta sınıfın yabancılaşması ve yaşadığı hayal kırıklıkları sonucu modernizm kavramı sorgulanmaya başlanmıştır. Modernizmin teknik mükemmellik anlayışı yıkılmış ve estetik sınırlar altüst olmuştur. 1960’lar sonrasında toplumun içine düştüğü tüketim, iletişim ve medya çılgınlığı sanat’ta da karşılığını bulmuştur. Sanatçılar, Pop Art, happeningler, performanslar, yerleştirmeler ve kavramsal sanat gibi yeni ifade biçimleri üreterek fotoğrafı bazen sanat nesnesinin bir parçası, bazen de etkinliğin belgelenmesinde bir kayıt aracı olarak kullanılmışlardır. Yine de, bu farklı yaklaşımların fotoğrafı getirdiği yer, bugünkü vazgeçilmez konumundan çok uzaktır. Fotoğraf, en önemli dönüşümünü 1960 sonrasında yaşamıştır. İkinci dünya savaşından sonra ortaya çıkan tüketim kültürünün ve endüstrileşmenin sonucu olarak sanat, günlük hayatın bir parçasıymış gibi ve bir tüketim malzemesi olarak algılanmaya başlanmıştır. Sanatın ticari bir meta konumuna getirilmesi sonucu ortaya çıkan çağdaş sanat, ilgi odağın kitle iletişim araçlarına dolayısıyla fotografik görüntüye çekerek, fotoğrafı bu dönemde üretilen çalışmaların temel taşlarından biri haline getirmiştir 2. Çağdaş Sanat Ortamında Fotoğraf Günümüz sanatında, geleneksel değerlere bağlı kalarak oluşturulan üretimlerin yanısıra, kavramsal uygulamalar, enstallasyon ve multimedya gibi fotoğraf temeline dayandırılabilen çalışmalar ağırlığını daha fazla hissettirmektedir. Fotoğraf sadece fotoğrafçıların değil, sanatın farklı disiplinlerinde çalışan sanatçıların da, sıklıkla başvurduğu bir araç haline gelmiştir. Yaratıcı bir üretim aracı olarak kabul gören fotoğraf, karışık teknik kullanma ve yeni düşünceler geliştirme olanakları yaratarak, çağdaş sanat uygulamalarında en sık kullanılan malzemelerden biri olmuştur. Fotoğrafın teknolojik gelişimi, aynı zamanda fotoğraf sanatçılarının sanatsal dışavurumlarında da yeni olanaklar sağlamıştır. Sınır tanımaz çağdaş sanat normlarına uygun olarak, fotoğraf yeniden değerlendirildiğinde, yaratı sınırlarını biraz daha zorlama yolunu seçtiği görülmektedir. Fotoğraf, çağdaş sanat içinde var olan karmaşa ortamında “ne yaparsan yap, sanat olur” yanılgısı içine düşmeden var olmayı seçmek zorundadır. Günümüz Fotoğraf Sanatı; Andreas Gursky Örneği • 3 Geçmişte benzerlik derecesinin yüksek oluşu, nesnesine bağımlı olması, teknik kayıt özelliğinin yaratıcısının müdahalesine sınırlı izin vermesi gibi nedenler ileri sürülerek kurgusal bir temsil değil, kopya olarak değerlendirilen fotoğraf, düşüncenin dış gerçekliğin bir görüntüsüyle de ifade edilebileceğini kanıtlamıştır. Bütün ifade yöntemlerinin iç içe geçtiği günümüzde, metinler arası göndermeler sanat eserlerini melez bir yapıya büründürmekte, fotoğraf da kendi gelenekleri ve sanatsal anlatı yöntemlerini bünyesine katarak şekillenmektedir. Görsel dünyanın nesneleri ve özneleri olarak varlığını sürdüren fotoğraflar, 1980‟lerden günümüze betimleyicilik, nesnellik, netlik ve tekillik gibi sadece modernistlere hitap eden özellikleriyle değil, anıtlaştırma, basmakalıplık, fazlalık, aşırılık ve gizem gibi postmodernist özellikleriyle üretimler vermektedir. 3. Andreas Gursky Başarılı bir ticari fotoğrafçının tek oğlu olarak 1955 yılında Almanya’da doğan Andreas Gursky’nin, fotoğraf’ı üç ayrı yerden öğrendiği söylenilebilir. İlki babasındandır; fotoğrafın hilelerini daha bu işin okuluna gitmeden çok önce öğrenmiştir. İkincisi; 1970’lerin sonlarında Folkwang okulunda (Folkwangschule) Batı Almanya’nın önde gelen profesyonel fotoğrafçılarından biri olan Otto Steiner’dan fotojuarnalizm ile ilgili iki yıla yakın eğitim almıştır. O dönemde geleneksel belgeciliğin gelişmiş bir sanat anlayışıyla güzelleştirilebileceği düşüncesi ile karşılaşmış ve bu durum bakış açısının yapay kandırmacalara dayalı ticaret hayatından, ciddi bir biçimde uzaklaşmasını sağlamıştır. Üçüncüsü ve son olarak ise; 1980’lerin başında Joseph Beuys ve Gerhard Richter gibi sanatçılarla birlikte, savaş sonrası avangarde’ın yuvası haline gelmiş olan Düseldorf Devlet Sanat Akademisinde öğrenci olarak fotoğraf eğitim almasıdır. Gursky, Akademide bulunduğu dönemde kavramsal ve minimal sanat’ın ustalarından olan Bernd ve Hilla Becher’in yöntemleri çerçevesinde, sanat dünyası ile kopmaz bir bağ oluşturmaya başlamıştır. 1980’lerin sonlarına doğru, Becher’lerin diğer öğrencileri ile birlikte, ustalarının bakışının estetik bir uzantısında yaptığı çalışmalarla tanınmaya başlamıştır. Fakat, Gursky’nin olgunluk dönemi çalışmalarında, o güne kadar almış olduğu eğitimde belirleyici olan bu üç şeyden daha fazlası vardır. Onun fotoğrafları büyük, gösterişli, zengin renk ve detayları ile son 10 yılın en koplex ve özgün çalışmalarıdır. Dünyanın en pahalı fotoğrafının sahibi olan Andreas Gursky’nin çalışmaları günümüz sanatının çağdaş fotoğraf’ta temsilinin en önemli örneklerini oluşturmaktadır. Üretimlerini belirleyen en büyük etken çağdaşı olduğu yaşamdır. Günümüz dijital teknolojisi sayesinde birçok “karar anı’nı” bir arada kullanarak, 1990’ların başlarından beri dijital manipülasyonun sunduğu teknik olanaklardan faydalanan Gursky, birbirinden farklı sahneleri ve farklı zaman dilimlerini bir araya getirerek, onları sanatsal bir biçimde yeniden düzenlemektedir. Böylelikle gerçekliği, kendi idealize ettiği biçimiyle temsil edebilmektedir. Gursky’e göre insanoğlu, kendinden çok daha büyük bir dünyaya ait olan ve onun içerisinde yaşayan küçücük varlıklardır. Onun fotoğraflarında her şey genelleşmiştir. Yakından bakıldıklarında her bir ayrıntı rahatlıkla görülebilirken, uzaktan bakıldıklarında grafiksel bir dokunun soyut görünümüne bürünürler. Gursky “ "gündelik fenomenleri idealize edilmiş bir yaklaşımla ele aldığını" ve "gerçekliğin özünü üretmekle" ilgilendiğini belirtir” 1. Sanat kariyerinin başından itibaren, "çalışma", "boş zaman", "temsil" ve "sunum" gibi çağdaş yaşamın koşullarıyla ilgilenmiştir. Bu yaşam içinde yer alan nesneleri "mal üretimi ve dağıtımı", "modern üretim tesisleri", "uluslararası borsalar", "konser ve spor karşılaşmaları benzeri büyük eğlence 1 İstanbul modern http://www.istanbulmodern.org/tr/f_index.html 4• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ organizasyonları", "kitle turizmi", "lüks tüketim mallarının ve süpermarket ürünlerinin tanıtımı" biçiminde sınıflandırarak çağdaş yöntemler yardımıyla görselleştirmiştir. 1980’lerin ortalarından itibaren eski temalar, yerlerini, devasa sanayi tesislerine, apartmanlara, otellere, iş kulelerine, limanlara, havaalanlarına, borsa binalarının iç mekânlarına ve depoları betimleyen fotoğraflara bırakmıştır. Çekim sırasında inanılmaz boyutlarda baskılar yapılabilmesini sağlayan büyük format fotoğraf makinelerini kullanması dışında, sanki bir panoramik çekim yapar gibi, tek bir bakış açısından çok sayıda poz çekerek görüntülerini üretir. Bu durum izleyicinin nesneleri, normalde yoksun kaldığı idealleştirilmiş bir perspektiften görmesine olanak sağlar. Sanatçı bu yolla, gerçekte var olmayan bir sonuca ulaşır. Madonna konseri, Tokyo Menkul Kıymetler Borsası, Bahreyn’deki "Formula 1" yarışı, Michael Schumacher’in pit stop’ı ya da Vietnam’daki bir koltuk fabrikası – bunların hepsi de yukarıdan çekilerek oluşturulmuş kompozisyonlardır. Fotoğrafı çekilen nesneyle, objektif arasındaki mesafe sayesinde, fotoğrafı çekilen nesnenin kapsamlı bir görüntüsü sunulur. Gursky, bu etkiyi verebilmek için vinçler, yükseltme rampaları veya helikopterler gibi alışılmadık perspektifler sunan noktalardan çeker fotoğraflarını. 1988’den itibaren fotoğraflarının boyutlarını büyüten Gursky, 1990’larda piyasadaki en büyük boy fotoğraf kâğıdını kullanmaya başlamış fakat en büyük boy kâğıt’ta da istediği etkiyi alamamıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde, birden fazla fotoğraf kâğıdını birleştirerek son derece büyük boyutlarda fotoğraflar üretmeye başlayabilmiştir. Sadece fotoğrafların baskı kâğıdı olarak fiziksel varlıkları bile, seyircinin algılama şeklini tamamen değiştirebilmektedir. Devasa görüntülerin içinde kaybolan seyirci, alelade gündelik bir olayın içine girerek her gün gördüğü bir imgeye, çok başka bir açıdan bakabilir hale gelmiştir. SONUÇ Günümüz sanatını oluşturan koşulları irdelendiğinde, bu koşulları oluşturan değişkenlerden bir tanesinin fotoğraf olduğu söylenebilir. Sadece günümüz sanatını değil, tüm yaşam biçimini, algılama ve anlamlandırma düzeyini değiştirmiştir fotoğraf. İcad edildiği ilk andan itibaren fotoğraf, nasıl dünyayı algılamamızı değiştiren sonuçlar yaratmışsa, ilerleyen günlerde de doğası gereği var olan dönüştürme özelliği nedeni ile sonsuz sayıda şekillenecek ve başka disiplinleri etkilemeye devam edecektir. Bu çalışmada hedeflenen şey ise, günümüzde çağdaş sanat içerisinde üretilen fotoğraf çalışmalarını değerlendirebilmek ve anlamlandırabilmektir. Kamerasıyla, küreselleşmiş dünyamızın çeşitli bölgelerini keşfederek, ekonomik ve kültürel bütünleşmenin yaşandığı günümüzde, bireye verilen rolü sorguladığı çalışmaları ile olağan dışı bir fotoğrafçı olarak tanımlanabilir Andreas Gursky. Günümüz fotoğraf sanatı; Andreas Gursky başlıklı bu çalışmada, o’nun çalışmalarının incelenmesinin sebebi, ürettiği fotoğrafların sanat ile alakası olsun olmasın tüm izleyenler tarafından çok etkileyici bulunması ve sanat eserinin değerini belirleyen unsurlardan biri olan çalışmanın fiyatı etkenine bağlı olarak, bir rekoru elinde tutuyor olmasıdır. 'Rhein II' adlı fotoğrafı, 4.3 milyon dolara alıcı bularak bir rekora imza atmıştır. Gündelik fenomenleri idealize edilmiş bir yaklaşımla ele aldığını ve gerçekliğin özünü üretmekle ilgilendiğini belirten Gursky, günümüzde üretilen sanat çalışmaları başlığı içerisinde verdiği üretimlerle, çağdaş fotoğraf sanatı örneklerinin en önemlisi ve özelini oluşturmaktadır. Günümüz Fotoğraf Sanatı; Andreas Gursky Örneği • 5 KAYNAKÇA Bürger, Peter (2003). Avangard Kuramı. İletişim Yayınları. Danto, Arthur C. (2010). Sanatın Sonundan Sonra, Ayrıntı Yayınları. Sanat Dünyamız, YKY, 84.Sayı , Yaz 2002 Topçuoğlu, Nazif (2000). Fotoğraf Ölmedi Ama Tuhaf Kokuyor, YKY. Topçuoğlu, Nazif (2005). Fotoğraflar Gösterir Ama…, YKY. Sontag, Susan (1999). Fotoğraf Üzerine, Altıkırkbeş Yayınları. Yayıntaş, Arzu (2005). Türkiye’de Çağdaş Sanat İçinde Fotoğrafın Bugünkü Konumu. Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Fotoğraf Anasanat Dalı. İstanbul modern http://www.istanbulmodern.org/tr/f_ interactives/exhibitions/2001/gursky/. index.htmlhttp://www.moma.org / Atussa, Hatumi (2004). Andreas Gursky’s Photography: Envisioning the 21th Century’s Capitalist World, Degree of Doktor of Philosophy. Yayınlanmamış Doktora tezi, University of South Carolina, http://www.lib.hku.hk/. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 7 - 16 Yapısalcı Yaklaşım Kalkınmaya Geri Dönüyor Mu? Hakkı Cenk ERKİN • Is Structuralism Coming Back to Development Thinking? Özet Devlet-piyasa ikilemi, kalkınma düşüncesini ilk günlerinden itibaren şekillendirmiştir. Birçok yoksul ülkenin kalkınma çabasına yön vermiş olan yapısalcı yaklaşıma göre hızlı büyüme için ekonominin yapısı sanayi malları üretecek şekilde dönüştürülmeliydi. Bu ülkelerde piyasa başarısızlıklarının yaygın olması nedeniyle sanayileşme ancak devletin öncülüğünde gerçekleştirilebilirdi. İçe dönük sanayi politikalarının başarısız olması 1980’lerden itibaren piyasa merkezli, dışa açık, ihracat yoluyla kalkınma modelinin benimsenmesine yol açmıştır. Washington Uzlaşısı olarak da adlandırılan neoliberal öneriler devletin kalkınmadaki rolünü piyasa mekanizmasının sağlıklı işlemesini sağlayacak kurumsal altyapıyı hazırlamakla sınırlandırmıştır. Ancak neoliberal kalkınma yaklaşımı da hayal kırıklığı yaratmış, Uzak Doğu'daki farklı stratejiler izleyen bazı ülkelerin başarısı ve son küresel kriz bu model üzerindeki şüpheleri arttırmıştır. Bu tecrübelerin etkisinde şekillenen yeni bir yaklaşım, devlet-piyasa ikilemi yerine devlet ve özel sektörün potansiyel işbirliği alanları üzerinde durmaktadır. Devlet müdahalesine şartlı olarak sıcak bakan, sanayileşmeyi ön plana çıkaran ve bilgi eksikliği, koordinasyon problemleri ve dışsallıklar gibi piyasa aksaklıklarını vurgulayan bu yeni bakış açısının önceki iki yaklaşımla kıyaslamalı olarak incelenmesi bu çalışmanın amacını oluşturmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kalkınma, Sanayileşme, Yapısalcılık JEL Kodları: D52, O14, O20 Is Structuralism Coming Back to Development Thinking? Abstract: State-market dilemma has been at the root of development thinking. The structuralist approach to development assumed the existence of widespread market failures and accordingly favored industrialization with the guidance of government. The neoliberal approach, in contrast, required unfettered markets, free trade and minimal government as the conditions of growth. Both approaches have failed to deliver robust and sustained rise in incomes for developing countries, thus the global divide between the rich and the aspiring have increased. A new approach shaped by these experiences and the fact that some East Asian countries performed spectacularly by using industrial policies has been forming since 1990s. This approach rejects state-market dilemma in favor of government and private sector cooperation in development. This article studies the new approach in comparison with the previous two development paradigms. Keywords: Development, Industrialization, Structuralism JEL Codes: D52, O14, O20 • Arş. Gör., Kocaeli Üniversitesi, Sivil Havacılık Yüksekokulu. hcerkin@gmail.com 8• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Sanayileşme, yarattığı içsel ve dışsal ekonomiler, hızlı teknolojik ilerleme ve eğitici etkileriyle kalkınmada temel bir itici güçtür. Sanayileşme, bir ülkenin çeşitlendirilmiş mamul mallar üretme kapasitesini sürekli olarak arttıracak teknolojik ve toplumsal değişimleri gerçekleştirmek amacıyla üretimi organize etmek olarak tanımlanabilir (Hewitt vd, 1992: 6). Sanayileşmiş ülkeler az gelişmişliğin belli başlı işaretleri olan düşük gelir seviyesi, okuryazarlığın toplumun dar bir kesimiyle kısıtlı olması, ortalama ömür süresinin kısalığı gibi problemleri aşmışlardır. Sanayileşmeye ağırlık veren gelişmekte olan ülkeler daha hızlı büyümekte ve üretebildikleri malları daha çabuk çeşitlendirebilmektedirler (Rodrik, 2007). Bu nedenlerle, az gelişmiş ülkelerde kalkınma çabalarının amacı sıklıkla tarıma dayalı ekonomik yapının sanayinin payının artması yönünde değiştirilmesi olarak görülmektedir. Bu ülkeler dış ticarette de düşük katma değerli gıda, ham madde ya da maden ürünleri ihracatından ileri teknoloji içeren sanayi malları ihracatına geçmeye çalışmaktadırlar (Seyidoğlu, 2009: 511-2). 1950’li ve 1960’lı yıllarda kalkınmanın asıl olarak milli gelirdeki yükselme ile ölçülebileceği ve hızlı üretkenlik artışı sağlayan sanayileşmenin yarattığı katma değerin zamanla toplumun geneline yayılacağı görüşü hakimdi (Kiely, 1998: 3). Günümüzde kalkınmayı cinsiyet eşitliği, gelir adaleti ve çevrenin ve doğal kaynakların korunması gibi açılardan da ele alan daha geniş bir yaklaşım hakimdir (UNDP 1995); ancak yeni yaklaşım, sanayileşmenin kalkınma sürecindeki önemini inkar etmemekte, aksine sanayileşmeyi gelişmişliğin bir önkoşulu olarak görmektedir. Hükümetlerin büyüme politikalarıyla uyumlu olarak dar anlamda imalat, geniş anlamda imalat, madencilik ve enerji sektörlerine öncelik tanımak ve bu sektörlerin ekonominin itici gücü olmasını sağlamak için aldıkları kararlar, yaptığı tercih ve işler hükümetlerin sanayi politikası olarak tanımlanabilir. Sanayileşmeci bir büyüme politikası izlenmesi, böyle bir politikanın eksikliğinde piyasa süreçlerinin sanayiye yönlendireceği üretken kaynaklardan daha fazlasının bu sektöre tahsisini sağlamaya çalışan bir politika izlenmesi demektir (Tezel, 1995: 2). Sanayileşme politikaları, bu eylemler ile piyasanın işleyişine müdahale edilmeden sanayi sektöründeki büyümenin yetersiz kalacağı varsayımı üzerine dayanmaktadır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde bilgi eksiklikleri, dışsallıklar ve toplumsal engeller nedeniyle piyasalar sosyal faydayı optimum düzeyine çıkaramamaktadır (Weiss, 2011). 1. Kalkınmaya Yapısalcı Yaklaşım İkinci Dünya Savaşının ardından ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkan kalkınma iktisadının öncüleri az gelişmiş ülkelerin hızlı büyümesinin ancak kapsamlı bir sanayileşme atılımı ile mümkün olacağını savunuyorlardı. Rosenstein-Roden sanayide kullanılan modern üretim yöntemlerinin yarattığı ölçek ekonomileri sayesinde yüksek üretkenlik artışı sağlanabildiğini belirtiyordu. Ancak firmaların ölçek ekonomisini yakalayabilmesi için pazarın genişlemesi gerekliydi. Eğer sanayilerin kurulması geniş ölçekte ve kısa zamanda başarılabilirse sanayiler arası girdi bağımlılıkları ve kişi başı gelirdeki artış sayesinde iç pazarın yeterli büyüklüğe gelmesi sağlanabilirdi. Ekonomik yapıdaki modernleşme süreci bir Yapısalcı Yaklaşım Kalkınmaya Geri Dönüyor Mu?• 9 kere başlatıldıktan sonra üretim ve tüketim arasındaki pozitif geri besleme mekanizması büyümeyi sürekli kılacaktı. Böylece sanayileşmiş ülkelerle olan fark zamanla kapanacaktı (Lin, 2012: 11). Rosentein-Rodan gibi Nurkse ve Hirschman da sanayileşmeyi sağlamak açısından piyasa mekanizmasının bu ülkelerde yetersiz olduğuna ve devletin bu amaçla aktif rol oynaması gerektiğine inanıyorlardı. Vasıfsız emek ve doğal kaynaklar dışındaki üretim faktörlerindeki (beşeri ve fiziki sermaye, teknoloji, girişimcilik) yetersizlikler, sermaye piyasasındaki aksaklıklar nedeniyle tasarrufların düşük düzeyde kalması ve kaynakların yatırımlara verimli yönlendirilememesi, yarattığı pozitif dışsallıklar nedeniyle sosyal getirisi yüksek yatırımların düşük düzeyde kalması gibi nedenlerle devletin sanayileşme sürecini yönetmesi öneriliyordu. Gerschenkron, önceye göre sanayileşmiş ülkelerle onları takip eden ülkeler arasındaki teknoloji açığının daha fazla olduğunu, bu açığın kapanabilmesi için az gelişmiş ülkelerin modern, sermaye yoğun sanayileri hedeflemesi gerektiğini ve bunun da ancak kaynakları devletin yönlendirmesiyle mümkün olacağını savunuyordu (Shapiro 2007: 2). Prebisch ve Singer 1930’lardaki hammadde ve tarımsal malların ticaret hadlerindeki kötüleşmenin kalıcı olduğunu ve bu nedenle uluslararası ticaretin bu malları ihraç eden az gelişmiş ülkelerden sermaye yoğun malları üreten gelişmiş ülkelere gelir transferi gerçekleştirdiğini öne sürüyorlardı. Az gelişmiş ülkelerin bu sömürüyü engelleyip kalkınma sürecini başlatabilmeleri için ithal ikamesi yoluyla kendi sanayilerini kurmaları gerektiğini belirtiyorlardı (Shapiro 2007: 2). Kalkınma yazınında yapısalcı yaklaşım olarak adlandırılan bu görüşlerin teorik zeminini hazırladığı, devlet eliyle ya da devlet önderliğindeki sanayileşme çabaları 1950’lerden 1970’lere kadar uzanan dönemde gelişmekte olan ülkelerin ortak tecrübesi oldu. Gelişmekte olan birçok ülke sanayileşme sürecinin ilk aşamasında ithal ikameci politikalara yönelmiştir. Bu ülkelerde sanayileşme çabaları genelde iç pazardaki sanayi mallarına olan talebi yabancı mallardan devralacak endüstrilerin kurulması şeklinde ortaya çıkmıştır. Yerli sanayi dallarının, uluslararası piyasalarda rekabet edebilir düzeye gelinceye kadar, ithalat karşısında ithal yasakları, yüksek gümrük tarifeleri, kota kısıtlamaları ve çeşitli mali ve parasal politikalarla korunması amaçlanmıştır. İthal ikamesi uygulayan ülkeler, tarıma dayalı ekonomilerini dönüştürmek yanında ekonominin dışa bağımlılığını azaltmayı, dış ticaret hadlerinin tarım ürünlerinin aleyhinde gelişmesinin zararlarını kısmen de olsa telafi etmeyi, döviz tasarrufu sağlayarak ödemeler dengesi güçlüklerini aşmayı ve tarımsal kesimdeki mevcut gizli işsizler için de yeni iş imkanları yaratmayı amaçlamışlardır. İthal ikamesi stratejisi genellikle iki aşamada gerçekleştirilmiştir (Balassa, 1980). Birinci aşamada tarım sektöründeki fazlanın yarattığı kaynaklarla dayanıksız tüketim mallarının ve bu malların gerektirdiği girdilerin üretimine başlanır. Bu tip mallar vasıfsız işgücü kullanılarak emek-yoğun şekilde üretilebilmektedir. Küçük ölçekte üretimin fazla maliyet dezavantajı yoktur. Üretim için gereken teknoloji basittir ve yaygın ve iyi işleyen bir lojistik altyapıya duyulan ihtiyaç diğer sanayi mallarına göre daha azdır. Bu nedenlerle, 10• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ dayanıksız tüketim mallarını üreten tesislerin gereksinimleri az gelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu koşullarla uyumludur. İthal ikamesi stratejisi uygulayan ülkelerin çoğu bu aşamada nispeten başarılı olmuşlar, belli bir süre yüksek büyüme hızlarına ulaşmışlardır. İthal ikamesinin birinci aşaması, dayanıksız tüketim mallarına olan yurtiçi talebin doymasıyla birlikte sınırına ulaşmaktadır. İthal ikamesi stratejisinin ikinci aşaması ara ve yatırım mallarının ve dayanıklı tüketim mallarının yurtiçi üretimine geçmektir. Bu aşamada üretilmesi hedeflenen malların dayanıksız tüketim mallarına kıyasla çok farklı özellikleri vardır. Bu mallar sermaye yoğun ve büyük ölçekte üretim gerektirir. Üretimde hata payını düşük tutabilmek için yüksek teknoloji ve vasıflı işgücüne ihtiyaç vardır. İç pazarın kısıtlı olması bu tip malları verimli şekilde üretebilmek için dış pazara yönelmeyi gerektirir, ancak ihracat başarısı yakalamak için kaliteli ve düşük maliyetli üretim yapabilmek şarttır. Dolayısıyla, bu aşamada gelişmekte olan ülkeler ekonomiyi tıkanma noktasına getiren zorluklar yaşamışlardır (Balassa, 1980). İthal ikamesi stratejisi uygulayan gelişmekte olan ülkelerin büyük bir bölümünde korumacılık sürekli bir hal almış ve zamanla ekonominin geneline yayılma eğilimi taşımıştır. İlk aşamanın sonunda tüketim malları üzerindeki gümrük tarifelerini azaltıp bu sanayiyi dış rekabete hazırlamak yönündeki planlar gerçekleşmemiştir (Ballance vd, 1985: 33-4). Ara ve yatırım malları sanayilerinde korumacılık sonucunda maliyetlerin yüksek olması, iç girdi maliyetini yükselterek tarım, tarıma dayalı sanayi ve imalat sanayinin gelişmesinde ve dışa açılmasında büyük bir engel oluşturmuştur. Ayrıca, aşırı değerlendirilmiş kurların uzun süre devam ettirilmesi, firmaların ihracat yapmasını zorlaştırmıştır. Diğer yandan, ithal ikamesi, beklentilerin aksine, ülke ekonomisinin dışa bağımlılığının artmasına neden olabilmektedir. Bu politikalar ithalatı azaltmaktan çok, ithalatın kompozisyonunu değiştirici etkiler yaratmaktadır. Toplam ithalatın içinde ara ve yatırım malları ithalatının oranı ne kadar yüksek olursa, ülkenin ithalatını kısmak o denli zor olacak ve büyüme performansı esas olarak ithalata bağlı olacaktır. Bir yandan dışa bağımlılığın artması, diğer yandan ihracatın gerilemesi ile birlikte ülke, açıklarını finanse etmek için, sürekli biçimde dış kaynak aramak zorunda kalmaktadır. Dolayısıyla, bu stratejiyi uygulamış olan ülkelerin çoğu dış ödeme güçlüğü ve döviz darboğazları yaşamıştır. Üretim için zorunlu girdiler ithal edilemediği takdirde hem üretim ve hem de ona bağlı olarak büyüme, milli gelir ve istihdam azalacaktır. İthal ikamesi stratejisi, piyasada oluşacak olandan farklı fiyatlar belirlediği için kaynak israfı da yaratmaktadır. Yüksek koruma duvarları nedeniyle iç pazardaki malların fiyatı yüksek fakat kalitesi düşük olmakta, böylece tüketici refahı düşmektedir. Dış rekabetten korunan sanayilerde tekelleşme eğilimi artmakta ve araştırma geliştirme faaliyetlerine önem verilmemektedir (Seyidoğlu, 2009: 519-20). Bu nedenlerle, zaman içinde ithal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisi gözden düşmüş, bu tür politikalar uygulamış olan ülkeler karşılaştıkları döviz darboğazı, kronik enflasyon, verimsiz ekonomik yapı ve istikrarsız büyüme gibi problemler sonucunda alternatif olarak ihracata yönelik bir strateji izlemeye başlamışlardır. Diğer yandan, Güney Kore, Tayvan ve diğer Asya Kaplanları ithal ikamesinden başlamış, daha sonra ihracatın özendirilmesine dayalı dışa dönük büyüme stratejisine yönelmişlerdir. Bu ülkeler uzun yıllar Yapısalcı Yaklaşım Kalkınmaya Geri Dönüyor Mu?• 11 boyunca sürdürdükleri hızlı büyüme sayesinde gelişmiş ülkelerle olan farkı büyük oranda kapatmışlardır. 2. Neoliberal Yaklaşım Devlet müdahalesine dayalı içe dönük sanayileşme çabalarına neoklasik iktisatçıların yönelttiği eleştiriler 1970’lerden itibaren yoğunlaşmıştır. Hükümetin piyasa aksaklıklarını doğru tespit edememesi sonucu kaynakların yanlış yönlendirilmesi, korumacılığın yarattığı rantlara sahip olmak için bürokratlar ve firmaların sanayi politikalarını kendi çıkarları için kullanmaları, içe dönük ekonominin ticaretin dinamik kazanımlarından yararlanamaması sonucunda büyüme performansının başarısız olduğu vurgulanmıştır (Krueger, 1974). Uluslararası ekonomiye entegrasyon ve kaynak dağılımının piyasa mekanizması aracılığıyla yapılması ülkelerin karşılaştırmalı üstünlüklerini kullanmalarını ve böylece hızlı ve sürdürülebilir bir büyüme yakalamalarını sağlayacaktır. Bir ülkenin üstünlüğe sahip olduğu alanlarda, iç ve dış fiyatların kaynakları yönlendirmesi sonucunda, sanayiler kendiliğinden kurulacaktır. Ticaretin serbestleştirilmesi dar iç piyasa engelini ortadan kaldırıp optimum ölçekte üretim yapmayı sağladığı için ölçek ekonomilerinden yararlanmayı mümkün kılacaktır. Ayrıca üreticiler dış pazardan elde edecekleri ucuz girdiler ile dünya pazarlarındaki rekabet güçlerini arttırmaktadırlar. Dış rekabet tekelleşmeyi önlediği gibi, firmaları sürekli olarak kaliteyi yükseltmek ve maliyetleri azaltmak için yaratıcı olmaya ve yeni üretim tekniklerini takip etmeye zorlamaktadır; böylece ekonominin dinamizmi artmakta ve teknoloji gelişimi hızlanmaktadır. Ayrıca gerçekçi kur politikası izlenmesi nedeniyle, ekonomi dış şoklara karşı içe dönük ekonomilere kıyasla daha kolay uyum gösterecektir. Hükümete düşen görevler piyasa ekonomisinin sağlıklı çalışmasını sağlayacak kurumları ve istikrar ortamını sağlamak, ekonomi üzerindeki, dış ticaret dahil olmak, üzere denetim ve kısıtlamaları kaldırmak ve altyapı ve beşeri sermaye gibi kalkınma için gerekli kamu mallarına yatırım yapmaktır (Lall, 2003). Neoklasik iktisatçıların önerileri, 1980’lerden itibaren az gelişmiş ülkelerin kalkınma politikalarının, Dünya Bankası ve IMF’nin de yönlendirmeleri doğrultusunda, liberalleşme yönünde değişmesinde etkili olmuştur. Mali disiplin zorunluluğu, vergi reformu ve neticesinde kamu harcamalarının kısılması, devlet harcamalarındaki önceliklerin sağlık, eğitim ve altyapı yatırımları lehine değiştirilmesi, faiz oranlarının ve döviz kurlarının serbest piyasa koşullarınca belirlenmesi, ticaretin serbestleştirilmesi, yabancı sermayeye yönelik engellerin kaldırılması, özelleştirme, deregülasyon ve özel mülkiyet haklarının güvence altına alınması gibi devletin ekonomideki rolünü azaltmaya yönelik önlemler IMF ve Dünya Bankası programlarının da ana eksenini oluşturarak bir anlamda koşulluluk kriterleri haline gelmiştir (Benderli ve Görenel, 2006). Zamanla Washington Uzlaşması olarak da adlandırılan neoliberal yaklaşım, kalkınma sürecinde devletin yerine piyasaların merkezi bir rol oynamasının ve böylece verimli kaynak dağılımının oluşması için doğru fiyatların ortaya çıkmasının önemini vurgulamıştır. Bu politikaları uygulayan ülkelerin kalkınma performansı beklendiği gibi olmamış, istikrarsız büyüme, finansal krizler ve bozulan gelir dağılımı gibi sorunlar Washington 12• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Uzlaşısına eleştirileri yoğunlaştırmıştır. Diğer yandan, Çin gibi piyasa unsurlarını seçici kullanan ülkelerin hızlı büyümesi şüpheleri arttırmıştır (Yavuz, 2007). 3. Önceki Tecrübelerinin Işığında Şekillenen Sentez Çabası Neoliberal kalkınma modelinin de hayal kırıklığı yaratmasının ardından yeni arayışlar ön plana çıkmaya başlamıştır. 1990’lardan itibaren yapısalcı iktisatçıların vurgulamış olduğu piyasa aksaklıklarının büyüme üzerindeki olumsuz etkisi ve sanayinin kalkınmadaki özel konumu tekrar iktisat yazınında yer bulmaya başlamıştır; kalkınmanın önündeki asimetrik bilgi, dışsallık ve koordinasyon problemleri gibi engelleri konu alan kuramsal katkılar sanayi politikalarının bazı şartlar altında geçerli olacağını işaret etmiştir (Shapiro, 2007). Bu gelişmelerin sonucunda Washington Uzlaşısının devlet-piyasa karşıtlığını vurgulayarak hata yaptığını öne süren, kalkınma anlayışının merkezinde piyasa mekanizması ve ticaret olması gerektiğini kabul eden, ancak devletin yönlendirici, destekleyici ve denetleyici olarak önemli bir tamamlayıcı rolü olduğunu ileri süren bir görüş ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu eğilim içinde farklı bakış açılarını barındırsa da sanayinin kalkınmadaki öncelikli rolünü ve sanayi politikalarının geçerliliğini kabul etmesi bakımından yapısalcı özellikler taşımaktadır. Eski ve yeni yaklaşım arasındaki en temel benzerlik az gelişmiş ve gelişmiş ekonomilerin yapısal olarak farklı olduğu ve kalkınmanın asıl olarak bu yapısal farklılığı ortadan kaldırmakla ilgili olduğu varsayımlarıdır. Weiss ve Hobson, güçlü devletlerin ulusal ekonomik kalkınma ve endüstriyel değişim açısından hayati bir rol oynadıklarını ve bu durumun günümüzün gelişmiş ülkeleri için olduğu kadar gelişmekte olan ülkeleri için de geçerli olduğunu belirtmektedir. Güçlü bir devletin ekonomiyi yönlendirme ve kalkınma çabasını koordine etme kapasitesi yüksektir çünkü bu tip bir devlet, sermaye sahipleri dahil olmak üzere sivil toplum ile kurdukları organik bağlar sayesinde öncelikleri doğru belirleme ve farklı sosyal grupları ikna etme konusunda yetkindir. Bunun yanı sıra, güçlü devletlerde politika yapıcı kurumlar, özel çıkar gruplarının baskısından etkilenmeyecek şekilde özerktir (Weiss ve Hobson, 1999: 12, 279). Yeni görüşün önde gelen savunucularından olan Rodrik’e (2004) göre ise geçmişin ithal ikameci politikalarına duyulan tepki öyle kuvvetli olmuştur ki hükümetler gerekli olduğu hallerde bile piyasaya müdahaleden kaçınmışlar fakat yine de pasiflikten kaynaklanan başarısızlıklardan dolayı sorumlu tutulmamışlardır. Serbestleşme ve özelleştirmenin beklenen yararları sağlamadığı ortaya çıktıkça, hükümetler daha dengeli bir stratejiye yönelmektedirler; iyi düşünülmüş sanayi politikaları bu stratejinin önemli bir parçası olarak değerlendirilmektedir. Kalkınma düşüncesinin ve pratiğinin, hükümetin sanayi politikaları belirlemekte tümüyle bağımsız ve yetkin olduğunu varsayan eski yapısalcı uçla, kamu bürokrasisinin özel çıkarlarla özdeşleştiğini ve tümüyle yetkinlikten uzak olduğunu varsayan neoliberal uç arasında bir orta yol bulması gerekmektedir. Böylesi bir orta yol arayışına örnek olarak (Hausmann ve Rodrik, 2003) verilebilir. Hausmann ve Rodrik, bir ülkenin kalkınma çabalarını, dünya piyasalarında rekabet edecek mal ve hizmetlerin tespit edilebilmesi için deneysel bir arayış olarak görmektir. Bu yaklaşıma göre yeni karşılaştırmalı üstünlük alanlarını keşfetmek için devlet özel sektör ile işbirliği içinde çalışmalıdır. Yeni bir alana girecek firmanın aldığı risk yüksektir; ülkesinin Yapısalcı Yaklaşım Kalkınmaya Geri Dönüyor Mu?• 13 koşullarında o malı ilk üreten olmasından dolayı maliyete ve kaliteye dair ciddi belirsizlik vardır. Başarısız olma ihtimali yüksekken, başarı durumunda ise bu firmayı izleyen diğer firmaların sektöre girmesiyle birlikte ilk olmanın avantajı hızla kaybolacaktır. Öncü firmanın yatırımı yeni sektöre dair bilgi kazanmak açısından önemli bir sosyal fayda taşırken o firmaya yüksek bir özel maliyet getirmektedir. Bu nedenle herhangi bir teşvik ya da destek almadan firmalar sosyal getirisi yüksek olan böyle riskli yatırımlardan kaçınacaklardır. Diğer yandan, yeni alana yan sanayilerin desteği olmadan giren firmalar başarısız olacakken yan sanayilerin de girmesiyle tüm firmalar başarılı olabilecektir. Böylesi durumlarda ilgili tüm firmaların birlikte yatırım yapmasını sağlamak önemlidir; yoksa tek olarak hiçbir firma yeni alana yatırım yapmak istemeyecektir. Yeni üretim alanları açmanın önündeki bu tür engelleri kaldırmak ve piyasa aksaklıklarını gidermek için sanayi politikaları özel sektör ile ortak belirlenmelidir. Devlet özel sektörün yeni alanlara girme riskini azaltmalı, gerekli altyapıların oluşturulmasında destek olmalı, yatırımların önündeki koordinasyon problemlerini çözmeli ve öğrenilen yeni bilgilerin ekonomi geneline yayılmasını sağlamalıdır. Ayrıca başarısız olan denemelerin daha fazla kaynak israfına yol açmadan sona erdirilmesi de devletin önemli bir görevidir. Rodrik (2004), devlet ve özel sektör işbirliği içinde oluşturulması ve yürütülmesi gereken sanayi politikalarının tasarımı için şu önerilerde bulunmaktadır: teşvikler sadece yeni faaliyetlere verilmelidir çünkü ancak bu tür faaliyetler ekonominin ihtiyaç duyduğu yeniden yapılanmayı sağlayacaktır. Teşvik politikalarının başarı ya da başarısızlığını ölçmek için açık ve kesin ölçütler konulmalıdır; teşviklerin gerektiğinden fazla uzun sürmemesini sağlayacak hükümler getirilmelidir. Kamu otoriteleri sektörleri değil, faaliyetleri desteklemeyi hedef almalıdır; sübvansiyonla desteklenen faaliyetlerin diğerlerine taşma ve gösterim etkileri bulunmalıdır. Sanayi politikalarını uygulama görevi bürokrasinin tecrübeli ve kendini kanıtlamış birimlerine verilmelidir; uygulayıcı kuruluşlar en üst düzeyde siyasal yetkiye sahip olanlar tarafından yakından denetlenmeli, böylece özel çıkarların bu kuruluşlara egemen olması önlenmelidir. Teşvik politikalarını uygulayacak kuruluşlarla özel kesim arasında iletişim kanalları açık olmalıdır. Sanayi politikalarında hatalar işlenebileceği kabul edilmeli ve öğrenmeyi arttıran hata yapma olasılığını değil, hataların yol açtığı maliyetleri azaltmak amaçlanmalıdır; uygulayıcı kuruluşlar öğrenme ve kendilerini yenileme becerisine sahip olmalıdır. Sanayi politikalarının kapsamı ve alacağı şekiller açısından yeni yapısalcı öneriler farklılaşmaktadır. Lin ve Monga (2010) sanayileşme çabalarının mevcut karşılaştırmalı üstünlük alanlarına dayanması gerektiğini savunmaktadır. Böylece korumacılığı en az düzeyde tutarak, piyasanın işleyişi doğrultusunda rekabetçi sanayiler kurulabilir. Verimli üretim fiyatı düşürüp ihracatı ve döviz girdisini arttırarak sermaye birikimini hızlandırır. Üretimde göreceli olarak ülkede bol bulunan girdiler kullanılacağından ithal girdiye daha az ihtiyaç duyulacaktır. Sermaye birikimi arttıkça ülkenin karşılaştırmalı üstünlüğü emek yoğun mallardan sermaye yoğun mallara doğru kayacaktır; sanayinin yapısı da kapsamlı bir devlet müdahalesine ihtiyaç duymadan bu yönde değişecektir. Devletin görevi, zamanla değişen 14• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ekonomik yapının her aşamaya özgü fiziki ve beşeri altyapı ihtiyaçlarını karşılamak ve piyasa aksaklıklarını sınırlı müdahalelerle gidermektir. Rodrik (2012: 53-6) mevcut karşılaştırmalı üstünlüğe dayalı sanayileşmeye karşı çıkmazken bir ülkenin henüz keşfedilmemiş farklı üstünlük alanları olabileceğini ve bu nedenle sanayi politikalarının ağırlıklı olarak yeni alanların denenmesi amacıyla kullanılmasını savunmaktadır. Hatta bu nitelikteki yatırımları desteklemek için devletin bir risk sermayesi fonu kurmasını önermektedir. Chang (2012: 120-5) de teknolojinin büyüme üzerindeki olumlu etkilerinden yararlanmak için sanayileşme basamaklarının hızlı tırmanılmasından yanadır; bazı ara basamaklar teknoloji sınırına yaklaşmak için atlanabilir. Chang, yeni girilecek sektörlerdeki üretim gereksinimleri mevcut ürünlerinkinden ne kadar farklıysa riskin o denli arttığını kabul etse de bu riske girilmesi gerektiği fikrindedir. SONUÇ Günümüzde dünya nüfusunun büyük bir bölümü yoksulluk içinde yaşamaktadır. Yoksulluk sorununu çözmek için hızlı büyümek, hızlı büyümek için de sanayileşmek gereklidir. İktisatçıların önerdikleri sanayileşme stratejileri arasındaki farklar azalmaktadır; bir yandan yapısalcı düşüncenin bir kalkınma aracı olarak piyasaya duyduğu güvensizlik azalırken diğer yandan neoklasik iktisatçılar sanayi politikalarının bazı durumlarda başarılı olabileceğini kabul etmektedirler. Git gide bütünleşen dünya ekonomisinin dışında kalmak hem istenmeyen hem de belki de mümkün olmayan bir seçim olduğundan, gelişmekte olan ülkeler için dışa dönük ve sürdürülebilir bir sanayileşme ve kalkınma stratejisi oluşturmanın önemi büyüktür. Geçmişteki uzun soluklu sanayi hamleleri incelendiğinde başarıda rekabetin, sanayi politikalarının ve ihracat arzusunun payı olduğu görülmektedir. Dış pazarların sunduğu avantajlardan yararlanmak ise karşılaştırmalı üstünlük alanlarının doğru belirlenmesi ve zaman içinde yenilerinin yaratılması ile mümkündür. Bu sayede gelişmekte olan bir ülke, kalkınma sürecinde ihraç mallarını çeşitlendirebilmekte ve elde ettiği katma değeri arttırabilmektedir. Sanayileşme çabasında devletin de önemli bir rolü vardır. Devlet, iyi planlanmış ve ölçülü sanayi politikalarıyla özel sektörün dinamik karşılaştırmalı alanlar oluşturmasında destek olmalıdır. Yapısalcı Yaklaşım Kalkınmaya Geri Dönüyor Mu?• 15 KAYNAKÇA Balassa, B. (1980), “The Process of Industrial Development and Alternative Development Strategies”, Worldbank Staff Working Paper 438, Worldbank. Ballance, R., J. Ansari, ve H. Singer (1985), Uluslararası Ekonomi ve Sınai Kalkınma, Çağlayan Kitapevi, İstanbul. Benderli, Z. ve İ. Görenel (2006), “Neoliberal Ekonomi Politikalarının Latin Amerika Üzerindeki Etkileri”, Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 21(1): 183-201. Chang, H.J. (2012), “DPR Debate: Should Industrial Policy in Developing Countries Conform to Comparative Advantage or Defy It?”, New Structural Economics, ed. J. Lin, Worldbank, Washington, D.C. Hausmann, R. ve D. Rodrik (2003), "Economic development as self-discovery", Journal of Development Economics, 72(2): 603–633. Hewitt, T. ve diğerleri (1992), Industrialization and Development, Oxford University Press, Oxford. Kiely, R. (1998), Industrialization and Development: A Comparative Analysis, UCL Press, CA. Krueger, A. (1974), “The political economy of the rent-seeking society”, American Economic Review, 64 (3): 291-303. Lall, S. (2003), “Reinventing industrial strategy: The role of government policy in building industrial competitiveness” Paper prepared for The Intergovernmental Group on Monetary Affairs and Development, UNCTAD. Lin, J. (2012), New Structural Economics, Worldbank, Washington, D.C. Lin, J. ve C. Monga (2010) “The Growth Report and New Structural Economics”, Policy Research Working Papers Series 5336, World Bank, Washington, D.C. Rodrik, D. (2004), "Industrial Policy for the Twenty-First Century", Center for Economic Policy Research DP4767, Harvard University. Rodrik, D. (2007), “Industrial Development: Stylized Facts and Policies,” Industrial Development for the 21st Century, U.N., New York. Rodrik, D. (2012), “Comment: New Structural Economics: A Framework for Rethinking Development?”, New Structural Economics, ed. J. Lin, Worldbank, Washington, D.C. 16• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Seyidoğlu H. (2009), Uluslararası İktisat, Güzem Can Yayınevi, İstanbul. Shapiro, H. (2007), “Industrial Policy and Growth”, DESA Working Paper No. 53, United Nations. Tezel, S. (1995), “Türkiye'de Sanayileşme, İktisadi Büyüme ve Piyasa Toplumu”, TÜSİAD Görüş, 21: 26-32. UNDP (1995), Human Development Report, Oxford University Press, Oxford. Yavuz, G. (2007), “Washington Uzlaşmasından Post Washington Uzlaşmasına: Kalkınma Gündeminin Belirlenmesinde ‘Yeni Kurumsal İktisat’ Etkisi, Ekonomik Yaklaşım, 18(64): 23-44. Weiss, J. (2011), “Industrial Policy in the Twenty-First Century”, WIDER Working Paper No. 2011/55, United Nations University. Weiss, L. ve J. Hobson (1999), Devletler ve Ekonomik Kalkınma: Karşılaştırmalı Bir Tarihsel Analiz, Dost Yayınevi, Ankara. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 17 - 36 Mehmet Çağrı Gözen • Kalkınma ve Yoksulluk Özet Dünya’da uygulanan ekonomi politikaları, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki ve bu ülkelerin kendi içindeki gelir bölüşümü adaletsizliklerinin daha da artmasına yol açmaktadır. Bu durum kalkınma politikalarının en önemli odaklarının; dünya kaynaklarının nasıl adil bir biçimde dağıtılacağı ve yoksullukla nasıl mücadele edileceği olmasına neden olmuştur. Öyle ki, dünya nüfusunun en yoksul bölümünü oluşturan %20’lik kesimin dünya üretiminin sadece %1.4’ünü tüketiyor olması, buna karşın en varlıklı bölümünü oluşturan %20’lik kesimin ise dünya toplam üretiminin %84’ünü tüketiyor olması bu gelir farklıklılarını çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu iki kesim arasındaki tüketim düzeyi farkının 1960’larda 30’da 1’den, 1991’de 60’ta 1’e yükselmesi ve dünya nüfusunun %5’lik bir kesiminin toplam servetinin %80-90’ını elinde tutması dünyada bölüşüm açısından büyük ve artan bir kutuplaşma olduğuna işaret etmektedir. Bu çalışmanın ilk bölümünde, gelişmekte olan ülkelerin sanayileşmiş ülkelerin gelişmişlik seviyesine nasıl yakınsayabileceğini açıklamaya çalışan geleneksel kuramlar ve yeni kuramlar açıklanmıştır. İkinci bölümde ise, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler’in verileri ışığında, geçmişten günümüze gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluğun boyutu incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Kalkınma, Gelir Dağılımı, Yoksulluk. Jel Kodu: I31, I32. Summary Economic policies being put into practise cause increase in income distribution inequalities more between developed and developing countries and within these countries. This situation makes the issues how world resources should be distributed justly and how should be fought with poverty the most important focusing points of development policies. That the poorest %20 of world population consume %1.4 of world production and in spite of this, the richest %20 of world population consume %84 of world production bring up these income differences very strikingly. Increase in consumption level difference from thirty times in 1960 to sixty times in 1991 and owned %80-90 of world GDP by %5 of world population point out a big and increasing polarization about distribution in the world. In the first part of this study, traditional and new theories trying to explain how developing countries converge the level of developed countries was explained. In the second part, income distribution and dimension of poverty was investigated from past to today in the light of United Nations and World Bank’s data. Key Words: Development, Income Distribution, Poverty. Jel Code: I31, I32. • Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü, cagri.gozen@gmail.com 18• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ticaret ve sermaye hareketlerinin canlandırılması arzusunun artmasıyla birlikte, gelişmiş ülkeler savaş sonrasında uluslararası ticaret ve sermaye hareketlerinin nasıl hızlandırılabileceği ve buna azgelişmiş ülkelerin nasıl katkı sağlayacakları konusundaki çalışmalara yoğunlaşmışlardır. Diğer taraftan siyasal bağımsızlıklarını teker teker elde eden ülkeler, ekonomik yönden de bağımsızlıklarını elde etme konusunda gayret etmeye başlamışlardır. Yeni bağımsızlığına kavuşan ülkeler için ulusal kurtuluş ile ekonomik kalkınma adeta özdeşleştirilmiştir. Bu sebeplerden dolayı azgelişmiş ülkelerin kalkınma sorununa duyulan ilgi artmaya başlamıştır. Azgelişmişliğin nasıl aşılacağı kalkınma iktisadının üzerinde yoğunlaştığı temel konudur. Azgelişmiş bir ekonominin modern ekonomilerin seviyesine nasıl çekileceği, toplumun davranışlarının ve yeteneklerinin geliştirilmesinin nasıl mümkün olabileceği ve azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelerin izlediği yolu izleyerek gelişip gelişemeyecekleri kalkınma kuramının cevap aradığı sorulardır. “Küreselleşme olgusu ve bunun doğal bir sonucu olarak Neo-liberal iktisat politikalarının yaygınlık kazanmasına bağlı olarak yoksulluk ve gelir bölüşümü adaletsizlikleri kronik bir hal almaktadır. Bütün dünyayı saran Neo-liberal ekonomi politikaları dalgası, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki ve bu ülkelerin kendi içindeki gelir bölüşümü adaletsizliklerinin daha da artmasına yol açmaktadır. Bu durum kalkınma politikalarının en önemli odaklarının; dünya kaynaklarının nasıl adil bir biçimde dağıtılacağı ve yoksullukla nasıl mücadele edileceği olmasına neden olmuştur. Öyle ki, dünya nüfusunun en varlıklı bölümünü oluşturan %20’lik kesimin dünya toplam üretiminin %84’ünü, en yoksul bölümünü oluşturan %20’lik kesimin ise sadece %1.4’ünü tüketiyor olması bu gelir farklıklılarını çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu iki kesim arasındaki tüketim düzeyi farkının 1960’larda 30’da 1’den, 1991’de 60’ta 1’e yükselmesi ve dünya nüfusunun %5’lik bir kesiminin toplam servetinin %80-90’ını elinde tutması ve bu durumda son kırk yılda kayda değer bir değişiklik görülmemiş olması dünyada bölüşüm açısından büyük ve artan bir kutuplaşma olduğuna işaret etmektedir” (Öztürk ve Göktolga 2010, s. 4). Bu çalışmanın ilk bölümünde, gelişmekte olan ülkelerin sanayileşmiş ülkelerin gelişmişlik seviyesine nasıl yakınsayabileceğini açıklamaya çalışan geleneksel kuramlar ve yeni kuramlar açıklanacaktır. İkinci bölümde ise, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler’in Kalkınma ve Yoksulluk • 19 verileri ışığında, geçmişten günümüze gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluğun boyutu incelenecektir. 1. KALKINMA KURAMLARI 1.1. Neo-Klasik Yaklaşım 1980’lerin başından itibaren dünya nüfusunun dörtte üçünü kapsayan azgelişmiş ülkelerin kalkınma sorunlarına ilişkin olarak, bu ülkelerin giderek dünya piyasalarıyla bütünleşmesini amaçlayan, serbest piyasa yönelimli Neoliberal yaklaşımlar ön plana çıkmaya başlamıştır. Bütün alanlarda etkisini artırmaya başlayan Neoliberal yaklaşımlar azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik yapı ve davranışların yeni bir iktisadi yaklaşıma gerek kalmaksızın Neoklasik iktisat tarafından kapsanacağı tezini ortaya atmış ve ampirik çalışmaların bulgularıyla bu tezi doğrulamaya çalışmıştır. Neoliberal yaklaşım Keynesyenlerin sosyal devlet anlayışından dolayı devletin ekonomiye müdahale etmesini ve kalkınma yazınında ise, iktisadi kalkınma için planlama anlayışını eleştirmiştir. Neoliberal yaklaşım temel değişken olarak piyasayı ön plana çıkarmaktadır ve neoliberaller ekonominin ancak kendi içsel dinamikleri ile yani dışsal bir müdahale olmadan daha etkin ve daha rasyonel sonuçlar üreteceğini öne sürmektedir. Bu hem gelişmiş kapitalist ülkeler hem de azgelişmiş ülkeler için geçerli genel bir ilkedir. Pazar ilişkilerinin tüm dünyayı kapsadığı, uluslararası işbölümünün olduğu, küreselleşmenin yaşandığı günümüzün küresel dünyasında, ekonomiyi ve toplumları etkin kılacak olan olgu dünya ölçeğinde gelişen pazar şartlarına bağlı olarak katılmaktır. Kalkınma konusuna Neoliberal yaklaşımın bakışı, kalkınma yazınından farklı olarak, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler için ortak çözümler ve tek bir ekonomik analiz sunmaktadır. Neoliberal ya da piyasa eğilimli olarak tanımlanan düşünce biçimi, kalkınma iktisadı yazınını yoğun olarak eleştirmiş ve iktisadi yapının evrensel olduğu ve piyasa ilkeleri etrafında örgütlenen toplumlar için ikinci bir alt disiplinin varlığına ihtiyaç olmadığını belirtmişlerdir. Bu yaklaşım ekonomik ve toplumsal alanda güç kazanarak uluslararası ekonomik ve toplumsal kurum ve güç merkezleri tarafından büyük destek görmüştür (Ercan 1995, s. 358). Kalkınma ekonomisinin iflasından söz eden Neoliberaller, aslında kapitalizmin günümüzde vardığı aşamada finans piyasasının dünya ölçeğinde uluslararası nitelik kazanmasına bağlı olarak azgelişmiş ülkeleri bu yapıya tam anlamıyla adapte etmek ya da sermayenin yeni ihtiyaçlarına göre, kalkınma kavramını yeniden tanımlamak amacı 20• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ gütmektedir. Neoliberal kuramın yaklaşımına göre devletin ekonomik yaşama müdahalesi sınırlandırılmalı, pazara yönelik tüm dinamikler desteklenmeli, uluslararası alanda malların ve sermayenin serbest dolaşımı savunulmalı, toplumsal etkinlik yerini bireysel etkinliğe bırakmalıdır (Öztürk 2007, s. 44). “Neoklasik yaklaşımın iddiasını şöyle özetleyebiliriz: Ekonomiye devlet müdahaleleri kalkınmaya katkı yapmak yerine, tam tersine engel olmaktadır. Bürokrasinin ve devletin yaptığı düzenlemelerin ortaya çıkması ile birlikte özel yatırımlar dışlanmakta ve azgelişmiş ülke ekonomilerini olağanüstü bir biçimde etkinsiz kılacak şekilde fiyatlar çarpıtılmaktadır. Bu yaklaşım kalkınmanın piyasanın kendi iç dinamiklerini kendi işleyişine bıraktığında kendiliğinden gerçekleşeceğini öne sürer. Müdahaleci devletler, özel sektörü engeller, piyasa mekanizmasını bozar, rekabeti önler ve azgelişmişliği daha da derinleştirerek kalkınamamaktan sorumlu olurlar. Somut, çözüm önerisi ise, devletin ekonomi ve toplumu kontrol etmesini gevşetmek, özelleştirme yapmak ve küreselleşme sürecinin gerektirdiği yapısal uyum programlarını uygulamaktır” (Doğan ve Öztürk 2010, s. 43) “Neoliberal yaklaşımlar, meta ekonomisi kategorisine dahil olmayan çoğu zaman nicel olarak belirlenmesi zor olan her şeyi inceleme alanının dışında bırakmakta ve insanı salt ekonomik boyuta indirgemektedir. Neoliberal yaklaşımlarla birlikte iktisadi kalkınmanın sosyal içeriği ve tarihi bütünüyle askıya alınmaktadır. Kârların otomatik olarak yatırıma dönüşeceğini savunan basit kurallı bu yaklaşımlar kalkınma olgusunun toplumsal yanını ihmal etmektedir” (Doğan ve Öztürk 2010, s. 44). Neoliberal kuram müdahaleci devlet geleneği yerine teknolojik gelişmenin doğasına, uzmanlaşmaya, dışsallıkların önlenmesi için emeğin eğitilmesine, ölçek ekonomilerine ve bilginin ortaya çıkarılmasındaki güçlüklere dikkati çekmektedir. Geleneksel kalkınma teorileri etkinliğini kaybederken, Neoliberal yaklaşımlar optimizasyona yönelik dinamik modellerle ön plana çıkmıştır. “Bu yaklaşım genel dengeden sapmayı engelleyecek sürekli fiyat uyumları, teknik değişme ve tasarruflar tarafından belirlenen denge yolu boyunca bir hareket olarak tanımlanmakta ve kurumsal yapı yadsınmaktadır” (Mhyrman 1989, s. 53-55). “Neoliberal yaklaşım milli gelirdeki değişimin sermaye düzeyindeki değişime neden olduğunu ve sermaye arttıkça da marjinal verimliliği azaldığı için üretim artışına ve milli gelirin büyümesine giderek daha az katkıda bulunduğunu öne sürer. Sermayenin devamlı bir biçimde artışı onun marjinal verimliliğinin sürekli bir biçimde azalmasına neden olur ve sermaye birikimi uzun dönemde yatırım şevkini kurutacak biçimde azalan getiriye yol açar. Kalkınma ve Yoksulluk • 21 Bu durum yol açtığı sonuç şudur; sermaye birikimi giderek güçleşmekte ve bunun aşılması için emek artırıcı bir trend ya da teknolojik ilerleme gereklidir, yoksa uzun dönemde büyüme sıfırlanmaktadır. Marjinal tasarruf eğiliminin sabit olmasından dolayı kişi başına gelir artışı ancak dışsal teknolojik ilerleme sürecine bağlı olarak gerçekleştirilebilmektedir. Buradan büyümenin ekonomik etkilerden bağımsız ve dışsal bir nitelik taşıdığını söyleyebiliriz. Neoliberal kuram gelişmenin tek nedeninin dışsal faktör olan teknolojik ilerleme olduğunu belirtir. Neoliberal yaklaşımlar aynı teknolojiyi kullanan ülkelerin aynı büyüme oranına ulaşacaklarını ileri sürer. Azgelişmiş ülkelerin herhangi bir müdahaleye gerek kalmadan gelişmiş ülkelerin düzeyine çıkabileceği dile getirilmektedir” (Öztürk 2010, s. 44). 1990’lı yıllarda Neoliberal yönelimli ele alışlar, büyük ölçüde, azgelişmiş ülkeler için gelişme, dünya pazarında önemli paylar elde etme adına birçok ülkede uygulamaya konulmuştur. Dünya pazarına yönelen ve bu anlamda gerek finansal gerekse ticari anlamda ülke ekonomilerini dünya pazarına açan azgelişmiş ülkeler, süreç sonunda kalkınma yardımı ve ihracattan elde ettikleri gelirlerden çok daha fazlasını borç olarak merkez kapitalist ülkelere aktarmışlardır. Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki gelişmişlik farkları daha da artmış, dünyanın bazı bölgeleri, özellikle kapitalist ilişkilerin tarihsel süreç içerisinde talan ettiği bölgeler ekonomik yaşamın dışına itilmişlerdir. Neoliberal eğilimli ekonomi politikalarının uygulamaya konulması gelişmekte olan ülkelerde büyük ölçekli sorunların yaşanmasına neden olmuştur. Bugün gelinen noktada azgelişmiş ülkelerin ancak çok küçük bir kısmı gelişme sürecine girebilmiştir. Neoliberal yaklaşımlar tarafından savunulan azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkeler düzeyine geleceği iddiaları gerçekleşmemiştir. 1.2. İçsel Büyüme Kuram İçsel büyüme kuramı (endogenous growth theory) P. M. Romer, R. J. Barro, R. E. Lucas ve G. Mankiw tarafından geliştirilmiştir. “Bu kuram ekonomik kalkınmanın kaynakları ile ilgili olarak yeni bir bakış açısı getirmiştir. İçsel büyüme kuramı teknolojik ilerlemeler kadar onun belirleyicileri üzerinde de önemle durmakta ve eğitim, beşeri sermaye, Ar-Ge, teknolojik ilerleme gibi içsel büyümenin dinamiklerini geliştirmeye yönelik politikalara öncelik verilmesini savunmaktadır. İlk olarak Solow’un ortaya attığı ve teknolojik ilerlemeyi basit bir zaman trendi olarak alan Neoliberal kalkınma kuramının tersine içsel büyüme kuramı teknik değişmenin içsel dinamiklerini açıklamaya çalışmaktadır. Bu yaklaşıma göre Neoliberal kalkınma kuramının tersine ekonomik büyümeyi dışardan etki eden güçlerin değil ekonomik 22• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ sistemin içsel güçlerinin bir sonucu olarak görmesidir” (Romer, 1994: 3-22). İçsel büyüme kuramı kendinden önce ortaya atılan kalkınma kuramları tarafından önem atfedilmeyen ya da dışsal sayılan bilgi, beşeri sermaye ve teknolojik gelişmenin içselleştirildiği bir büyümedir. Bu yaklaşım analizlerinin odak noktasına teknolojik sorunları koymakta, teknolojik ilerlemenin yaparak öğrenme, dışsal ekonomiler, beşeri sermaye birikimi gibi konular üzerinde durmaktadır. Bu yaklaşımın savunucuları yakınsama kuramından daha ziyade ıraksama kuramını benimsemektedir. Toplumların kurumsal özelliklerine ve sosyal farklılıklarına hiçbir biçimde yer vermemesi bu kuramın önemli bir eksikliği olarak görülmektedir. Neoliberal kalkınma kuramından farklı olarak pozitiflik, değerlerden bağımsızlık ve belirli ekonomik değişkenlerin miktarları yanında nitelikleri üzerinde de durmaktadır. Gelişme süreci ister ithal edilsin ister ise üretilsin teknolojiyi gelişme için gerekli ve yeterli gören teknolojik determinizmle açıklamaktadır. “İçsel büyüme kuramı azgelişmiş ülkeler için uygun olmayan birçok Neoklasik varsayıma dayanmaktadır. Bu yaklaşımın varsayımına göre, tek bir üretim sektörü vardır ya da bütün sektörler simetriktir. Bu durum azgelişmiş ülkelerin ekonomilerinin yapısal değişme sürecinde büyümeye yol açan emek ve sermayenin sektörler arasında yeniden dağılımına olanak vermemektedir. Azgelişmiş ülkelerde altyapı eksiklikleri, yetersiz kurumsallaşma ve etkin işlemeyen mal ve sermaye piyasaları ekonomik büyümeye engel olabilmektedir. Büyümeye etki eden bu çok önemli etkenleri ihmal ettiği için içsel büyüme yaklaşımının ekonomik kalkınma alanında uygulanabilirliği sınırlı kalmaktadır” (Todaro ve Smith 2003, s. 150). İçsel büyüme kuramı üretim faktörlerini, geliri ve nüfus istatistiklerini kendi gelişme hedefleri ile ilişkilendirir. Kalkınma sürecini açıklayabilmek için milli gelir, toplam hasıla, nüfus ve belirli malların toplam arzı gibi ekonomik nitelikli değişkenlere odaklanır. Bu yaklaşım beşeri sermaye, Ar-Ge, teknolojik gelişme gibi değerleri ekonomik etkinlik ve büyüme amacı doğrultusunda revize etme çabasındadır. Yapılan eleştirilerde, kalkınma ve büyümeyi meydana getiren belirleyicilerin Neoklasik üretim fonksiyonu ile anlaşılamayacağı ve kantitatif olarak ölçülemeyeceği vurgusu vardır. Ayrıca merkeze büyüme ve etkinliği almak yerine insanı alan insan merkezli bir kalkınmanın gerekliliği üzerindeki vurgu da giderek artmaktadır. Kalkınma ve Yoksulluk • 23 1.3. Diğer Kuramlar 1.3.1. Yakalama Hipotezi (Abramovitz) Bu yaklaşıma göre, büyüme oranları ile iktisadi kalkınmanın başlangıç seviyesi arasında ters bir ilişki vardır. Bir ülke ne kadar geri kalmışsa verimlilik artış oranı da o oranda yüksek gerçekleşir ve bu durumun sonucunda yakınsama meydana gelir. Abramovitz (1986) verimlilik açısından geri kalmış olan bir ülkenin hızlı bir kalkınma potansiyeline sahip olduğunu öne sürer. “Buradaki temel düşünce, ülkelerin verimlilik düzeyinin, tümüyle sermaye stokunda içerilen teknolojik düzeye bağlı olduğunun kabul edilmesi ve teknolojik bakımdan son derece düşük sermaye stokuna sahip olan azgelişmiş ülkelerin ileri teknoloji düzeyine sahip sermayeye sahip oldukça verimlilik düzeylerini ve dolaysıyla kalkınma düzeylerini hızla arttırma olanaklarına sahip olabileceklerdir” (Kaynak 2007, s. 108). “Teknolojiyi üreten lider ülke, sermaye stokunu yeni teknolojiye sahip olan sermaye ile değiştirdiğinde, eski sermaye bir verimlilik artışı yaratarak azgelişmiş olan takipçi ülkeye lider ülke ile arasındaki farkı kapatma fırsatı verir. Teknoloji (verimlilik) farkı ne kadar fazla ise verimlilik artış hızı da o kadar büyük olur. Takipçi ülke lider ülke ile arasındaki farkı kapattıkça son üretilen teknoloji ile ikame ettiği teknolojinin yaşı azalacağı için yakalama süreci kendi kendini sınırlayan bir süreçtir. Geride kalan ülkenin büyüme potansiyeli lider ülkenin verimlilik düzeyine yakınsadıkça azalır. Takipçilerin verimlilik düzeyinin geri olması ilerlemenin hızlı olabilmesi için sadece bir potansiyeli gösterir” (Abramovitz 1986, s. 386-387). Abramovitz sosyal yetenek kavramının toplam potansiyelin durumunun belirlenmesi için çok önemli olduğunu söylemektedir. Geride kalmış olan ülkelerin lider ülkelerin verimlilik düzeylerine ulaşamamasındaki en önemli engelin toplumun gösterdiği direnç olduğunu öne sürer. “Bir ülke sosyal yetenek açısından zayıf olduğu halde geri kalmış olsa bile hızlı gelişme potansiyeline sahip olamaz fakat takipçi ülke sosyal yönden gelişmiş olduğunda bu potansiyele sahip olacaktır” (Abramovitz 1986, s. 388). Sosyal yetenek kavramı, eğitim seviyesinin yanısıra siyasi, ticari, sanayi ve mali kurumların toplamından meydana gelen teknik bir tanımlamadır. Bu kavramı şöyle de açıklayabiliriz; şirketlerarası ve işçiişveren arası ilişkilerin ve mevcut düzenin değişime direnç göstermemeleridir. Teknolojik açık ve sosyal yetenek yakalama potansiyelini etkileyen faktörlerdir. Bu potansiyelin gerçekleşmesi ise gerçekleştirme faktörüne bağlıdır. Çıktının bileşiminde, işgücünün sektörel dağılımında, sanayinin ve nüfusun coğrafi dağılımında meydana gelecek 24• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ değişimleri kolaylaştıran ya da engelleyen unsurlar, yatırımları teşvik eden ve sürekliliğini sağlayan makroekonomik koşullar ve efektif talep ve bilginin yayılmasını sağlayan unsurlar önemli gerçekleştirme faktörleridir. “Sonuç olarak, Abramovitz’e göre, teknolojik bakımdan geri kalmış ülkeler, sosyal yeteneklerini gelişmiş ülkelerde kulllanılmakta olan teknolojiyi etkin kullanabilecek kadar geliştirebilmişlerse yakalama potansiyeline sahiptirler. Bu potansiyelin belli bir dönemde gerçekleşme hızı ve derecesi ise, bilginin yayılımına, yapısal değişim hızına, sermaye birikimine ve talep artışını engelleyen faktörlere bağlıdır” (Kaynak 2007, s. 111). Gerçekleştirme faktörleri elverişli olmasına rağmen sosyal yetenek düzeyinin düşük kalması durumunda yakalama olmaz. Diğer taraftan, sosyal yetenek kavramı anlam bakımından muğlak bir kavramdır. Bunu aşmak için bazı ekonomistler eğitim düzeyi ve sanayileşme düzeyini sosyal yetenek göstergesi olarak kabul etmişlerdir. 1.3.2. Fırsat Pencereleri (Perez ve Soete) Perez ve Soete (1988) teknolojik açık ve teknoloji eğilimleri arasındaki ilişkilerle ilgili olarak en önemli önermelerden birini yapmışlardır. Takip eden ülkelerin net avantajlarını ortaya koyabilmek için tekno-ekonomik paradigma kavramından yararlanmışlardır. Perez ve Soete ekonomik ve teknolojik kalkınmanın, bir paradigmadan diğerine yıkıcı ve sürekli olmayan bir süreç, paradigma içinde ise birikimli ve sürekli bir süreç olarak görülmesi gerektiğini öne sürerler. “Peres ve Soete takipçi ülkelerin teknolojiyi yakalama bakımından iki pencereleri olduğunu söyler: birinci ve ikinci fırsat penceresi. Tekno-ekonomik paradigma içinde ürün yaşam devreleri vardır ve bu da geç kalanların yakalama fırsatlarını etkilemektedir. Bir ürün olgunlaştıkça teknolojisi de standartlaşır ve bu nedenle de karşılaştırmalı üstünlük gelişmekte olan ülke lehine kayar. Bu ise, geç kalan ülkelere, standartlaşmış ürünlerin üretimlerine girmeleri yoluyla önder ülkeleri yakalama yönünden bir fırsat penceresi açar. İşte buna, birinci fırsat penceresi denir. Ancak Perez ve Soete birinci fırsat penceresini çok önemsememektedirler. Perez ve Soete kimi olgun ürünlerin üretimlerinin gelişmekte olan ülkelere transferinin, önder ülkelerin sahip oldukları teknolojik ve kurumsal dinamizmlerine zarar vermeyeceklerini belirtmektedirler” (Kaynak 2007, s. 114). Lider ülke teknolojik olarak üstünlüğü hala elinde bulunduracaktır. “Tekno-ekonomik paradigmada meydana gelen kaymalar takipçi ülkeler için esas fırsat penceresini açar. Paradigma geçiş dönemlerinde takipçi ülkelerin sermaye stoku yükleri ve Kalkınma ve Yoksulluk • 25 geçmişten kalan kurumları taşıma sorunu yoktur fakat lider ülkelerin geçmişinden gelen kurumları ve teknolojik birikimi gerçekleştirmek istedikleri değişikliklerin önünde bir engel oluşturur. Geç kalmış ülkeler her şeyden önce lider ülkelerinde girdiği bir öğrenme sürecine onlarla beraber girer. Yeterli üretken kapasite ve yetişmiş eleman olması şartıyla, takipçi ülkeler bu geçiş sürecinde düşük giriş bariyerleri ile karşılaşırlar” (Perez ve Soete 1988, s. 477476). Perez ve Soete’nin yaptığı çalışmaya yapılan önemli eleştirilerden biri, “analizlerinin, yakalamanın gerçek tarihleri ile tam uyuşmadığıdır. Perez ve Soete’nin çalışmaları, ondokuzuncu yüzyıl Avrupa ülkeleri ve ABD ile yirminci yüzyıldaki Japonya ve Güney Kore’nin sanayileşmelerini referans alır gözükmektedir. Ancak bu ülkelerin tarihsel deneyimlerinin ayrıntılı bir analizini yapmamışlardır. Bunun yerine, esas olarak, teknoekonomik paradigma kaymalarının meydana geldiği dönemlerde ortaya çıkan başarılı yakalama olaylarını anlatmışlardır. İkincisi ve daha temel olanı, teknoloji yakalamasının, tarihsel bir olgu olarak meydana gelmiş olması; teknolojilerin bazı içsel özelliklerinin ya da teknolojik eğilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmamasıdır” (Kaynak 2007, s. 115). 1.3.3. Farklılaştırılmış Sistem (Gerschenkron) Abramovitz’den farklı olarak Gerschenkron teknoloji yakalama süreciyle sosyal yeteneğin artmasının aynı anda olduğunu vurgular ve bunu yaparken sosyal yetenek ve teknoloji açıklarının birlikte var olmasından hareket eder. Gerschenkron’un sisteminde geç kalmış ülkeler sanayi yaratmaya başlarken, lider ülkelerin kendilerine sağlayacağı olanaklarla o ülkelerin daha önce yarattığı teknolojik ve kurumsal gelişmelerden yararlanabilirler. Gerschenkron’un Farklılaştırılmış Sistem Yaklaşımı’nda; teknoloji ve sosyal kurumlar açısından geri olan ülkelerin doğrudan kendilerini kendi yapılarının izin verdiği ölçüde geliştirmeleri yerine, önder ülkeler tarafından daha önceden yaratılmış olan teknolojik ve kurumsal gelişmeleri kendilerine eklemledikleri çakışma sürecinin ardından devinim gerçekleşecektir. Lider ülkeler takipçi ülkelerdeki eğitim düzeyi ve kalitesini arttırarak ve nitelikli emek gücü yetişmesine katkıda bulunarak geri kalmış ülkelerin sorunlarının çözümüne önemli katkılar sağlayabilir. Gerschenkron önkoşulların tam sanayileşme hamlesiyle birlikte sağlanması gerektiğini öne sürer. Fakat bu sürecin olması için kurumlara ihtiyaç duyulmaktadır. Gerschenkron bu kurumların oluşmamış önkoşulların yaratılmasını sağlayacağını söyler. Takipçi ülkelerdeki bu 26• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ kurumlar, temel olarak, kaynakları harekete geçirerek onları ilgili sektörlerdeki sermaye yoğun projelere aktarır. “Gerschenkron’un şemasında, yakalama nedenselliği, koşullara özgü kurumların ortaya çıktığı ve yine buna özgü oluşturulan bir yakalama stratejisinin geçerli olduğu karmaşık bir sistemle açıklanmaktadır. Bu şemaya “farklılaştırılmış sistem” denmesinin nedeni de, tüm ülkelere ilişkin ortak faktörler yerine, önder ülkelerle geç kalan ülkeler ve geç kalan ülkelerin kendi arasındaki farkları, açıklayıcı değişkenler olarak ele almasıdır” (Kaynak 2007, s. 119). 2. DÜNYA’DA YOKSULLUK VE GELİR DAĞILIMI “Yoksulluk sorunu herhangi bir ülke ayrımı gözetmeksizin sadece dünyanın azgelişmiş bölgelerinin yaşadığı bir sorun olmaktan çıkmış, gelişmekte olan ülkelerin ve hatta gelişmiş ülkelerin önemli bir sorunu haline gelmiştir. Günümüzde dünya nüfusunun % 10’u toplam dünya gelirinin yüzde yetmişten fazlasını elde etmektedir. Toplam dünya nüfusunun 2.5 milyarı günlük 2 $ yoksulluk sınırının, 1 milyarı ,yaklaşık altıda biri, günde 1 $ yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi vermektedir. Yoksulluğun yanısıra ülkeler ve bölgeler arasındaki eşitsizlik giderek artmaktadır. Yoksul ülkelerin ortalama büyüme oranları zengin ülkelerden daha düşük olduğu için ülkeler arasındaki gelir uçurumu giderek genişlemektedir. 1960 yılında en zengin 20 ülkenin geliri, en fakir 20 ülkenin gelirinden 18 kat fazla iken, 1995’te bu oran 37 ile ikiye katlanmıştır” (Arpacıoğlu ve Yıldırım 2011, s. 64-65). “OECD’nin 2008 yılında yayınladığı raporda kendisine üye 30 devlet arasında yaptığı araştırmalar sonucunda toplum içindeki refah eşitsizliğinin en çok arttığı ülkenin Almanya olduğunu tespit etmiştir. Örgüt ayrıca 1985–2005 yılları arasında Türkiye’nin eşitsizliğin azaldığı az sayıda ülkeden biri olduğu sonucuna ulaşmıştır. Toplam Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan sanayileşmiş ülkeler, dünya zenginliğinin % 85’ini elinde tutmalarına rağmen en zengin ülkelerde yaşayan nüfusun %12’sini yoksullar oluşturuyor. Gelişmekte olan ülkelerde her dört kişiden birinin mutlak yoksulluk içinde yaşadığı OECD raporunda ifade edilmiştir. Sosyal güvenlik ve refah eşitliği açısından örnek gösterilen Almanya’da, özellikle eski Başbakan Gerhard Schröder dönemindeki gelir vergisi politikalarının ve istihdam reform paketinin sonucu olarak, alt ve üst gelir grupları arasındaki makas hızla açılmaya devam Kalkınma ve Yoksulluk • 27 ediyor. ‘Yeni alt tabaka’ olarak tanımlanan kesimin çoğunluğu işsiz, eğitimsiz insanlarla, tek başına çocuk yetiştirenler ve yabancılardan oluşuyor. Halkın yüzde 11’in yoksulluk sınırının altında yaşadığı Almanya, ilk kez OECD ortalamasının üstüne çıkmıştır. Öte yandan Almanya’da yoksul çocukların sayısı da, diğer sanayi ülkeleriyle kıyaslandığında, daha fazla artış göstermiş durumdadır. Şu anda yoksulluk içinde yaşayan çocukların oranı yüzde 16, başka bir deyişle sayısı 3 milyona ulaştı. Almanya’da fakirlik sınırı 781 Euro’nın altında kalan net gelir olarak tanımlanıyor” (Ala 2009, s. 5-6). Dünya Bankası (DB) çalışmalarında yoksulluk sınırını 2005-2020 yılları arasında 1.25 $’ı baz alarak bölgeler itibariyle yoksul nüfus oranlarını hesaplamaktadır. Dünya Bankası çalışmalarında 2015 ve 2020 yılında yoksulluğun giderek azalacağını tahmin etmektedir. 2020 yılında en az yoksul nüfus oranının Avrupa ve Merkezi Asya ülkeleri, en fazla yoksul nüfus oranının ise Alt Sahra Afrika ülkesinin olduğu tahmin edilmektedir. DB 2009 yılı itibariyle Dünyadaki en yoksul ve en zengin 10 ülkesinin kişi başına düşen GSMH rakamlarını ortaya koymaktadır. Tablo 1’ den de anlaşılacağı gibi dünyanın en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen GSMH 1000 doların altındadır. DB verilerine göre 2009 yılı itibariyle dünyanın en yoksul ülke sıralamasını kişi başına düşen GSMH oranı en düşük olan 319 dolarla Demokratik Kongo Cumhuriyeti yer almaktadır. Dünyanın en yoksul 10 ülkesinin kendi aralarındaki kişi başına GSMH rakamlarına baktığımızda, yoksullukta ikinci sırada yer alan Liberya’da 396 dolar ve 10. sırada yer alan Etiyopya’da 994 dolar’dır. 2009 yılı itibariyle DB’ nın belirlemiş olduğu dünyanın kişi başına düşen GSMH rakamı en yüksek olan ülke 56214 dolar ile Norveç’tir. Dünyanın en yoksul ve en zengin ülkesi arasındaki kişi başına düşen GSMH rakamlarına bakıldığında aradaki inanılmaz uçurum göze çarpmaktadır. GSMH bakımından dünyanın en zengin bölgesi en yoksul bölgesinden yaklaşık 200 kat daha büyüktür. Böylece bir kez daha yoksulluğun küresel bir boyutu, ülkeler arasındaki inanılmaz gelir uçurumu açıkça görülmektedir. 28• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Tablo 1: Kişi Başına Düşen Milli Gelir Düzeyleri Bakımından Dünyanın En Yoksul ve En Zengin 10 Ülkesi (Kişi Başına Düşen GSMH ($), 2008 -Satın Alma Gücü Paritesi İle) (Kaynak: World Development Report 2011) Kişi Başına Düşen En fakir 10 Ülke Milli Gelir (ABD Kişi Başına Düşen En Zengin 10 Ülke Doları) Milli Gelir (ABD Doları) Etiyopya 994 Norveç 56214 Mozambik 885 Singapur 50633 Togo 850 ABD 45989 Sierra Leone 808 İsviçre 45224 Malavi 794 Hong Kong Çin 43229 OrtaAfrikaCum. 757 İrlanda 40697 Eritrea 581 Hollanda 40676 Liberya 396 Avusturya 39539 Burundi 392 Kanada 37808 KongoDem.Cum. 319 Danimarka 36220 Tablo2’de gelir bölüşümü eşitsizliği, çeşitli ülkelerde nüfusun en zengin ve en yoksul %10’luk diliminin gelirden ne kadar pay aldıkları ve Gini katsayısı görülmektedir. İster %10’luk paylara isterse Gini katsayısına bakılsın ülkeler itibariyle gelir bölüşümünün hakça olmaktan oldukça uzak olduğu görülmektedir. Azgelişmiş ülkelerde gelir bölüşümü gelişmiş ülkeler göre daha bozuktur. En yüksek gelirli %10’luk kesimin gelirden aldığı payın, en düşük gelirli %10’luk kesimin gelirden aldığı pay ile karşılaştırılması gelir bölüşümünün eşitlikten uzaklığını görmek açısından çarpıcı bir gösterim sağlamaktadır. Gelişmiş ülkelerde nüfusun en yoksul %10’u milli gelirin %2-3’ünü alırken, nüfusun en zengin %10 ise gelirin dörtte birinden fazlasını almaktadır. Düşük gelirli ülkelerde nüfusun en yoksul %10’u gelirden %2-3 oranında pay alırken, nüfusun en zengin %10’nu ise gelirin %30’unu almaktadır. Bu rakamlar gelirin hakça pay- Kalkınma ve Yoksulluk • 29 laşımdan ne kadar uzak olduğunu gözler önüne sermektedir. Kişi başına düşen gelir düzeyi nin çok düşük olduğu azgelişmiş ülkelerde gelir bölüşümü oldukça bozuktur. Gelir bölüşümünde en şiddetli eşitsizliklerin yaşandığı ülkeler Brezilya, Venezüella, Nijerya, Arjantin, Meksika, Malezya, Rusya ve Kenya’dır. Brezilya’da en yoksul nüfusun %10’u gelirin sadece %1.’1ini alırken, nüfusun en zengin %10’u gelirin %43’ünü almaktadır. Tablo 2: Ülkeler İtibariyle Nüfusun En Zengin ve En Yoksul %10’luk Diliminin Gelirden Aldığı Pay ve Gini Katsayıları (Kaynak: UNDP Human Development Report 2009) En Yoksul Gini En %10’luk Zengin En Zengin Dilimin %10’luk %10’luk Gelirden Dilimin Dilimin Aldığı Pay Gelirden Aldığı Gelirden (%) Pay (%) Aldığı Pay katsayısı Gini katsayısı (%) Yüksek Gelirli Ülkeler ABD 1.9 29.9 0.408 Almanya 3.2 22.1 0.283 Avustralya 2.0 25.4 0.352 Avusturya 3.3 23.0 0.291 Belçika 3.4 28.1 0.330 Danimarka 2.6 21.3 0.247 Finlandiya 4.0 22.6 0.269 Fransa 2.8 25.1 0.327 G. Kore 2.9 22.5 0.316 Hollanda 2.5 22.9 0.309 İngiltere 2.1 28.5 0.360 İrlanda 2.9 27.2 0.343 30• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ İspanya 2.6 26.6 0.347 İsveç 3.6 22.2 0.250 İsviçre 2.9 25.9 0.337 İtalya 2.3 26.8 0.360 Japonya 4.8 21.7 0.249 Kanada 2.6 24.8 0.326 Norveç 3.9 23.4 0.258 Portekiz 2.0 29.8 0.385 Yeni Zelanda 2.2 27.8 0.362 Yunanistan 2.5 26.0 0.343 Üst Orta Gelirli Ülkeler Arjantin 1.2 37.3 0.500 Çek 4.3 22.4 0.254 Estonya 2.7 27.7 0.360 Hırvatistan 3.6 23.1 0.290 Letonya 2.7 27.4 0.358 Litvanya 2.7 27.4 0.357 Macaristan 3.5 24.1 0.300 Malezya 2.6 28.5 0.379 Meksika 1.8 37.9 0.481 Polonya 3.0 27.2 0.349 Slovakya 3.1 20.8 0.258 Venezüella 1.7 32.7 0.434 Cumhuriyeti Kalkınma ve Yoksulluk • 31 Alt Orta Gelirli Ülkeler Brezilya 1.1 43.0 0.550 Bulgaristan 3.5 23.8 0.292 Çin 2.4 31.4 0.415 İran 2.6 29.6 0.383 Mısır 3.9 27.6 0.321 Romanya 3.3 25.3 0.315 Rusya 2.6 28.4 0.375 Türkiye 1.9 33.2 0.432 Ukrayna 3.8 22.5 0.282 Düşük Gelirli Ülkeler Bangladeş 4.3 26.6 0.310 Etiyopya 4.1 25.6 0.298 Hindistan 3.6 31.1 0.368 Kenya 1.8 37.8 0.477 Moldova 3.0 28.2 0.356 Nijerya 2.0 32.4 0.429 Pakistan 3.9 26.5 0.312 Yemen 2.9 30.8 0.377 Venezüella’da en yoksul nüfusun %10’u gelirin sadece %1.7’sini alırken, nüfusun en zengin %10’u gelirin %32.7’sini almaktadır. Nijerya’da nüfusun en yoksul %10’u gelirin %2’sini alırken, nüfusun en zengin % 10’u gelirin %32.4’ini almaktadır. Arjantin için bu oranlar %1.2 %37.3, Meksika için, %1.8 %37.9, Malezya için %2.6 %28.5, Rusya İçin %2.6 %28.4, Kenya için ise %1.8, %37.8 olmaktadır (UNDP 2009, s. 195-198). Kişi başına düşen gelir seviyesinin düşüklüğü yanında gelirin de hakça paylaşımdan uzak olması azgelişmiş 32• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ülkelerde halkın tasarruf yapamamasına neden olmaktadır. Tasarruf oranlarının çok kısıtlı olduğu bu ülkelerde gelirin büyük kısmı gıda harcamalarına gitmektedir. “Dünya Bankası tarafından yayınlanan Küresel Ekonomik Beklentiler (Global Economic Prospects) araştırması verilerine bakılarak 2003 dönemindeki tahminler ve 2006 yılında yayınlanan kişi başına düşen GSYİH büyüklüğü için uzun dönemli beklentilere bakıldığında yüksek gelirli ülkelerin 1980’lerdeki yükselişlerini sürdüremediğini görmekteyiz. Buna karşılık gelişmekte olan ülkeler 1980’lerde %0,7 gibi bir performans sergilerken, 1990’larda %1,5 gibi bir performans sergilemektedir. Bunun yanı sıra, araştırmanın yapıldığı dönemde 2001-2005 arasında %2,4 ve 2006-2015 arasında %3,5 artış gerçekleştiği ifade edilmekte; 2006 verilerine göre 2001-2006 döneminde %3,7, 2006-2015 döneminde ise %3,5 oranında bir artış öngörülmektedir” (Tireli 2009, s. 90). Bu rakamlara bakarak Dünya’da günlük 1 doların altında yaşayan insanların sayısında 2015 yılında ciddi düşüşler olabileceğini düşünebiliriz. Bu durum, bazı araştırmacılar tarafından küreselleşmenin gelişmekte olan ülkelerin performansını arttırdığı ve yoksulluğu azalttığı yönündeki görüşlerini destekler görülmektedir. Dünya Bankası’nın günde 1 doların altında gelir ile yaşayan dünya nüfusuna ilişkin 2003 ve 2006 yıllarına ilişkin tabloları aşağıda yer almaktadır. Tablo 3: Günde 1 Doların Altında Gelirle Yaşayan Dünya Nüfusu (%) (2003 Yılında Oluşturulan Tablo) (Kaynak: World Bank: Global Economic Prospects, 2003, s.29-30) Bölge 1990 1999 2015 Doğu Asya ve Pasifik %30.5 %15.6 %3.9 Çin Dahil Edilmediğinde %24.2 %10.6 %1.1 Avrupa ve Orta Asya %1.4 %5.1 %1.4 Latin Amerika ve Karayipler %11 %11.1 %7.5 Orta Doğu ve Kuzey Afrika %2.1 %2.2 %2.1 Güney Asya %45 %36.6 %15.7 Orta ve Güney Afrika %47.4 %49 %46 Toplam %29.6 %23.2 %13.3 Çin Dahil Edilmediğinde %28.5 %25 %15.7 Kalkınma ve Yoksulluk • 33 “Dünya Bankasının 2003 yılındaki raporunda uzun dönemli yoksulluk tahminleri 1990 yılında tespit edilen %29,6 rakamına karşılık 1999 yılında bu oran %23,2’ye düşmüştür. 2015 yılı için ise aynı tahmin % 13,3 olarak ifade edilmektedir. Yoksulluğun 1990 yılında en fazla olduğu yer % 47.4 ile Orta ve Güney Afrika ve % 45 ile Güney Asya’dır. Güney Asya’da bu oran 1999 yılında % 36.6’ya düşerken, Orta ve Güney Afrika’da % 49’a yükselmiştir. Bu raporda yapılan projeksiyona göre, 2015 yılında yoksulluğun Güney Asya’da ciddi şekilde düşerek %15.7 oranında olacağı öngörülmektedir” (Tireli 2009, s. 91). “2006 yılı için hazırlanan aynı rapora bakıldığında ise geçmiş zamana ilişkin bazı rakamların revize edildiğini ve 2002 yılındaki iyileşmeler de dikkate alınarak 2015 yılına ilişkin projeksiyonun ise çok daha iyimser bir hale geldiğini görmekteyiz. Uzun dönemli yoksulluk tahmini 2002 yılında %21.1’e gerilemiş ve 2015 yılına ilişkin yapılmış olan projeksiyon revize edilerek tahmini yoksulluk oranı % 10.2’ye çekilmiştir. 1990 yılı itibarıyla en yoksul bölgeler olan Güney Asya ve Orta ve Güney Afrika için varılan tahmini sonuçlara göre, 2015 yılında bu rakamlar sırasıyla % 12.8 ve % 38.4 olmuştur. 2006 revizyonunda Orta ve Güney Afrika için 2003 yılı tahminine göre daha düşük bir yoksulluk oranı öngörülmektedir” (Tireli 2009, s. 91). Tablo 4: Günde 1 Doların Altında Gelirle Yaşayan Dünya Nüfusu (%) (2006 Yılında Oluşturulan Tablo) (Kaynak: World Bank: Global Economic Prospects, 2006, s.9) Bölge 1990 2002 2015 Doğu Asya ve Pasifik %29.6 %14.9 %0.9 Çin %33 %16.6 %1.2 Çin Dahil Edilmediğinde %21.1 %10.8 %0.4 Avrupa ve Orta Asya %0.5 %3.6 %0.4 Latin Amerika ve Karayipler %11.3 %9.5 %6.9 Orta Doğu ve Kuzey Afrika %2.3 %2.4 %0.9 Güney Asya %41.3 %31.3 %12.8 Orta ve Güney Afrika %44.6 %46.4 %38.4 Toplam %27.9 %21.1 %10.2 Çin Dahil Edilmediğinde %26.1 %22.5 %12.9 34• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ SONUÇ Bazı ülkelerin kalkınma deneyimlerinin tüm azgelişmiş ülke ekonomileri için geçerli olabileceği varsayımıyla hareket ederek genel bir kalkınma kuramının türetilmesi olası görünmemektedir. Geleneksel kalkınma kuramlarının tüm azgelişmiş ülkeler için benimsedikleri kalkınma yaklaşımları ve önerdikleri çözümler kalkınma sürecini kapsayıcı olmaktan uzaktır. Kalkınma sürecini sadece ekonomik boyuta indirmek, gerçek dünyadaki belirleyicilikleri yok saymak ve sorunun kültürel, ideolojik, siyasal boyutlarını dışlamak azgelişmişlik ve yoksulluk sorununun çözümüne katkı sağlamayacaktır. Küresel ölçekte uygulanan kapitalizmin dünya ölçeğinde doğurduğu ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunlar dikkate alınmadan sosyo ekonomik ve kültürel bir olgu olan azgelişmişliği anlamak imkansızdır. Ülkelerin gelişmişlik düzeylerinin birbirine yakınsaması konusunda geleneksel kalkınma kuramları teknolojik seviyeyi ön plana çıkarmıştır. Daha sonraları ortaya atılan kalkınma kuramları yakınsamanın olabilmesi için ülkelerin ilk önce belirli bir seviyede sosyal yeteneğe sahip olması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Sosyal yeteneğin eğitimin yanı sıra kök salmış kurumların varlığı ile oluşabileceği vurgulanmıştır. Bu yaklaşımlar, bir ülkenin yakınsama potansiyeline ancak sosyal yeteneğini geliştirmesi ile ulaşabileceğini öne sürmektedirler. Azgelişmiş ülkelerde gerçek anlamda kalkınma sürecinin başlatılabilmesi, bu ülkelerin teknolojiyi kullanabilmeleri ve üretebilmelerine bağlıdır. Bunun gerçekleşmesi için önemli olan ön koşullardan biri ise, ekonomik ve toplumsal yapılarının iyi analiz edilmesi ve bu yapıya uygun eğitim desteği verilmesine ve kurumların oluşturulmasına bağlıdır. Küresel olarak her geçen gün daha da önemli hale gelen yoksullukla mücadele kalkınma ekonomisinin ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Yoksullukla mücadele için en başta vurgulanması gereken şey, sürdürülebilir bir büyümenin gerekliliğidir. Uzun vadede yoksullukla mücadele için istikrarlı bir makro ekonomik çevrede sürdürülebilir büyümenin sağlanmasına önem verilmesi gerekir. İlave olarak, yoksulluğun azaltılması için çok daha yoğun ve kurumsal bir küresel işbirliğinin geliştirilmesi önemlidir. Çünkü sadece yardım ve borçlarla ciddi bir başarı sağlanamadığı görülmüştür. Artık uluslararası yatırımlar, ticaret, göç, finansal akımlar yanında kültürel ve siyasi konularda işbirliği olanakları geliştirilerek bunlar için kurumsal altyapı sağlanması zorunludur. Şüphesiz tüm bu alanlarda başarı için en fazla sorumluluk gelişmiş ülkelere ve onların denetimindeki çok uluslu kuruluşlara düşmektedir. Bu ülkeler veya kuruluşlar gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarının etkin Kalkınma ve Yoksulluk • 35 kullanımı konusunda teknik ve bilgi desteği sağlamalıdır. Ayrıca verilen yardım ve borçların amacına uygun kullanılması konusunda daha aktif bir tutum takınılmalıdır. Kaynakları yolsuzlukların finansmanında kullanan ülke veya hükümetlere yeni yardım ve kaynaklar verilmemelidir. Çünkü bu süreçte alınan borçlar verimsiz kullanıldığı için toplam borç yükü ve faizin yükü büyümekte ve bu da yoksulluğun daha da derinleşmesine yol açmaktadır. KAYNAKÇA Abramovitz, M. (1986), “Catching Up, Forging Ahead and Falling Behind”, The Journal of Economic History, Vol. 46, No:2. Ala, M. (2009), “Yoksulluk ve Küresel Çözümsüzlük”, PARADOKS, Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi, Yıl 5, Sayı 2. Arpacıoğlu, Ö. ve Yıldırım, M. (2011), “Dünya’da ve Türkiye’de Yoksulluğun Analizi”, Niğde Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt 4, Sayı 2. Doğan, A ve Öztürk, N. (2010), “Yeni Kalkınma Kuramları”, Bütçe Dünyası Dergisi, Sayı 33 (1). Gerschenkron, A. (1963), “The Early Phases of Industrialization in Russia: Afterthoughts and Counterthoughts”, The Economics of Take-Off into Sustained Growth, London, Macmillan, ss. 151-169. Kaynak, M. (2007), “Kalkınma İktisadı”, 2. Baskı, Gazi Kitabevi, Ankara. Mhyrman, J. (1989), “The New Institutional Economics and the Process of Economic Development”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, Volume: 145, Number:1, s. 38-59. Öztürk Nazım (2010), “Klasik ve Neoklasik İktisatta Gelir Bölüşümü”, Çalışma ve Toplum Ekonomi ve Hukuk Dergisi, Sayı:24, Cilt:1, s.59-89. Öztürk, N. ve Göktolga, Z. G. (2010), “Yoksulluk ve Gelir Bölüşümünü Belirlemede Kullanılan Ölçütler”, Bütçe Dünyası Dergisi, Sayı 34 (2). 36• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Peres, C. ve Soete, L. (1988), “Catching Up in Technology Technical Change and Economic Theory”, G. Dosi et al (Ed.): London and New York: Pinter. Romer, P. M. (1994), “The Origins of Endegenous Growth”, The Journal of Economic Perspectives, Vol. 8, No. 1. Tireli, M. (2009), “Küreselleşme ve Yoksulluk: Birleşmiş Milletler (UNDP) ve Dünya Bankası Göstergeleri Işığında Bir Analiz”, Sosyal Yardım Uzmanlık Tezi, T.C. Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü. UNDP (2011), “Human Development Report 2011”, http://hdr.undp.org/en/, Erişim Tarihi: 20.03.2012. UNDP (2009), “Human Development Report 2009”, http://hdr.undp.org/en/, Erişim Tarihi: 20.03.2012. WORLDBANK (2011), “Global Economic Prospect 2011”, http://www.worldbank.org/, Erişim Tarihi: 20.03.2012. WORLDBANK (2006), “World Development Report 2006: Equity and Development”, http://www.worldbank.org/, Erişim Tarihi: 20.03.2012. WORLDBANK (2011), “World Development Report 2006: Conflict, Development”, http://www.worldbank.org/, Erişim Tarihi: 20.03.2012 Security and WORLDBANK (2006), “Global Economic Prospects 2006”, http://www.worldbank.org/, Erişim Tarihi: 20.03.2012. WORLDBANK (2003), “Global Economic Prospects 2003”, http://www.worldbank.org/, Erişim Tarihi: 20.03.2012. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 37 - 50 Yusuf BAYRAKTUTAN * Mehmet ÖZBİLGİN ** Krizin Doğu Marmara (TR42) Bölgesinde Lojistik Sektörüne Etkisi Özet ABD konut piyasalarında başlayan ekonomik kriz, zamanla dünyadaki diğer ülkelere yayılarak küresel bir krize dönüşmüştür. 2008’in Eylül ayında başlayan kriz, 2009 yılında etkilerini daha şiddetli bir şekilde göstermiş; aynı yılın sonunda ise krizin ikinci aşaması ortaya çıkmış ve Yunanistan’ın başını çektiği AB ülkelerinde ciddi sorunlar baş göstermiştir. Finansal piyasalarda belirsizlik ve güvensizlik yaratan küresel kriz başta lojistik olmak üzere bir çok sektörü etkisi altına almıştır. Türkiye’de kriz nispeten daha az hissedilirken, lojistik sektörünü yansıtan göstergeler açısından TR42 Bölgesi, ülkeye göre krizden daha çok etkilenmiştir. Anahtar Kelimeler: Lojistik sektörü, Küresel kriz, TR42 Bölgesi. GİRİŞ Ticaret kapasitesi, bir ülkenin dünya pazarlarında ne denli rekabetçi olduğunu ortaya koymada önemli bir gösterge olarak görülmektedir. Küresel ticaretten pay almak ve dünya piyasalarına girmek etkili bir dağıtım ağına sahip olmanın yanında güçlü bir lojistik sektörünün varlığına bağlı kılınmaktadır. Bu bağlamda dış ticarette rekabet gücü yaratabilmek, ürünü üretim yerinden tüketim noktasına kadar düşük maliyette, hızlı ve güvenli bir şekilde ulaştırabilme becerisini gerektirmektedir. Küresel ekonomideki temel değişimin önemli göstergelerinden biride lojistik hizmetlerin giderek artması ve çeşitlenmesidir. Lojistik sektörünün yeterince gelişmemiş olması, sanayideki maliyetleri yukarı çeken bir unsur olarak görülmektedir. Lojistiğin ekonomideki öneminin her geçen gün artmasıyla, birçok ülke, sektörün ekonomi içindeki yerini ve etkinliğini artırmak için büyük çaba harcamaktadır. Bu çalışmanın amacı, 2008 yılında etkisini gösteren küresel krizin, TR42 Bölgesi’nde lojistik sektörü üzerindeki etkilerini analiz edip değerlendirmektir. Bu amaç doğrultusunda 2006-2011 dönemini kapsayacak şekilde, ekonomik kriz öncesi ve sonrasında, lojistik sektörüne ait göstergeler incelenmiş ve kriz süresi içindeki değişimlere dikkat çekilmiştir. Sektörün ekonomik krizden ne ölçüde etkilendiğinin belirlenmesinde bölgenin dış ticaret hacmi, karayolu ve denizyolu yük trafiği gibi başlıca faktörler dikkate alınmıştır. Bu * Kocaeli Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü, Umuttepe Kocaeli. Kocaeli Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü, Umuttepe Kocaeli. ** 38• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ değişkenler nitelik ve nicelik açısından lojistik sektörünün genelini tam olarak temsil etmese de yaşanan birtakım sorunların ortaya konması adına önemli bir gösterge oluşturmaktadır. 1. Küresel Krizin Dünyada ve Türkiye’de Lojistik Sektörüne Etkisi ABD konut piyasasında ortaya çıkan ve giderek tüm dünyaya yayılan küresel kriz, refah düzeyinin düşmesi, ekonomik faaliyetlerin gerilemesi, talebin azalması, firmaların finansman darboğazına girmesi, işsizliğin artması, sosyal şartların önemli ölçüde kötüleşmesi gibi pek çok ekonomik ve sosyal olumsuzluğu beraberinde getirmiştir. 2008 krizinin şimdiye kadarki krizlerden farkı, küresel bir kriz olması ve dünyadaki bütün ülkeleri etkilemiş olmasıdır (Eğilmez, 2009:69). Küresel kriz, iktisadi faaliyetleri belirgin şekilde yavaşlatmış; büyüme hızlarındaki ve ihracat miktarındaki azalmaların yanında işsizliğin artması ve toplam talep yetersizliği gibi olumsuz sonuçlar gözlenmiştir (Çiçek ve Hatırlı, 2009:3). Krizin yarattığı tüketim, üretim, istihdam daralmasından en çok etkilenen sektörlerden birisi lojistik sektörüdür. Sektör, yapısı itibarıyla piyasalarda görülen olumsuzluklardan diğer sektörlere göre daha hızlı etkilenmektedir (Özmen, 2008:108). Lojistik sektörünü etkileyen en önemli etkenlerden biri ticaret hacmidir. Tablo 1’de 2006-2010 yılları arasındaki dünyadaki toplam ihracat ve ithalat ile ulaştırma hizmetleri ticareti görülmektedir. 2006 ve 2008 yılları arasında ortalama %15 büyüyen toplam ithalat ve ihracat, 2009 yılında küresel krizin etkisiyle yaklaşık %25 oranında azalmıştır. Dünyada ulaştırma hizmetleri ihracı bir önceki yıla göre 2007’de %20, 2008’de ise %16 oranında artarken 2009’da %23 oranında azalmıştır. Ulaştırma hizmetleri ithali ise 2007’de %19, 2008’de ise %16,5 oranında artarken 2009’da %22 oranında azalmıştır. Tablo 1: Dünyada ve Türkiye’de Toplam Ticaret ve Ulaştırma Hizmetleri Ticareti (milyon dolar) 2006 2007 2008 2009 2010 Dünyada Toplam İhracat 12.113.000 14.003.000 16.120.000 12.516.000 15.237.000 Dünyada Toplam İthalat 12.437.000 14.304.000 16.524.000 12.720.000 15.402.000 Dünyada Ulaştırma Hizmeti İhracı 636.600 767.100 889.800 683.900 785.400 Dünyada Ulaştırma Hizmeti İthali 755.300 896.200 1.044.200 816.000 960.200 Türkiye'de Toplam İhracat 85.535 107.272 132.027 102.143 113.883 Türkiye'de Toplam İthalat 139.576 170.063 201.964 140.928 185.544 Türkiye'de Ulaştırma Hizmeti İhracı 4.962 6.532 7.761 7.549 8.394 Türkiye'de Ulaştırma Hizmeti İthali 4.597 6.896 7.895 6.519 8.366 Kaynak: WTO, Statistics Database, atProgramHome.aspx?Language=E; TÜİK, İllere PreIstatistikTablo.do?istab_id=646, 10.04.2012. http://stat.wto.org/StatisticalProgram/WSDBSt Göre Dış Ticaret, http://ww w.tuik.gov.tr/ Krizin Doğu Marmara (TR42) Bölgesinde Lojistik Sektörüne Etkisi • 39 Kriz sürecinde hem ulusal hem de uluslararası ölçekte ticaret hacminde daralma görülmektedir. Piyasalarda durgunluk, ekonomilerin küçülmesi, ticari mal hareketlerinin zayıflaması, daha az ithalat ve ihracat yapılması, lojistik faaliyetlerin azalmasına ve reel sektöre hizmet veren lojistik şirketlerin pazarlarının daralmasına neden olmuştur. Lojistik sektöründeki faaliyetlerin küçülmesi sektörün bütününde taşıma operatörleri, lojistik terminaller, gemi işletmecileri, depo-antrepo işletmeciliği yapan kuruluşlar gibi lojistik hizmet üreten tüm tarafların yanında, sektörde dolaylı hizmet üretenleri de kaçınılmaz olarak etkilemiştir (İEÜ, 2009:22). Grafik 1’de, Tablo 1’de verilen dünyada ve Türkiye’de gerçekleşen toplam ihracat değerleri, 2006’daki değerleri baz alınarak karşılaştırılmaktadır. Kriz nedeniyle ihracattaki önemli düşüş grafikte net olarak görülmekte ve büyüme oranları bakımından Türkiye’nin daha iyi performans sergilediği gözlenmektedir. Grafik 1: Dünyada ve Türkiye’de Toplam İhracat (2006=100) 175 150 Dünya Toplam İhracatı 125 Türkiye Toplam İhracatı 100 2006 2007 2008 2009 2010 Grafik 2’de, Tablo 1’de verilen dünyada ve Türkiye’de gerçekleşen ulaştırma hizmeti ihracat değerleri, 2006’daki değerler baz alınarak karşılaştırılmaktadır. Krizden, dünyadaki ulaştırma hizmetlerinin önemli oranda etkilendiği görülmekte ve yine büyüme oranları bakımından Türkiye’nin daha iyi performans sergilediği ve krizden dünyaya göre daha az etkilendiği gözlenmektedir. Grafik 2: Dünyada ve Türkiye’de Ulaştırma Hizmeti İhracı (2006=100) 175 150 Dünya Ulaştırma Hizmeti Ticareti 125 Türkiye Ulaştırma Hizmeti Ticareti 100 2006 2007 2008 2009 2010 40• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Ekonomik krizin temel göstergelerinin en önemlilerinden birisi de GSYİH’deki düşüştür. Tablo 2’de GSYİH’yi oluşturan seçilmiş bazı sektörlerle birlikte GSYİH’deki değişimler görülmektedir. Bir önceki yıla göre, 2009’da Türkiye’nin GSYİH’si %5 oranında küçülmüş, aynı yıl diğer sektörlerde de benzer oranlarda düşüşler gözlenmiştir. Tablo 3: Türkiye’de GSYİH’yi Oluşturan Seçilmiş Sektörler ve GSYİH 2006 2007 23.033.310 24.326.791 6.220.955 6.573.647 Toptan ve perakende ticaret 12.708.356 Ulaştırma, depolama ve haberleşme 13.830.467 GSYİH 96.738.320 101.254.625 101.921.730 97.003.114 105.885.644 114.873.979 İmalat sanayi İnşaat 2008 2009 2010 2011 25.606.668 28.024.300 5.067.196 5.996.258 6.665.283 13.436.516 13.237.437 11.863.006 13.480.057 15.022.261 14.811.164 15.026.108 13.936.885 15.414.012 17.071.477 24.290.306 22.538.467 6.040.811 Kaynak: TÜİK, Sabit Fiyatlarla GSYİH - İktisadi Faaliyet Kollarına ve 1998 Temel Fiyatlarına Göre, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=993, 10.04.2012. Grafik 3’te, Tablo 3’te verilen GSYİH ve ulaştırma sektörü değerleri, 2006’daki değerler baz alınarak karşılaştırılmaktadır. Krizin, Türkiye’de ulaştırma sektörüne ve GSYİH’ye etkileri grafikte daha net görülmektedir. Grafik 3: Türkiye’de Ulaştırma Sektörü ve GSYİH’de Değişimler (2006=100) 130 120 Ulaştırma Sektörü GSYİH 110 100 2006 2007 2008 2009 2010 2011 Küresel kriz ile birlikte düşük seyreden yurtiçi ve uluslararası talep koşullarından dolayı ticarette ve sanayide küçülme yaşanmıştır. Ticarette 2009’da yaşanan küçülme % 10,4 olarak gerçekleşmiştir. 2009’da, GSYH’nin % 12,2’lik kısmını oluşturan ticarette görülen düşüş, GSYH’nin % 1,26 küçülmesine neden olmuştur. GSYH’nin % 13-15’lik kısmını oluşturan ulaştırma sektörü, azalan ekonomik aktivite dolayısıyla 2009 yılında % 7,1 oranında küçülmüştür. Ulaştırma sektöründe azalan ticaretin payı çok fazladır. Ticaretteki daralma Krizin Doğu Marmara (TR42) Bölgesinde Lojistik Sektörüne Etkisi • 41 lojistik ihtiyacını azaltmış ve ulaştırma faaliyetlerinin hem ulusal hem de küresel ölçekte azalmasına neden olmuştur. Ulaştırma sektöründe görülen daralma 2009 yılında süreklilik arz etmiş ve GSYH’nin % 1,02 küçülmesine neden olmuştur (MÜSİAD, 2010:81). 2. Küresel Krizin TR42 Bölgesi’nde Lojistik Sektörüne Etkisi TR42 Bölgesi, Batı ile Doğu'yu birbirine bağlayan stratejik konumu, Türkiye'nin ekonomi merkezi İstanbul ve idari merkezi Ankara ile güçlü ulaşım bağlantıları ve Karadeniz ile Marmara Denizi üzerinden dünyaya açılan kapıları ile uluslararası sanayi açısından önemli bir üs konumundadır. Bu konumunu; planlı sanayi yapılanması, nitelikli işgücü potansiyeli, bilimsel kurumlar ile sanayi arası işbirliği altyapısı ve Ar-Ge gücü ile sağlamlaştırmaktadır (MARKA, 2010:7). Bölge, gelişmiş ekonomisi ve coğrafi konumunun sağladığı avantajlarla lojistik yoğunlaşmanın en fazla görüldüğü yerlerden biridir. Bunun yanı sıra Marmara Denizi ve Karadeniz’e olan kıyısı, gelişmiş karayolu ve demiryolu ağı, İstanbul, Bursa ve Ankara gibi önemli merkezlere yakınlığı, İzmit Körfezi’ndeki limanlardan faydalanabilmesi ve güçlü sanayi yatırımları ile lojistik sektörü açısından cazibe merkezi olma özelliği taşımaktadır (Özbilgin, 2011:100). Yaşanan ekonomik kriz, TR42 Bölgesi için de önemli sonuçlar doğurmuştur. Ticaret hacminin daralması ve ekonomilerin küçülmesi, yük taşımacılığını ve Türkiye'nin en büyük ihracat limanlarına sahip olan İzmit Limanları'ndaki iş hacmini önemli oranda etkilemiştir. Mal ticareti ve imalat sanayinin yoğunlaştığı bölgede, krizin etkisiyle dış ticaret hacmi 2009’da büyük bir düşüş yaşamıştır. Tablo 4: TR42 Bölgesi’nde ve Türkiye’de İhracat (000 ABD Doları) İller 2006 2007 2008 2009 2010 2011 Kocaeli 4.929.636 5.860.399 8.468.835 4.577.535 9.486.502 12.341.552 Sakarya 2.981.394 3.522.655 2.912.889 1.722.375 1.678.154 2.011.689 Düzce 37.258 54.682 90.254 64.342 65.919 76.741 Bolu 25.155 33.877 47.013 45.743 53.861 90.804 Yalova 21.261 22.797 42.716 33.623 46.479 46.713 7.994.704 9.494.409 11.561.708 6.443.618 11.330.915 14.567.499 TR42 Türkiye 85.534.676 107.271.750 132.027.196 102.143.101 113.883.219 134.969.273 Kaynak: TÜİK, İllere Göre Dış Ticaret, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo. do?istab_id=646, 10.04.2012. 42• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Küresel ekonomik krizden dolayı Türkiye’nin 2009 yılı ihracatı 2008’e oranla yaklaşık %23 oranında düşmüştür. TR42 Bölgesi’nin ihracatı ise aynı dönemde %44’ün üzerinde düşüş göstererek küresel krizden daha fazla etkilenmiştir. Krizin etkilerinin azalması ile 2010 yılında Türkiye ihracatı bir önceki yıla göre %11,5 oranında artarken TR42 Bölgesi ihracatı %76 oranında artmıştır. Dikkat edilirse, bölge ihracatında %65-%85 aralığında değişen oranlarda Kocaeli’nin payı bulunmaktadır. Tablo 5 incelendiğinde dikkat çeken diğer husus, 2010’da Sakarya’da krizin etkilerinin devam ederek ihracatın düşmeye devam etmesi, Kocaeli’nin ihracatında ise bir önceki yıla göre %107 oranında bir artış görülmesidir. Sonuç olarak ihracat göstergelerine dayanarak küresel krizden ülkeye nispeten TR42 Bölgesinin daha şiddetli etkilendiği ve Kocaeli’nin krizin etkilerinin zayıfladığı 2010’da önemli bir gelişme gösterdiği gözlenmektedir. Tablo 5: TR42 Bölgesi’nde ve Türkiye’de İhracatın Değişim Oranları İller 2006 2007 2008 2009 2010 2011 Kocaeli %48 %19 %44 - %45 %107 %30 Sakarya %10 %18 - %17 - %41 - %3 %20 Düzce - %10 %47 %65 - %29 %2 %16 Bolu %11 %35 %39 - %3 %2 %69 Yalova - %15 %7 %87 - %21 %40 %0.5 TR42 %30 %19 %22 - %44 %76 %29 Türkiye %16 %25 %23 - %23 %11 %19 Türkiye’nin ihracatında yaşanan gerileme, doğrudan ihracata yönelik üretim yapan sektörlerde işten çıkarmaların yaşanması sürecini de beraberinde getirmiş; ayrıca ülkenin çeşitli illerinde bulunan bazı sanayi tesisleri üretime ara vermek, bazıları ise kapanmak zorunda kalmıştır (Ünal ve Kaya, 2009:13). TR42 Bölgesi, ülkenin toplam sanayi üretiminde ve ihracatında başı çekmektedir. Ana pazarları oluşturan AB ülkelerinde küresel mali krizin etkilerinin halen hissediliyor olması, bölgede üretilen sanayi ürünlerinin dış talebinde daralmaya neden olmuştur (MARKA, 2010:111). Grafik 4’te bölgenin Türkiye’ye göre krizden daha fazla etkilendiği net olarak görülmektedir. Krizin Doğu Marmara (TR42) Bölgesinde Lojistik Sektörüne Etkisi • 43 Grafik 4: TR42 Bölgesi’nde ve Türkiye’de İhracatta Değişimler (2006=100) 200 150 100 50 2006 2007 2008 TR42 2009 2010 2011 Türkiye Krizin etkileri ithalatta da kendini göstermektedir. Türkiye’nin 2009 yılı ithalatı 2008’e oranla yaklaşık %30 oranında düşmüştür. TR42 Bölgesi’nin ithalatı ise aynı dönemde %44’ün üzerinde düşüş göstererek küresel krizden daha fazla etkilenmiştir. Krizin etkilerinin azalması ile 2010’da Türkiye ithalatı bir önceki yıla göre %32 oranında artarken TR42 Bölgesi ithalatı yaklaşık %25 oranında azalmıştır. Tablo 6: TR42 Bölgesi’nde ve Türkiye’de İthalat (000 ABD Doları) 2006 2007 2008 2009 2010 2011 Kocaeli 16.060.025 18.956.858 25.773.679 14.347.519 10.421.788 12.702.966 Sakarya 1.930.986 2.018.569 1.708.866 908.949 1.005.086 1.368.316 Düzce 62.541 58.349 67.120 49.604 80.297 102.479 Bolu 69.828 91.208 137.935 99.518 114.592 144.026 Yalova 20.793 20.259 39.127 37.305 47.049 50.716 18.144.173 21.145.244 27.726.728 15.442.894 11.668.812 14.368.503 TR42 Türkiye 139.576.174 170.062.715 201.963.574 140.928.022 185.544.332 240.837.860 Kaynak: TÜİK, İllere Göre Dış Ticaret, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=647, 10.04.2012. 44• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Tablo 7: TR42 Bölgesi’nde ve Türkiye’de İthalatın Değişim Oranları 2006 2007 2008 2009 2010 2011 Kocaeli %28 %18 %36 - %44 - %27 %22 Sakarya %24 5 - %15 - %47 %10 %36 Düzce - %1 - %7 %15 - %26 %62 %28 %2 %31 %51 - %28 %15 %26 Yalova %46 - %3 %93 - %5 %26 %8 TR42 %27 %17 %31 - %44 - %24 %23 Türkiye %20 %22 %19 - %30 %32 %30 Bolu Bölgenin gerçekleştirdiği toplam ithalatta Kocaeli’nin yaklaşık %90 payı bulunmaktadır. Bu yüzden, TR42 Bölgesi ithalat hacmini belirleyen kent Kocaeli’dir. Grafik 5’te görüldüğü gibi, 2008’den sonra bölge bir daha 2006 yılındaki ithalat hacmini yakalayamamıştır. Grafik 5: TR42 Bölgesi’nde ve Türkiye’de İthalatta Değişimler (2006=100) 200 150 TR42 100 Türkiye 50 0 2006 2007 2008 2009 2010 2011 Türkiye’de küresel krize kadar her yıl taşıma türlerinin tamamında yük trafiğinde artış yaşanmıştır. 2009’da gerçekleşen yük trafiğinde karayolunda %3, denizyolunda %2, demiryolunda %7, havayolunda ise %4 azalma görülmüştür. Krizin etkilerinin azalmaya başladığı 2010’da ise yük trafiğindeki artış devam etmiştir. Krizin Doğu Marmara (TR42) Bölgesinde Lojistik Sektörüne Etkisi • 45 Tablo 8: Türkiye’de Taşıma Türlerine Göre Yük Trafiği 2006 2007 2008 2009 2010 177.399 181.330 181.935 176.455 190.365 Değişim %6 %6 %0.3 - %3 %8 Denizyolu (milyon ton) 244 286 315 309 349 %15 %17 %10 - %2 %13 20.185 21.404 23.491 21.813 24.355 %5 %6 %10 - %7 %12 1.279 1.448 1.535 1.598 2.021 %24 %13 %6 - %4 %26 Karayolu (ton-km) Değişim Demiryolu (bin ton) Değişim Havayolu (ton) Değişim Kaynak: KGM, Karayolları Üzerindeki Seyir ve Taşımalar, http://www.kgm.gov.tr/ iteCollectionDocuments/KGMdocuments/Istatistikler/SeyirVeTasimalar.pdf; Denizcilik Müsteşarlığı, Deniz Ticaret İstatistikleri, http://www.denizcilik.gov.tr/istatistikmodul/Default.aspx?dizin= DENIZTICARETISTATISTIKLERI; TÜİK, Demiryolu Uzunluğu, Tren Kilometre, Ton Kilometre ve Yük Taşıma, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistik Tablo.do?istab_id=371; TÜİK, Havayolu İstatistikleri, http://www.tuik.gov.t r/PreIstatistikTablo.do?istab_ id=376, 06.04.2012. Grafik 5: Türkiye’de Taşıma Türlerine Göre Yük Trafiği (2006=100) 160 100 2006 2007 Karayolu 2008 Denizyolu 2009 Demiryolu 2010 Havayolu Türkiye’deki karayolu yük trafiğinin %10’dan fazla kısmı TR42 Bölgesi’nde gerçekleşmektedir. TR42 Bölgesinde karayolu yük trafiği 2008’den itibaren azalmaya, 2010’da ise artmaya başlamıştır. 46• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Tablo 9: TR42 Bölgesindeki İllerde ve Türkiye’de Karayolu ile Taşınan Yük Miktarı (ton-km) 2006 2007 2008 2009 2010 Kocaeli 6.927 7.888 8.129 7.631 8.054 Sakarya 4.539 4.736 4.725 4.485 4.745 Bolu 3.653 4.014 3.745 4.037 4.240 Düzce 2.533 2.641 2.643 2.547 2.685 Yalova 1.153 1.155 1.142 945 1.107 18.805 20.434 20.384 19.645 20.831 177.399 181.330 181.935 176.455 190.365 TR42 Türkiye Kaynak: KGM, 2010 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, 2009 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, 2008 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, 2007 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, 2006 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı, Ankara. Grafik 6: TR42 Bölgesindeki İllerde Karayolu ile Taşınan Yük Miktarı (2006=100) 120 Kocaeli Sakarya Bolu 100 Düzce Yalova 80 2006 2007 2008 2009 2010 Grafik 7: TR42’de ve Türkiye’de Karayolu ile Taşınan Yük Miktarı (2006=100) 115 110 TR42 105 Türkiye 100 95 2006 2007 2008 2009 2010 Krizin Doğu Marmara (TR42) Bölgesinde Lojistik Sektörüne Etkisi • 47 Türkiye’de denizyolu ile yapılan yük taşımacılığında 2009 yılı hariç tutulursa 2006’dan sonra artışlar yaşanmıştır. Ancak TR42 Bölgesi için benzer bir durum sözkonusu olmamıştır. Tablo 10’da görüldüğü gibi TR42 Bölgesindeki limanlarda toplam elleçleme miktarı 2009’da önemli bir düşüş yaşansa da, 2006-2011 aralığında durağan kalmıştır. Denizyolu ile gerçekleştirilen uluslararası taşımalar sınırları ortadan kaldırdığı için, küresel bazda yaşanan rekabetin ve krizin etkilerinden doğrudan etkilenmektedir (Denizcilik Müsteşarlığı, 2010a:25). Bu bağlamda, Grafik 8’e dikkat edilirse 2009 yılında gerçekleşen azalma TR42’de ülkeye göre daha şiddetli ve kalıcı olmuştur. Tablo 10: TR42 ve Türkiye’de Limanlarda Gerçekleştirilen Toplam Elleçleme Miktarı (milyon ton) 2006 TR42 Türkiye 2007 2008 2009 2010 2011 55 56 54 49 55 56 244 286 315 309 349 363 Kaynak: Denizcilik Müsteşarlığı, Deniz Ticaret İstatistikleri, http://www.denizcilik.gov.tr/ istatistikmodul/Default.aspx?dizin=DENIZTICARETISTATISTIKLERI, 06.04.2012. Grafik 8: TR42’de ve Türkiye’de Limanlarda Gerçekleştirilen Toplam Elleçleme (2006=100) 160 140 TR42 120 Türkiye 100 80 2006 2007 2008 2009 2010 2011 48• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ SONUÇ Türkiye’de küresel krizin etkileri özellikle 2008’in sonlarından itibaren belirginleşmeye başlamış ve başta reel kesim olmak üzere büyüme, işsizlik ve enflasyon gibi göstergelere de yansımıştır. Toplam dış talep daralmasının yanı sıra başta yatırım talebi olmak üzere iç talepte de kırılma yaşanmıştır. Kriz sürecinde hem ulusal hem de uluslararası ölçekte daralan ticaret hacmi ve azalan siparişler lojistik sektörünü olumsuz etkilemiştir. Lojistik sektörü, ekonominin ve sosyal yaşamın itici gücü ve vazgeçilmez unsuru olarak değerlendirilmektedir. Krizin lojistik sektörü göstergeleri üzerindeki etkilerinin araştırıldığı bu çalışmada özellikle 2008’in ikinci yarısından itibaren yük trafiği ve dış ticaret rakamlarının ciddi bir azalma eğilimine girdiği gözlenmiştir. TR42 Bölgesi’nin kara ve deniz bağlantıları bulunmasının yanı sıra stratejik geçiş noktaları üzerinde yer alması lojistiği önem taşıyan bir sektör olarak öne çıkarmaktadır. Özellikle Kocaeli’nin ülke genelinde lojistik gelişmişlik açısından önemli bir yeri olduğu bilinmektedir (Özbilgin, 2011:134). Küresel kriz sonrasında bölgenin dünya piyasalarında etkin yer edinmesi, sektörün yapısı ve gelişme potansiyelleri üzerinden belirlenecek doğru stratejilere bağlı kılınmaktadır. Türk ihraç ürünlerinin pazarlara ulaşması ve buralarda rekabetçiliğini sağlaması, dağıtım kanallarının ve lojistik faaliyetlerinin etkinliği ölçüsünde mümkün olmaktadır. Bu bağlamda, yaşanan krizin sektörde ortaya çıkardığı olumsuz etki, yerli üreticilerin uluslararası piyasalara açılması önünde önemli bir engel oluşturmuştur. Krizin Doğu Marmara (TR42) Bölgesinde Lojistik Sektörüne Etkisi • 49 KAYNAKÇA Bayraktutan, Yusuf ve Mehmet Özbilgin (2011) Lojistik Sektörünün Düzey 2 Bölgelerinde Yığınlaşma Analizi ile İncelenmesi, Selçuk Üniversitesi Üçüncü Yerel Ekonomiler Kongresi Bildiriler Kitabı: 108-120. Çiçek, Uğur ve Selim Adem Hatırlı (2009) Küresel Ekonomik Krizin Türkiye İmalat Sanayi Sektörüne Etkilerinin Analizi, Uluslararası Davraz Kongresi, Isparta. Denizcilik Müsteşarlığı (2010a); Küresel Ekonomik Krizin Deniz Ticaretine Yansımalarının Etkisel Analizi, http://www.denizcilik.gov.tr/dm/yayinlar/ kriz.pdf Denizcilik Müsteşarlığı (2012b) Deniz Ticaret İstatistikleri, http://www.denizcilik.gov.tr/ista tistikmodul/Default.aspx?dizin=DENIZTICARETISTATISTIKLERI, 06.04.2012. Eğilmez, Mahfi (2009) Küresel Finansal Kriz, Remzi Kitabevi, İstanbul. İEÜ (2009) İzmir’de Lojistik Sektörünün Mevcut Durumu ve Gelişme Potansiyelinin Analizi, www.izka.org.tr/files/lojistik_rapor.pdf, 06.04.2012. KGM (2012) Karayolları Üzerindeki Seyir ve Taşımalar, http://www.kgm.gov.tr/Site CollectionDocuments/KGMdocuments/Istatistikler/SeyirVeTasimalar.pdf, 06.04.2012. KGM (2011) 2010 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı, Ankara. KGM (2010) 2009 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı, Ankara. KGM (2009) 2008 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı, Ankara. KGM (2008) 2007 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı, Ankara. KGM (2007) 2006 Trafik ve Ulaşım Bilgileri, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı, Ankara. MARKA (2010) TR 42 Doğu Marmara Bölge Planı 2010-2013, Doğu Marmara Kalkınma Ajansı Yayını. MÜSİAD (2010) 2010 Türkiye Ekonomi Raporu Ekonomide ve Demokraside Yükselme Zamanı, Mavi Ofset, İstanbul. TÜİK (2012a) Sabit Fiyatlarla GSYİH - İktisadi Faaliyet Kollarına ve 1998 Temel Fiyatlarına Göre, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=993, 10.04.2012. TÜİK (2012b) İllere Göre Dış Ticaret, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_ id=646, 10.04.2012. TÜİK (2012c) İllere Göre Dış Ticaret, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id= 647, 10.04.2012. 50• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ TÜİK (2012d) Demiryolu Uzunluğu, Tren Kilometre, Ton Kilometre ve Yük Taşıma, http:// www.tuik.gov.tr/PreIstatistik Tablo.do?istab_id=371, 06.04.2012. TÜİK (2012e) Havayolu İstatistikleri, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_ id=376, 06.04.2012. TÜİK (2012f) İstihdam Edilenlerin Yıllar Ve Cinsiyete Göre İktisadi Faaliyet Kolları, http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=1184, 06.04.2012. Ünal, Ali ve Hüseyin Kaya (2009) Küresel Kriz ve Türkiye, Ekonomi ve Politika Araştırmaları Merkezi, İstanbul. Özbilgin, Mehmet (2011) Lojistik Sektörünün İktisadi Analizi: Kocaeli Örneği, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, SBE. Özmen, Ruhi Engin (2008) Dünyadaki Ekonomik Kriz ve Lojistik Sektörü, Durum, ss.106-109. WTO (2012) Statistics Database, http://stat.wto.org/StatisticalProgram/WSDBStatProgram Home.aspx?Language=E, 10.04.2012. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 51 - 58 Ayşe Balcı ∗ Sessizden Sesliye: Sinema Dilinin Evrimi From Unvoiced to Voiced: Revolution in Cinema Language Özet Ses birçok duyumuza hitap eden, sinema sanatının içinde başından beri var olan bir olgudur. Bu varoluş, gerek filmlerin üzerine kaydedilen müziklerle gerekse de sinemada filmlerin canlı orkestralar eşliğinde izlenmesiyle göstermiştir kendini. Bu bakımdan sinema görsel yanıyla olduğu kadar işitsel yanıyla da önemli bir sanattır. Görselliğin gerçek anlamda sesle buluşması da uzun sürmemiştir bu bağlamda. Sinemaya gelen ses birçok değişikliğe de yol vermiştir; sinema endüstrisi sese göre yeniden yapılanmış, oyunculuk ve senaryo kavramları değişmiştir. Bütün bunlar olurken bazı sinema kuramcıları, sesin sinemada kullanımının sinemayı olumsuz yönde etkilediğini savunmuş bazıları ise sesi gerekli görmüş ve sinemanın sesle birlikte daha gerçekçi bir anlatıma kavuşacağını söylemiştir. Anahtar Kelimeler: Sesli, sessiz, müzik, oyunculuk,senaryo Abstract Voice is an inner and earlier fact of cinema that adresses to most of our senses. This existence showed itself by the aid of both the musics recorded on films and being watched them with the accompanying living orchestras. From this point of view, cinema is so essintial because of both its audial visual way. In this context mergence of visulity and voice hadn’t been last long. The voice that is coming with the cinema triggered plenty of changes; cinema industry has reorganized according to voice, acting and script concepts has changed. By the time all of these happen some of the cinema theorists asserted that using voice in the cinema negatively effected however some of them asserted that it was necessary to use voice with cinema and cinema became more realistic with the aid of voice. Keywords: Unvocied, voiced, music, acting, script ∗ Kocaeli Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema ABD Tezli YL Öğrencisi, aysebalci@hotmail.com 52• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Sinema sessiz bir sanat olarak başladı. Sinemadaki teknik gelişmeler ve ticari kaygılar kaçınılmaz olarak ‘ses’i, ‘renk’i ve daha birçok yeniliği getirdi sinemaya. Bu çalışma, sinemanın sessizden sesli döneme geçiş evresinde yaşanan birtakım değişiklikleri göz önüne sermeyi amaçlamaktadır. Sinemanın bir sanat olarak sessiz dönemde ve sesli dönemde nasıl anlamlandırıldığına bakılacak olup sessiz/sesli sinemada senaryo, oyunculuk ve endüstri kavramlarının nasıl değiştiği incelenecektir. Ayrıca sinemacı/kuramcı/eleştirmenlerin sesli sinema karşısındaki tutumlarının nasıl olduğu konusuna da değinilecektir. 1.Sinema Dili Görüntü, sinema anlatısında, bakış açısı anlamında bir tür dezevantaj iken, ses –onun sürekli varlığı- açık bir avantajdır. Christian Metz sinemadaki beş enformasyon kanalını teşhis eder: (1) Görsel imge. (2) Basılı ve diğer grafikler. (3) Konuşma. (4) Müzik. (5) Gürültü (ses efektleri). İlginç bir biçimde bu kanalların çoğunluğu görselden çok işitseldir (Monaco, 2008:204).Bu kanallardan görsel imge ve gürültü kesintisiz bir ilerleme çizgisine sahiptir. ‘Görüntü’yü dikkatimizi yönelterek okuruz, ‘ses’i ise okumayız. Çünkü ses her yerde, her zamanda ve her yöndedir. Sesin yaygınlığı onu çekici kılmaktadır. Ses, bu yanıyla hem zamanı hem de uzamı üretir. Görüntüye eklenen ses, zamanın geçtiği duygusunu yaratabildiğinde canlanır (Monaco, 2008). 2.Sinemada Müzik Çoğu sinemacı sinemada sessiz bir dönem olmadığını sesin sinemada hep varolduğunu savunur. Bunun nedeni, sessiz sinema döneminde müziğin hep bir şekilde sinemanın içinde olmasıydı. Sessiz sinemanın ilk yıllarında (1890’ların ortalarından 1900’lerin başına kadar) varyete gösterisinin parçası olarak gösterilen filmlere vodvil/müzikhol orkestraları eşlik etmekteydi ve bu çalınan müzik dikkatle hazırlanırdı. Filmler kendilerine ait salonlarda gösterilmeye başlanınca (1905 civarı), piyanolar ya da mekanik eşdeğerleriyle yapılan müzik de onlarla birlikte taşındı. Bu evrede film müziği ayrı bir meslek olarak algılanmaya başlandı. 1910’dan itibaren ise müziğe daha fazla bütçe ayıran büyük salonlar inşa etme eğilimi başladı. Bu dönemde film müziği pazarı oldukça genişledi. 1910’ların sonu ve 1920’lerde ise büyük sinema sarayları inşa edilmeye başlandı ve bu saraylarda besteciler kadar önemli hale gelen orkestra şefleri ortaya çıktı Ayrıca bu dönemde sessiz film müzikleri için yüzlerce popüler eserden enstrümantal düzenlemeleri yapılmaktaydı (Marks, 2003). 3.Sinemada Ses Günlük yaşamda ses, her yerde vardır. İletişim sözlerle kurulur. Sesin eksikliği iletişim eksikliğidir aynı zamanda. Sessiz sinemanın en büyük yoksunluğu efekt ya da müzik değil diyalogdur bu bağlamda. Sessiz sinema yoksun bir dünyanın sunumu gibidir. Bunun nedeni oyucuların davranışlarının nedenini sözel olarak açıklayamamasıdır. Ayrıca sinema, eğlendirme aracı olarak başlaması amacıyla da göze ve kulağa hitap eder (Sözen, 2003). Sessizden Sesliye: Sinema Dilinin Evrimi • 53 Sinemaya sesin gelmesi hep gerçeklikle ilişkilendirilmiştir. Oyuncunun çerçeve dışında da varlığını hissettirebilmesini sağlamış. İnsanların filmi algılama boyutları değişmiş ve ‘gerçekliğe’ bir adım daha yaklaşılmıştır (Aslanyürek, 2011). 1920’lerin sonunda sinemada bir devrim yaşandı. Senkronize sesli diyaloga geçiş bu devrimin merkeziydi. Bu devrim Avrupa’ya özgü bir durum olarak kaldı. Bir süre sonra Hollywood’a ve tüm dünyaya yayıldı. Bu devrimin başlangıcı Warner Bros.’un Caz Şarkıcısı (Jazz Singer, 1927) olarak kabul edilir.Caz Şarkıcısıfilminde, “..sesli filmle sessiz film arasında gidip gelen bir anlatım tekniği kullanır. Şarkılar vardır, vodvil sahneleri vardır sesli olan.. sonra birden sessiz filme dönüşür. Sonunda yine seslenir” (Baydur, 2004: 87). Sinemanın endüstriyle olan ilişkisine bakıldığında, ilk dönemlerde sinemanın endüstriyle bir ilgisi yoktu. Atölyelerde birtakım araçların bir araya getirilmesiyle yapılan derme çatma bir işti. Ama endüstriyel gelişme potansiyeli, sinemanın bir ‘gösteri işi’ olması nedeniyle başından beri vardı aynı zamanda. Filmler daha ayrıntılı hale geldiğinde ve bunları yapıp dağıtan sistemler geliştikçe, örgütlenme ve sermaye bağımlılığıyla gerçek bir endüstriyel nitelik kazandı (Nowell ve Smitth, 2003). Bu sessiz sinemanın önlenemez gelişimini sağladı. Özellikle Caz Şarkıcısı filminden sonra, sanayi de tam bir hücum dönemi başladı. “Büyük sanayi ve işletme kurumları, stüdyoları ve salonları çabucak bu yeni sistemin isterlerine göre donattıktan sonra sesli film yapımına hız verdiler. ‘Sesli olsun da, ne olursa olsun’ mottosuyla geliştirilen bu dönemde, halkın beğenisi kötüye kullanılarak pek çok sudan film de çevrildi (Onaran, 1994: 254). Sesli sinemanın ortaya çıkışını bir takım teknik ve estetik gereksinmelerden değil de büyük şirketler ve bankalar arasındaki rekabetten doğduğunu ve ekonomik temelli olduğunu iddia eden görüşler de vardır. Ama diğer nedenleri de teknolojinin önlenemez gelişmesi ve sinemada sesin bir eksiklik olduğu düşüncesine dayanır. 4.Sesin Getirdikleri Sesin etkisini anlamak için sessiz sinemanın sessiz olmadığı unutulmamalıdır. Sessiz filmlerin, her türden sese bol göndermeleri vardır; bilinçli bir şekilde izleyiciyi bir dinleyici konumuna sokarlar. Üstelik bu filmler, bir piyanist ya da orkestranın canlı müzik çaldığı bir sinemada sunulurdu ve müzisyenler sık sık perdedeki eyleme ses efektleri katardı. Japon sinemalarında, sözlü yorumlarıyla film gösterisini fiilen yönlendiren konuşmacı ya da benşi tarafından görüntülere ses eklenirdi (Dibbets, 2003: 249). Ses, Hollywood imparatorluğunu bir süre sarstı, uluslararasılaşmayı ise harekete geçirdi. Böylelikle, Hollywood’un egemen olduğu uluslararası film pazarı aniden dağılmaya başladı. Çünkü filmlerin dünyaya dağılmasında dil büyük bir engeldi. Başlangıçta bu sorun müzikal filmlerle giderilmeye çalışıldı ama diyalogların artmasıyla yapım şirketleri de dillere göre bölündü. Zamanla bu durum (1933 ve sonrası) altyazı ve dublajla aşılmaya çalışıldı (Dibbets, 2003). Sesle birlikte kamera hareketleri büyük ölçüde ortadan kalktıve kamera yeniden sabit bir göz haline geldi. ‘Dış çekim’ neredeyse yapılmaz oldu, ekipler stüdyolara kapandı. 1930’lar 54• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ boyunca, kamera ve diğer materyallerin hantallığı nedeniyle çok durağan filmler çekildi. Bu olumsuzluklar sahne düzeni, dekor, ışık ve oyunculuk gibi ögeleri de geliştirdi (Abisel, 2010). 1920’lerde müzisyenler için dünyanın en büyük işvereni olan sinemaya sesin gelmesiyle sinema orkestraları ortadan kalktı ve müzisyenler işsiz kaldı. Diğer bir deyişle bir bakımdan müzik sesli sinemaya geçişi kolaylaştırdı diğer yandan ise müzisyenlerin işsiz kalmasına neden oldu. Sessiz sinemanın tarihsel gelişimini tamamlayıp yerini sesli filmlere bırakmasıyla, sinema sesin anlatıcı özelliğinden faydalanmakla kalmadı; sinema kendisine özgü sanat olma yolunda ilerlerken, ses onun insan algısı açısından gerçek yaşamın bir izdüşümü olması adına atılan önemli bir adım oldu (Asiltürk, 2008 ). 5.Sesli Sinemaya Karşı Duranlar Sessiz sinema, görüntünün ve kurgu tekniklerinin kullanıldığı bir alandır. Sinemaya sesin gelmesiyle bu alışıldık anlatım teknikleri de sorgulanır hale gelmiştir. Birçok sinemacı, sesli sinemanın, görsel sinemayı ve kurgu sinemasını öldüreceğini savunmuştur. Sinema estetikçilerinin bu karşı çıkısı onların sessiz sinema ekolünde yetişmiş olmaları ve estetik anlayışlarını buna göre kurmalarındandı. Rene Clair, sesli sinema için ‘konserve haline getirilmiş tiyatro’ deyimini kullanmakta ve bu konuda şunları söylemekteydi: ‘Şimdiki kuşakların görevi, sinemayı köklerine yaklaştırmak ve bunun için de onu boğan her türlü yapaylıktan ve diğer sanatların etkilerinden kurtarmaktır (Sözen, 2003:143). Clair başlarda her ne kadar sesli sinemaya karşı çıkmış olsa da daha sonra sesin sinemadaki gerçekliğine karşı koyamamış ve sinemada sesin nasıl kullanılması gerektiğiyle ilgili kuramlar geliştirmiştir. Eisenstein, biçimci bir film kuramcısı olarak sese farklı bir açıdan bakar. Ona göre filmde her öğe kendine göre bir anlam bütünlüğüne sahiptir. Bu nedenle sesin de bağımsız bir kimliği vardır. Ses, görüntünün amacına hizmet etmek için değil, bir anlam yaratmak için görüntü ile birlikte var olmakla yükümlüdür diye belirtir. Sessiz sinemanın plastik anlatım sınırlarını zorlamasıyla sesli sinemaya geçildiğini hatta sinemanın ilk yıllarında böyle bir ihtiyacı doğduğunu düşünür (Sözen, 2003). Charlie Chaplin Amerika, İngiltere’de, ardından da Avrupa’nın başka yerlerinde sesli filme kesin dönüş yapılırken uzun süre direniyor buna. Sessiz filmi yeğliyor, elinden geldiği kadar sessiz film estetiğine ve anlatım biçimlerine bağlı kalmaya çalışıyor. Chaplin, sesin sinemada kullanımına en çok karşı çıkanlardan biridir çünkü Chaplin’in sinema becerisi pandomime dayanan bir sanat anlayışıydı. Chaplin’i rahatsız eden şey, tiyatroya karşı bin bir güçlükle elde edilen sinema estetiğinin bir çırpıda elden gitmesi düşüncesiydi. Hiçbir filminde konuştuğu, dudaklarını kıpırdattığı tek bir sahne bile bulunmadığını söyler. Oysa filmlerinde insani ilişkilerle ilgili konular işlemiştir hep. Böylece sesli filmin ilk yıllarında çektiği ilk iki film sessiz film ilkelerine bağlı kalarak çekilmiş ve çok başarılı olmuştur. Bu filmlerden biriŞehir Işıkları(City Lights, 1931), diğeri ise Modern Zamanlar(Modern Times, 1936)’dır. Şehir Işıkları filminin müziklerini de Chaplin bestelemiş ve filmin bazı yerlerine ses efektleri Sessizden Sesliye: Sinema Dilinin Evrimi • 55 eklemiştir. Filmde müzik ve efektler dışındaki tek ses unsuru; filmin hemen başında görünen belediye başkanının anlaşılmaz ve parazit gibi çıkardığı seslerdir. Film, sesli sinema döneminde yapılmış olmasına rağmen izleyiciye sessiz olduğunu hatırlatmamış ve beğenilerek izlenmiştir. Diktatör (TheGreat Dictator, 1940) filminde başka bir seçeneği kalmadığından ilk kez konuşmalara da yer vermiştir (Baydur, 2004; Sözen, 2003). “Ayzenştayn, Aleksandrov ve Pudovkin ses üzerine ünlü bildirilerinde ses kuşağını olumlu bulurken efekt, gürültü ve müzikle ilgileniyorlar, fakat konuşmadan hiç söz etmiyorlardı. Bir anlamda sözün filme girebileceğini düşünmek bile istemiyorlardı” (Büker’den aktaran Sözen, 2003:135-136). Bu üç sinemacı, bildirilerinde sesli sinemanın Batı’daki yanlış ve ters uygulamalarından söz ederler. Sesin görüntüyle yüzde yüz eşlemeli kullanılmasının kurgunun sinemadaki gücünü yok edeceğini savunurlar. 6.Sesli Sinemayı Savunanlar Başlangıçta sesli sinemayaher ne kadar karşı çıkılmış olsa da bazı yönetmen, kuramcı ve eleştirmenler sesli sinemanın önlenemez geleceğini görmüş ve bunu desteklemişlerdir.Bunlardan bazıları; Jean Epstein, Pudovkin ve Bazin gibi sinemacılardır. Epstein, ne cinsiyet, ne psikolojik durum ne de vurgulamaların dikkate alınmaksızın yapılan gelişi güzel seslendirmeleri eleştirmiş ve “görüntü yetkinliğine sahip olan bir filmde; gösterilmeyenin görüldüğü gibi, kulağın duymadığı seslerin de imgelemde işitilebilir olmasının gerekliliğini belirtiyordu. Artık düşünce ve hülyalar da işitilebilir olmalı” diyordu (Sözen, 2003:156). Pudovkin kurgucu bir estetik anlayışla yetişmiş ekolden geliyor olmasına rağmen sesin yanında yer almış ve ses konusundaki düşüncesini şu şekilde ifade etmiştir: “Sesli filmin sakladığı olanaklarla geleceğin sanatı olacağından eminim. Bu, orkestral bir müziğin yaratıcısı değil, oyunun yeteneğinin vurgulandığı bir tiyatro değil, operaya da hiçbir benzer yanı yok. Tüm sessel, görsel ve felsefi ögelerin bir sentezidir ve bizi tüm sanatları bastıracak biçimde evreni tüm çizgileri ve gölgeleriyle transfigüre etme olanağını veren yeni bir sanattır. Bugün olsun yarın olsun, anlatım olanağı konusunda en büyük araçtır” (Sözen, 2003:156). Birçok kuramcı/sinemacı sessiz sinemanın sona ermesiyle onun artık sanat olmaktan çıktığı görüşünü savunsa da Bazin, “ses sinemayı yıkmamış, aksine onun vasiyetini tamamlamıştır” (Bazin, 2007:9) der.“Bazin’e göre sessiz dönemde iki üslup yan yana var olmuştu: Biri kurgulamaya, diğeri sahnelemeye ya da mizansene ayrıcalık tanıyordu. İlki sessiz sinemaya egemen olmuştu, ama ikincisi, sese geçişten sonra daha fazla öne çıkacaktı” (Dibbets, 2003:256). 7.Sesli ve Sessiz Sinemada Oyunculuk Kavramı Sessiz sinemada oyunculuk, hep vücut hareketlerine dayalıydı çünkü anlam eylemle ve vücut hareketleriyle yaratılıyordu. Bu yüzden oyuncunun fiziksel özellikleri çok 56• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ önemliydi.Sessiz sinemada, “dramatik değerler oyuncuların vücutlarına yansıtılır, çekim ölçeği ve kamera açısı efektleriyle güçlendirilirdi” (Nowell ve Smith, 2003:230). Sovyet Rusya’sına ve Amerikan sinemasındaki oyunculuk anlayışına baktığımızda, Sovyet düşüncesinde Pudovkin’in ‘tipleme’si anlayışıyla oyuncular oynayacağı karakteri yansıtabilecek fiziksel özelliklere göre seçilirdi. Amerikan sinemasında ise yine tipleme olgusu vardı ama hem melodram hem de komedilerde görünüş kısmen önemliydi. Önemli olan bir rolün simgesi olan oyuncular yaratmaktı. Bu anlayış zamanla ‘yıldız sistemi’ni doğurdu. 1920’lerde Hollywood’da gelişen yıldız oyuncu sisteminde oyuncular, sözleşme ile tek bir yapımcıya bağlanıyordu. Bu sistemin endüstrileşmesiyle bazı sorunlar da yaşanmaya başlandı. Oyuncular yanlış rollerde oynatıldıklarını, hiç oynatılmadıklarını ya da borç altına sokulduklarını fark ettiklerinde durumlarını betimlemek için kölelik ya da fahişelik metaforlarına başvurulmaktaydı. Diğer bir deyişle Sovyet sinemasında moderncilik ve endüstriyelcilik oyuncunun vücudunun makineleştirilmesi demekse, Hollywood’da da metalaştırılması demekti(Nowell ve Smith, 2003). Sesli sinema, star döneminin egemen olduğu bir dönemde ortaya çıkması nedeniyle en acımasız etkilerini oyuncular üstünde gösterdi. Kimi oyuncunun sesi fiziğine uymamakta, kimininse sesi mikrofon kullanmaya uygun olmamaktadır. Ayrıca oyuncuların sahip olduğu farklı şive ve telaffuzlar da büyük bir sorun oldu. Bu tarz sorunlar yaşayan yıldız oyuncular bile birkaç yıl içinde silinip gitti sinema dünyasından. Bunlardan en önemlileri, John Gilbert Buster Keaton ve Harry Langdon gibi isimlerdi. Bunların yerine usta yönetmenler ve tiyatro kökenli oyuncular gelmeye başladı (Sözen, 2003). 8.Sesli ve Sessiz Sinemada Senaryo Kavramı Sessiz sinema döneminin senaryo örneklerinde senaristler sadece oyuncu hareketleri, çevre özellikleri ve diğer bazı ayrıntıları belirtiyorlardı. Diyalog yerine ise kısa altyazılara yer veriliyordu. Filmin kurgu mantığı, senaryo yazımını da belirliyordu. Böylece film senaryosu numaralandırılmış bir takım çekimler şeklinde yazılıyordu (Aslanyürek, 2011). Sessiz sinema dönemindeki senaryolar profesyonel senaryo ve duygusal senaryo olmak üzere ikiye ayrılır; profesyonel senaryo, klasik Hollywood anlatılarında olduğu türden senaryolardır. Oyuncuların hareket şemasının yani filmsel eylemin kısa belirlemelerine dayanan ve 1920’li yıllarda yaygın hale gelen senaryodur. Duygusal senaryo ise, profesyonel senaryo fikrine karşı Sovyet senarist Rjeşevski tarafından ortaya atılmıştır. Bu anlayışa göre, senaryo filmin şematik tutanağı olmamalı, film çekim esnasında yaratılmalıdır. Bu yönteme Pudovkin tarzı senaryo da denilir (Aslanyürek 2011). Bu düşünce bizi günümüzde de yansımasını bulan yönetmenin neyi çektiği değil nasıl çektiği önemlidir noktasına getirir.Sessiz sinema, yönetmenin görüntüyü ayrıntılı şekilde kullanmasını sağladı. Diyalogların olmaması nedeniyle her şey görüntülerle anlatılmaya çalışıldı ve bu da ayrıntılı yazım yöntemini sinemaya kazandırdı. Sesin sinemaya gelmesiyle birlikte sinema bir süre görsel anlatımdan yoksunlaşmıştır. Diyalog sinemaya girdi. “Diyalog yazma sanatı film için yeniydi ve bu sanat sahneden sinemaya ithal edildi. Sinema endüstrisinde yetenekli oyun yazarları her zamankinden daha Sessizden Sesliye: Sinema Dilinin Evrimi • 57 çok istihdam edildiler” (Dibbert, 2003). Bu yüzden senaryolar piyeslere benzemeye başlamıştır. Böylece ‘piyes tipi senaryo’ kavramı doğmuştur. Bu sistem, sinemasal eylem metni ile diyalogların senaryo yazımının temelini oluşturduğu düşüncesinden yola çıkıyor ve filmin ete bürünmemiş bir iskeletinden ibaret oluyordu. Karakterler yeteri kadar işlenmediği gibi mevcut ortamın betimlemesi de tam olarak yapılmıyordu. Sesli dönemde gelişen ikinci senaryo türü ise aynı zamanda günümüzdeki senaryo anlayışı da olan ‘öykü tipi senaryo’dur. Öykü tipi senaryo, ‘şimdiki zaman’ diliyle yazılır. Senaryoda karakterler arasındaki ilişki, çelişki ve anlaşmazlık durumları tam olarak verilir ve filmdeki bütün atmosfer senaryoda anlatılmaya çalışılır (Aslanyürek, 2011). SONUÇ Kimine göre sinema sessiz bir sanat olarak başladı, kimine göre ise sinemanın içinde ses ögesi zaten başından beri vardı. Gerek müzikle gerek efektlerle.. Ama sinemada asıl sesli dönem 1927’de Caz Şarkıcısı filminin yapılmasıyla başladı ve artık ses sinemanın en önemli unsurlarından biri haline gelerek sinemayı değiştirdi ve dönüştürdü. Ses, sinemada olmadığı zamanlarda bu sinema için bir eksiklikti çünkü sinema görme ve duyma üzerine kurulu bir sanattır. Bu boşluk, orkestra müzikleri ya da efektler gibi dışsal yardımlarla doldurulmaya çalışılıyordu. Ama teknolojik gelişmeler ve ticari kaygılar kaçınılmaz olarak sesli filmi getirdi. Sinemanın sesli döneme geçmesi Amerikan yapım şirketlerini bir süre sarstı çünkü ‘dil’ filmlerin bütün dünyaya dağıtımında çok büyük bir engel oldu. Zamanla bu dublaj ya da altyazı gibi yöntemlerle aşılmaya çalışıldı. Bir yandan büyük şirketler bu yeni alana hücum ederken bir yandan da sinemacılar sinemadaki bu değişim karşısındaki estetik kaygılarını dile getirdi. Kimi bu gelişmenin yanında oldu kimi ise karşısında durdu. Genel olarak baktığımızda, Rus kurgucuların sese karşı olduklarını görürüz. Çünkü onlar anlam yaratmada kurgunun gücüne inanan bir disiplinden geliyorlardı. Bazıları ise sesi doğal karşıladı ve onun sinemayı değiştirecek bir olgu olduğuna inandılar. Sinemada gerçekliğin sesle başladığını savundular. Sesli sinema, yukarıda bahsedilen estetik ve ticari değişikliklerden ve sorunsallardan başka şeyler de ortaya çıkardı; oyunculuk ve senaryo. Sessiz dönemin film kahramanları, fiziksel görünümleriyle sesleri uyuşmadığı için ya da aksanlı konuştukları için v.s.. işlerini kaybettiler. Eski yıldızlar söndü ve yeni yıldızlar yaratmaya başladı sinema endüstrisi. Senaryolar ise, sessiz dönemin kolaycı ve sadece çekimleri anlatmak üzerine kurulu basit yapılarından uzaklaşıp, karakterleri ve ortamın atmosferini derinlikli olarak anlatan ve yazın dilini geliştiren birer yapıt oldular. 58• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ KAYNAKÇA Abisel, Nilgün (2010). Sessiz Sinema. Ankara: De Ki Basım. Aslanyürek, Semir (2011). Senaryo Kuramı. İstanbul: Pan Yayıncılık. Asiltürk, Cengis T. (2008). Sinemada Diyalektik Kurgu. İstanbul: Yayınları. Beykent Üniversitesi Baydur, Mehmet (2004). Sinema Yazıları. İstanbul: İletişim Yayınları. Bazın, Andre (2007). Sinema Nedir? (Çev. İbrahim Şener). İstanbul: İzdüşüm Yayınları. Dibbets, Karel (2003), “Sese Geçiş”. [(der.) G. Nowell ve Smith, Çev. Ahmet FETHİ] Dünya Sinema Tarihi. İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Marks, Martin (2003). “Müzik ve Sessiz Film” [(der.) G. Nowell ve Smith, Çev. Ahmet Fethi] Dünya Sinema Tarihi. İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Monaco, James (2008). Bir Film Nasıl Okunur?: Sinema Dili, Tarihi ve Kuramı (Çev. Ertan Yılmaz). İstanbul: Oğlak Yayıncılık. Nowell ve Smith, Geoffrey (2003). “Sesli Sinema: Giriş[(der.) G. Nowell ve Smith, Çev., Ahmet Fethi) Dünya Sinema Tarihi, İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Nowell ve Smith, Geoffrey (2003). “Sessiz Filmlerin Altın Çağı[(der.) G. Nowell ve Smith, Çev., Ahmet Fethi] Dünya Sinema Tarihi, İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Onaran, Alim Şerif (1994). Sessiz Sinema Tarihi. Ankara: Kitle Yayınları. Sözen, Mustafa (2003). Sinemada Ses Kullanımı. Ankara: Detay Yayıncılık. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 59 - 76 Bahar ATMACA Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması ∗ A Reflection to Hollywood Cinema of The Iraq War Özet Filmler, toplumsal yaşamın temsillerini ve biçimlerini şifreleyerek sinemasal anlatılar şeklinde aktarırlar ve temsili öğeler aracılığıyla seyircide belli bir bakış açısı oluştururlar. Özellikle savaş filmleri yapımında, temsillerin inandırıcılık açısından gerçeğe daha yakın olabilmesi için yoğun çaba harcanmaktadır. Irak Savaşı’nın Hollywood sinemasındaki yansımalarını ortaya çıkarmak çalışmanın ana amacıdır. Bu nedenle çalışma kapsamında Irak Savaşı’nı anlatan sekiz Hollywood filmi ele alınmıştır. Böylece, Hollywood’un savaşa bakış açısının hangi yönde olduğu, savaşa karşı nasıl tavır aldığı, askerlerin ve sivil halkın savaştan nasıl etkilendiği ortaya çıkarılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Savaş, sinema, Hollywood. A Reflection to Hollywood Cinema of The Iraq War Abstract Films, in the form of encrypting the transfer of cinematic narratives to representation and forms of social life and the representation of the items pass through the audience to form a particular point of view. Especially, war films in the construction of representations intense efforts are made to be closer to reality in terms of credibility. The main objective of this study reveal the reflections of the Hollywood cinema of the Iraq War. For this reason, the eight major Hollywood film about the Iraq War is discussed within the scope of study. So it is obvious to, the Hollywood perspective on the war in which direction and how that attitude, how the war affected soldiers and the civilian population is exposed. Key Words: War, cinema, Hollywood. ∗ KOÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim dalı Yüksek Lisans Öğrencisi. 60• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Çağımızın en etkin işit-görsel anlam üretim sistemlerinden biri olan sinema, tarihsel süreç içinde yaşanan olaylardan, toplumun sürekli gelişim ve değişim içinde olan kültürel, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik yapılarından etkilenmekte ve bu koşulların oluşturduğu toplumsal etkilerden bağımsız ele alınamamaktadır. Bu çalışmanın temel amacı, Irak Savaşı’nın Hollywood yapımı filmlere nasıl yansıdığının ve Hollywood’un savaş gibi son derece ciddi, hassas ve önemli bir konuya bakış açısının hangi yönde olduğu, savaşa karşı nasıl tavır aldığının araştırılmasıdır. Ayrıca filmlerde, askerlerin ve halkın psikolojilerinin nasıl aktarıldığı da ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu çalışma kapsamında, Irak Savaşı’nı anlatan 2006, 2007, 2008 ve 2010 yapımı sekiz Hollywood filmi içerik çözümlemesi yöntemiyle incelenmiştir. Bu filmler; Home of the Brave / Cesurların Vatanı (2006), A Mighty Heart / Güçlü Bir Yürek (2007), Redacted / Örtülü Gerçek (2007), In The Valley Of Elah / Tanrının Vadisinde (2007), Stop-Loss / Görev Uğruna (2008), The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak (2008), The Lucky Ones / Şanslı Olanlar (2008) ve Green Zone / Yeşil Bölge (2010) dir. 1. Popüler Sinema Anlatıları Sinema, yıllar boyunca çağımızın en çok rağbet gören popüler bir eğlencesi olmuştur (Onaran, 1986: 255). Sinemayı diğer sanatlardan ayıran pek çok niteliği vardır. Ancak popüler film üretimi alanında egemen olan kolektif çalışma tarzı ve sinema endüstrisinin örgütleniş biçimi bunların en önemlisidir. Film türlerinin de etkin ve gelişkin araçlar haline gelmeleri popüler sinemanın kendine özgü yapılanışının bir sonucudur (Abisel, 1995:9). Altmışların ortalarından itibaren sinemanın sanat olma problemini bir yana bırakarak farklı bir yerden bakan ve tür filmlerini inceleyen yeni bir tür eleştirisi harekete geçmiştir. Bu dönemde, kültürel ürünleri değerlendirmenin kaynağı, yaratıcılık ve sanattan, ideoloji ve sisteme kaymaya başlamıştır. Bu yeni bakış açısıyla birlikte, popüler sinema anlatıları, toplumsal tarih ve yaşamla ilişkileri içinde ve sinemanın kendi iç dinamikleri çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır (1995:33). Bu çalışma kapsamında incelenen Irak Savaşı’nın konu edildiği filmlerde yaratıcılık ve sanatsallık değil, ideolojik söylemler ve mevcut sistemin temsilleri irdelenmektedir. Hollywood sinemasının popüler sinema anlatıları dünya seyircisine ulaşma konusunda oldukça başarılıdır. Hollywood filmleri ve bu filmlerin popülerliği siyasi sınırları aştığı gibi kültürel sınırları da aşmıştır. Bunlar, büyük seyirci kitlelerine uzanan, dünya çapında kültürel biçimler haline gelen filmlerdir. Hollywood filmleri sayesinde ABD’nin ekonomik ve siyasi gücü sinema aracılığıyla kültürel alana da taşınmıştır. Hollywood filmleri doğrudan ve dolaylı olarak öteki ülkelerin sinema endüstrilerini, filmlerini ve seyircilerin beklentilerini etkilemiştir (1995:40). Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması • 61 2. Toplumsal Olayların Sinemaya Etkisi Sinema, izleyici üzerinde etkili bir araçtır. Sinemanın bu özelliği, egemen ideoloji tarafından kullanılmış, egemen ideolojinin kitlelere yayılmasında büyük oranda başarı elde edilmiştir. Sinemanın, toplum ile ilişkileri çerçevesinde ele alındığında, hiçbir zaman değer yargılarından, ideolojiden ve politik eğilimlerden uzak olmadığını görmek mümkündür (Boztepe, 2007: 7). Herhangi bir kültürel yapıt kendisini çevreleyen ekonomik, toplumsal, siyasal ve tarihsel koşullardan bağımsız olarak bir anlam taşımaz. Tıpkı diğer sanat dalları gibi sinema da; içinde bulunduğu toplumun ekonomik, politik ve teknolojik koşullarından etkilenmektedir. Sinema, geniş kitlelere ortak bir görüş yaratma işlevine sahip, kültürel yaşama biçim verebilen bir sanattır. Bir kitle iletişim aracı olan sinema, ait olduğu toplumun ve o toplumun kültürünün bazen doğrudan, bazen de dolaylı bir yansımasıdır (2007: 9). 3. Sinema ve Propaganda Sinemanın icat edildiği günden bu yana harp sahneleri ve savaş filmlere konu olmuştur, ama kendi başına bir tür olarak I. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkmıştır. Bu filmler çoğunlukla savaş karşıtı tutum almakla birlikte, aynı derecede kitlelerin savaşı teşvik etmesine sebep olmuş ya da propaganda görevi görmüşlerdir (Bergan, 2008: 171). Propagandanın temel amacı, belirli hedefler doğrultusunda geniş bir kitleyi ikna etmektir. Bu sebeple düşüncelerin sunulmasında genellikle tek yanlı bir yaklaşım temel alınır. Dolayısıyla abartma ve gerçekleri gizlemeden, yalan ve çarpıtmaya kadar varan çeşitli yöntemlere başvurulabilir (Evyapan, 2012: 193). Devlet, özellikle savaş zamanlarında sinemayı halk ve askerlere propaganda yapan, oyalayan, bilgi sağlayan ve ahlak dersi veren ideal bir kaynak olarak görmüştür (2008: 39). Bu görüşe benzer olarak, Onaran (1986:255-256) askeri öğrenim ve savaş propagandası aracı olarak sinemanın kullanılışının devletler tarafından ilgi çekici bulunup yeni yönelimler sağladığını ileri sürmektedir. 4. Irak Savaşı ve Hollywood Irak Savaşı, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 11 Eylül 2001 terör saldırılarının sebep olduğu şokun etkisindeki ABD yönetiminin, Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin ABD’nin güvenliğini tehdit eden kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle 2003 yılının Mart ayında Irak’ı işgal etmesiyle başlamıştır (Milliyet, agis, 2011). 21 Ekim 2011 tarihinde ABD Başkanı Barack Obama yaptığı açıklamada, ülkedeki ABD askerlerinin 31 Aralık 2011'e kadar geri çekileceğini açıklamış ve 15 Aralık 2011 tarihinde Bağdat'ta bulunan Amerikan Üssü'nden son Amerikan Bayrağı'nın indirilmesiyle savaş resmen sona ermiştir. Irak Savaşı tüm dünyadaki dengeleri değiştirmekle kalmamış, Amerika içinde de büyük karışıklıklara neden olmuştur. 11 Eylül’ün ardından Amerika’nın kazandığı sempati ve destek, Irak operasyonuyla sona ermiştir. Uluslararası Güvenlik Stratejisi’nin bir gerekçesi olarak düzenlenen Irak Operasyonu, Afganistan’a nazaran daha sınırlı bir destekle, fakat çok daha kararlı bir biçimde düzenlenmiştir (Nara, 2006: 132). 62• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Ortadoğu’daki gergin ortam sinemanın da her zaman konusu olmuştur. 11 Eylül 2001 yılından beri artan gerilim ve Amerika’nın Irak’ı işgali, süreci daha farklı bir noktaya taşımış, bu konuda çekilen filmlerde bir artış görülmüştür. Amerika’nın kendi yarattığı tarihi kendi sinemasıyla anlatması seyircinin birçok olayı Amerikan gözüyle izlemesine neden olmuştur. Öte yandan 11 Eylül sonrasında yaratılan kaos durumu, her Arap Müslüman vatandaşa terörist gözüyle bakan bir paranoyayı da beraberinde getirmiştir. Bu paranoya ortamı, ABD Hükümeti’nin herkesten ve her şeyden şüphelenmesine yol açmıştır. Birçok insan sınır dışı edilmiş ve bu korku ortamı giderek yayılmıştır (Barış, agis, 2009). Sinema politik mücadelelerin yürütülmesi açısından önem taşıyan bir kültürel temsil arenası olma özelliğindedir (Ryan ve Kellner, 1997: 37). Hollywood sinemasında olup bitenlerin çoğu ideolojiktir, fakat filmler sadece Hollywood ürünü anlatılar oldukları için özleri gereği ideolojik nitelikte görülmemektedir. Filmlerin politik anlamları daha çok kullanılan somut temsil stratejilerinde ve izleyicilerde yarattıkları etkilerde aranmalıdır (1997: 18-19). Hollywood, 2. Dünya Savaşı ve Vietnam Savaşı’nın olduğu yıllarda Amerikan askerlerini daha güçlü, yenilmez güçler olarak gösterirken, Irak Savaşı yıllarında bu tutumunu güçlü bir şekilde sürdürememiştir. Amerikan kamuoyunu yakından takip eden Hollywood yapımcıları, teröre karşı global savaş kapsamındaki Irak ve Afganistan'a yapılan Amerikan müdahalesini eleştiren mesajlar vererek, "ülke savaştayken eleştiriden kaçınma geleneği"ni yıkacak ve Bush yönetimini iyice sıkıştıracak filmler yapmışlardır (Milliyet, agis, 2007). 5. Irak Savaşı’nı Konu Alan Hollywood Filmleri Bu çalışmada Irak Savaşı’nı konu alan 2006, 2007, 2008 ve 2010 yapımı Hollywood filmleri arasından seçilen sekiz film içerik çözümlemesi yöntemiyle incelenmiştir. 5.1. Home of the Brave / Cesurların Vatanı (2006) 5.1.1. Filmin Künyesi Yapım: 2006 - ABD Tür: Dram, Savaş Süre: 102' Yönetmen: Irwin Winkler Senaryo: Irwin Winkler, Mark Friedman Yapımcı: Avi Lerner, Irwin Winkler, Rob Cowan, Randall Emmett, George Furla Oyuncular: Samuel L. Jackson, Jessica Biel, Channing Tatum, Chad Michael Murray Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması • 63 5.1.2. Filmin Konusu Irak Savaşı'nda görev alan bir grup asker evlerine geri dönerler. Dört askerden biri askeri doktor olarak görev almıştır; diğeri çatışmada bir elini kaybetmiştir; bir tanesi en yakın arkadaşının ölümüne şahit olmuştur ve sonuncusu sivil bir kadını öldürmüştür. Normal hayatlarına devam edebilmek için mücadele eden askerler artık eskisinden farklı kişilerdir. 5.1.3. Filmin İçerik Çözümlemesi Home of the Brave’in, işgali ve işgalle ilgili ABD’nin ileri sürdüğü tezleri açık bir şekilde savunan bir film olduğunu söylemek mümkündür. Bu film, ABD’nin büyük bir vatanperver gösteride bulunup, insanlara barış götürmeye devam ettiğini göstermesi bakımından diğerlerinden farklıdır. Film bir sloganla başlamaktadır. “Savaşın Açtığı Yaralar Asla Tamamen Kapanmaz.” Filmin başında Amerikan askerlerinin çok neşeli oldukları görülmektedir. Komutan etrafında bulunan askerlere, Iraklılara Amerika’nın yanlarında olduğunu göstermek için insani yardım götüreceklerini söylüyor. İnsani yardım tankları yola çıktığında ilk ateşi Iraklılar açıyor. Amerikan askerleri çatışma sırasında sivilleri ve çocukları koruyor. Burada Amerikan yanlısı bir tutum izleniyor. Iraklılar, yardım götüren Amerikan askerlerine ateş açtığı için kötü olarak gösteriliyor. Tommy Yates, Vanessa Price’a bir belgesel izlediğini ve belgeseldeki kişilerin Amerika’yı ve Amerikalı askerleri nasıl sevdiklerini onların heykelini yaparak gösterdiklerini söylüyor ve “10-15 sene sonra bize de teşekkür etmek için bizim de heykellerimizi dikerler mi? Onları kurtardık değil mi?” diye soruyor. Will Marsh, oğlunun (Buck fUSH) sloganlı bir tişört giymesi sebebiyle okul müdürü tarafından çağırılıyor. Marsh müdürle tartışmaya başlıyor. Müdür: Burada arkadaşları veya sevdikleri Irak’ta olan öğretmenlerimiz var. Buna izin veremeyiz. Marsh: Neye izin veremezsiniz, karşı görüşe mi? Müdür: Burada bir slogan var. Marsh: Tabiî ki öyle, amaçta bu ya. Müdür: Çocuğunuzu Amerikan kurumlarına karşı yetiştirmek isterseniz sanırım bu sizin hakkınız. Ama burası bir devlet okulu ve kurallarımız var. Marsh müdürle tartışıp, sinirli bir şekilde karısını ve oğlunu alıp odadan çıkıyor ve bu sefer oğluyla savaş konusunda tartışmaya giriyor. Oğlu: Bu bir savaş değil işgal. 64• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Marsh: Biz bir ülke inşa etmeye çalışıyoruz. Binlerce yıl önce burada yaptığımız gibi. Bu kolay iş değil. Oradan çekilmemiz gerektiğini mi düşünüyorsun? Bırakalım birbirlerini mi öldürsünler? Yani bu kolay bir karar değil değil mi? Oğlu: Oraya sadece petrol için gittiğimizi kabul et, gerisi yalan. Yanlış yapıyorsunuz. Bu ülkenin tek işi tüm dünyayı kızdırmak mı? Marsh: Bu savaşa prensipte mi karşısın, yoksa bunun bir parçası olmama mı? Oğlu: İkisine de. Irak’a tekrar geri dönen Tommy ise, “Belki ülkemizin liderleri neye bulaştıklarını bilmiyor, belki de insanlar bizi bir arada istemiyor, ama bunlara rağmen askerlerimiz orada her gün saldırıya uğrayıp ölürlerken burada kalamam.” diyor. Filmin sonunda ise Machiavelli’nin bir sözü yazıyor: “Was begin where you will but they do not and where you please.” (“Savaşlar istediğimiz yerde başlar, ancak bitirmek size kalmış birşey değildir.”) 5.2. A Mighty Heart / Güçlü Bir Yürek (2007) 5.2.1. Filmin Künyesi Yapım: 2007 – ABD, İngiltere Tür: Dram, Tarihi, Gerilim Süre: 108’ Yönetmen: Michael Winterbottom Senaryo: Laurence Coriat, John Orloff Yapımcı: Brad Pitt Oyuncular: Angelina Jolie, Archie Panjabi, Will Patton 5.2.2. Filmin Konusu Wall Street Journal muhabiri olan Daniel Pearl, Pakistan’da görev yaparken terörist bir örgüt tarafından kaçırılır. Serbest bırakılmasına dair yapılan tüm çağrılara rağmen öldürülür. Hamile olan gazeteci eşi Mariane Pearl’ün Pakistan’da yaşadıkları ve kocasının bütün dünyayı üzüntüye boğan ölümünün ardındaki sır perdesini aralama çabalarını anlatan film, yaşananların sadece görünenden ibaret olmadığına değiniyor. Film, gazeteci Mariane Pearl'ün yaşadığı trajediyi konu alan senaryosu üzerine çekilmiştir. Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması • 65 5.2.3. Filmin İçerik Çözümlemesi Filmin başında Mariane Pearl, çoğu Pakistanlının ABD’yi düşman, Taliban’ı ise, Müslüman kardeş olarak gördüğünü söylüyor. Daniel Pearl kaçırıldıktan sonra karısı yaptığı araştırmada, gazetede Daniel’nin MOSSAD Ajanı olduğu ve Hindistan İstihbarat Şirketiyle ilişkisi olduğunun yazdığını öğreniyor. Kaçıranlardan gelen e-postada: “Tam bağımsız Pakistan için çalışan ulusal hareket, sözde Wall Street Corner Muhabiri Daniel’i kaçırmıştır. Kendisi ne yazık ki insancıl koşullarda tutulmamaktadır. O kadar ki bu durum Amerikan ordusunun Küba’da Pakistan ve diğer bağımsız ülkelere ait insanlara sağladığı şartlarla büyük benzerlik göstermektedir. Amerikalılar yurttaşlarımıza daha iyi koşullar sağlarsa biz de Bay Daniel ve gelecekte kaçırılacak bütün Amerikalılara daha iyi şartlar sağlarız.” deniliyor. Buradaki mailden de anlaşılacağı gibi yine Ortadoğu’da Pakistanlılar hedef gösterilip, Amerikalılara kötü muamele yaptıkları ve Daniel’ı öldürdükleri yansıtılmıştır. Ancak, kocasının ölmesine rağmen Mariane Pearl, çıktığı bir televizyon programında, Daniel’le birlikte 10 kişinin daha öldüğünü ve hepsinin Pakistanlı olduğunu, onların da kendileri kadar acı çektiğini söylemiştir. Ayrıca spikerin sorduğu “Kocanızı öldüren militan gruplara sempatiyle bakan Pakistan halkına neler söylemek istersiniz?”sorusuna ise, “Karaçi bu savaşın ilk cephesini oluşturuyor. Bu sadece ayrılıkçı Pakistanlıların işi değil. Bu büyük ve Uluslar arası terör şebekesinin işi. Nerede fakir varsa yandaş buluyorlar.”cevabını vererek durumun sadece Pakistanlılarla ilgili olmadığını, onların da dış güçler tarafından yönlendirildiklerini söyleyerek bir nevi suçsuz olduklarını dile getirmeye çalışıyor. 5.3. Redacted / Örtülü Gerçek (2007) 5.3.1. Filmin Künyesi Yapım: 2007 - ABD, Kanada Tür: Suç, Dram, Savaş Süre: 90’ Yönetmen: Brian De Palma Senaryo: Brian De Palma Yapımcılar: Laird Adamson Oyuncular: Patrick Carroll, Rob Devaney, Izzy Diaz. 5.3.2. Filmin Konusu Irak'taki bir yerde konuşlanmış olan küçük bir Amerikan askeri birliği üzerine odaklanan Redacted, farklı bakış açıları ile bu askerlerin karşılaştıkları durumlara verdikleri tepkileri, 66• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ yerel Irak halkına karşı tutumları ve her iki taraftaki medyanın bu olayları nasıl yansıttığını konu alıyor. 5.3.3. Filmin İçerik Çözümlemesi Filmin başlangıcında verilen bilgide şu ifade kullanılmıştır: “Bu film Irak’ta yaşandığı söylenen bir olaydan esinlenerek yapılmıştır ve burada anlatılan olaylar benzerlik gösterse de, karakterler tamamen hayal ürünüdür. İşleri, konuşmaları ve hareketleri gerçek insanlarla karıştırılmamalıdır.” “Redacted; 2006’da Samarra’daki tecavüz ve cinayetlerin öncesi, sonrası ve olduğu an hayal edilerek hazırlanmış görsel bir belgedir.” Kontrol noktalarındaki askerler, keskin nişancılar, canlı bombalar ve gizlenmiş tuzaklar için tehlikeli ve çok kolay hedefler. Filmde kimi asker yüzleri asık bir şekilde Iraklı halka bakarken elindeki çakmakla, kimisi de elindeki pet şişeyle oynuyor. Hızlandırılmış kurguyla, sürekli arabaları kontrol eden askerler gösteriliyor. Askerler, çocukların bile verdiği hiçbir şeyi almıyorlar. Iraklılara lanet hacılar diyorlar, hurma gösterip bunu yiyebileceğimi mi soruyorsun? diyerek her şeyi küçümsüyor görünüyorlar. Filmde grafik olarak gösterilen yazılarda şu ifadeler yer alıyor: “24 aylık bir süre içerisinde Amerikan askerleri kontrol noktalarında 2000 Iraklı öldürdüler ve bunlardan sadece 60 tanesi isyancıydı. Bu olayların hiçbirinde Amerikan askerleri suçlanmadı.” Bu ifade ile anlatılmak istenen, Amerikalı askerlerin çok sayıda sivil öldürdüğü ve cezalandırılmadığıdır. Askerler, kardeşini hastaneye yetiştirmek için kontrol noktasında duramayan Iraklıya ateş açıyor ve hamile kadının ölümüne sebep oluyorlar. Hastaneye gelen televizyon muhabirinin olayı anlatışı da filmde gizlenmeden veriliyor. Amerikan askerleri, Arapları öldürmenin hamam böceği öldürmek gibi bir şey olduğunu konuşuyorlar, ayrıca okula giden kız öğrencileri kontrol noktasında taciz ediyorlar. Askerler kendi aralarında konuşurken; “Bizi öldürmek için İkiz Kuleleri de yıktılar. Onlar bizi Amerika’da öldüremiyorlar, bu pis ülkede öldürmek istiyorlar.” ifadeleri dikkat çekiyor. Iraklılara karşı nefret dolu olan askerler evleri basıp, halka kötü davranıyorlar.15 yaşındaki kıza tecavüz edip öldürüyorlar. Daha sonra ise, Iraklılar intikam için her şeyi videoya alan askerin boğazını kesip görüntüsünü kayda alıyorlar. Diğer filmlerde olmayan, karaktere elindeki kamerasıyla bir özellik yükleyen yönetmen, bu yöntem sayesinde yaşanan olayların belgesel diliyle yeniden canlandırılmasını ve böylelikle daha gerçekçi bir görüntü yakalanması sağlamıştır. Amerikalılar Iraklılar için; “Biz onları Saddam’dan kurtardı, demokrasi getirdik, hatta onları kendi asilerinden bile koruduk, ama gelip bize tabancayla ateş etmeye başladılar.” ifadelerinde bulunuyorlar ve İkiz kulelerin hesabını sorup, intikam almak istediklerini konuşuyorlar. Kısaca özetlemek gerekirse, film, yaygın film çekme şekillerine karşı içerdiği meydan okuma ve geleneksel Amerikan sinemasının yüzdüğü suların çok ötesinde yüzmesi nedeniyle Amerikan sinemasında devrim yaratan bir film olarak görülmektedir. De Palema’nın filmi Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması • 67 diğer Amerikan filmlerindeki gibi Amerikalıların ıztırapları ve çektikleri acılar üzerinden Irak sorununu ele almıyor; tersine Iraklıların, Amerikan askerlerinin yaptıkları yüzünden çektikleri acıları doğrudan ele alarak, askerlerin tarihi ve kültürü hakkında hiçbir şey bilmediği bir coğrafya hakkında yaptıkları çirkinlikleri ve işledikleri skandalları konu ediniyor. Olayların Iraklıların gözünden nasıl göründüğünün seyircilere aktarılması için Irak televizyonlarının görüntülerinin, direniş gruplarının internet sitelerinde yaptıkları operasyonları göstermek için kullandıkları görüntülerin yanı sıra rehin alma ve idam etme eylemlerinin görüntülerinin de kullanılmış olması filmi önemli kılan bir başka husustur. Yönetmen filmi; arka planda çalan hüzünlü bir müzik eşliğinde çocuklara, yaşlı insanlara ve yetişkin erkek ya da kadınlara ait yanmış cesetler, oyulmuş gözler, kesilmiş ayaklar, kopmuş parmakların yer aldığı fotoğraflarla bitiriyor. 5.4. In The Valley Of Elah / Tanrının Vadisinde (2007) 5.4.1. Filmin Künyesi Yapım: 2007 - ABD Tür: Dram, Gizem, Suç Süre: 121' Yönetmen: Paul Haggis Senaryo: Paul Haggis, Mark Boal Yapımcı: Paul Haggis, Patrick Wachsberger, Darlene Caamano, Laurence Becsey, Steve Samuels Oyuncular: Charlize Theron, James Franco, Tommy Lee Jones, Susan Sarandon. 5.4.2. Filmin Konusu Savaş gazisi Hank ve karısı Joan bir sabah ordudan gelen telefonla uyanırlar. Telefondaki yetkili Irak’ta askerde bulunan oğulları Mike’ın birkaç gün önce bağlı bulunduğu birlikle birlikte ülkeye döndüğünü ve bir süredir kendisinden haber alamadıklarını söyler. Bunun üzerine harekete geçen baba Hank, oğlunun kaldığı askeri üssün bulunduğu bölgeye giderek, oğlunu bulmak için araştırma yapmaya başlar. Araştırmasında polis dedektifi Emily Sanders kendisine yardımcı olur. Yönetmen Paul Haggis, savaştan dönen genç askerlerin yaşadığı travmayı bir savaş filmi olarak değil, bir polisiye olarak anlatıyor. Film, aynı zamanda ABD’nin saldırgan politikasını ve savaşın etkilerini sorguluyor. Her ne kadar film ABD’nin Irak’ta bulunuş nedenini sorgulamasa da, Amerikan ordusu içinde yaşanan yozlaşmanın sorgulanmasında önem taşıyor ve askerlerin duygusuzlaşmaya başladığı ciddi bir ahlaki çöküntünün yaşandığı konusu açıkça ele alınıyor. 68• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 5.4.3. Filmin İçerik Çözümlemesi Film bir yazıyla başlıyor. “Inspired by actual events” (Gerçek olaylardan esinlenilmiştir) Film, özetle bir iç hesaplaşmayı anlatıyor ve diğer yandan kurumlar içindeki işleyişlerin ne kadar baştan savma olduğunu ve olayları çözmek yerine örtbas etmeyi seçtiklerini gösteriyor. Örneğin, Hank Deerfield'in cinayetin çözülmesinde Emily Sanders'e baştan sona kadar yol gösterici oluyor ve cinayeti neredeyse Hank Deerfield çözüyor. Bunun dışında yapının bozukluğuna örnek olarak gözden kaçabilen bir olay da köpeği öldürülen kadının şikâyetinin önemsenmeyip daha sonra ölümüne yol açmasıdır. Hank Deerfield, Mike’ın internetten gönderdiği videolara bakarken, oğlunun Irak’ta neler yaşadığını seyrediyor ve o videolarda Mike’ın bir arkadaşı şöyle diyor: “Telefonu meşgul etme Saddam arayabilir. Mike Mike teslim oluyorum.” Irak’tan dönen arkadaşlarından biri ise, “Irak gibi yerlere kahramanları göndermemeliler. Orada her şey korkunçtu. Bence oraya nükleer bombayı basıp dümdüz etmeliler.” diyor. Bu ifadelerden askerlerin psikolojilerinin ne kadar bozulduğunu anlayabiliriz. Kendi önyargılarıyla yüzleşmek zorunda kalan Hank ise, Irak’a birer vatansever olarak giden Amerikalı genç askerlerin orada yaşadıklarıyla hasta ruhlu bireyler olarak döndüklerine kanaat getirmektedir. 5.5. Stop-Loss / Görev Uğruna (2008) 5.5.1. Filmin Künyesi Yapım: 2008 - ABD Tür: Dram, Savaş Süre: 112' Yönetmen: Kimberly Peirce Senaryo: Mark Richard, Kimberly Peirce Yapımcı: Gregory Goodman, Reid Carolin, Sam Cassel, Michael Diliberti, Kimberly Peirce Oyuncular: Channing Tatum, Joseph Gordon-levitt, Timothy Olyphant, Abbie Cornish 5.5.2. Filmin Konusu Brandon King Irak Savaşı'nda görevini tamamlamış, yaşadığı Texas'a bir savaş kahramanı olarak geri dönmüştür. Savaş sırasında geride bıraktığı yaşantısını yeniden kurmaya çalışan Brandon, bir aile kurmak için de adımlar atmaya başlar. Kendisi gibi Irak Savaşı'nda görev yapan arkadaşı Steve de kendine ait bir hayat kurmayı düşünmektedir. Tam bu esnada aldıkları bir haber tüm planlarını alt üst eder. Brandon ve Steve yeniden orduda Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması • 69 göreve çağrılmaktadırlar. Haksızlığa uğradığını hisseden Brandon, sorumluluk duygusu ile hayalleri arasında kalır. 5.5.3. Filmin İçerik Çözümlemesi Film Tikrit - Irak’ta başlıyor. Gitar çalıp, şarkı söyleyen askerler mutlu görünmektedir. Bir askerin sırtında “Death before dishonor” (Şerefini kaybedeceğine öl) yazısı bulunmaktadır. Halk Amerikalı askerlerini “Tanrı Amerika’yı korusun” sloganlarıyla karşılıyor. Steve Shriver, “Savaşı kazanacak mıyız?” diye soran bir kişiye şu yanıtı verir: “Bizim yapmamız gereken şehirlerin her birine bomba koymak. O zaman şehirde asi falan kalmaz. O adamları mutfaklarında ya da yatak odalarında öldürmekten bıktım artık.”Ayrıca askerler arkadaşlarını öldüren kişinin tüm ailesini öldürmek istediklerini söylemişlerdir. Brandon King ise, terhisi gelmişken Başkan tarafından tekrar Irak’a gönderilmesine karşı çıkıyor ve kaçmayı deniyor. Ancak son anda yabancı bir ülkeye gitmekten vazgeçip, ailesini geride bırakmamak için Irak’a tekrar katılmaya karar veriyor. Brandon King döndükten sonra arkadaşına Irak’ta yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: “Biz Texaslıyız, biz askeriz kurallarımız var. Askere yazılırken oraya ülkemi, ailemi korumaya gittiğimi sanıyordum. 11 Eylül’ün intikamını alacaktık. Ama oraya gittiğimizde bunun 11 Eylül’le alakalı olmadığını anladım. Düşman çölün dışında değildi. Düşman çatılarda, koridorlarda, mutfaklarda ve yatak odalarındaydı. Herkesin silahı vardı. Bir tek amacımız hayatta kalmak ve arkadaşlarımızı kollamaktı. Ya ölecektin, ya da öldürecek.” Brandon King’in de sözlerinden anlaşıldığı gibi, intikam için gittikleri savaş, hayatta kalma mücadelesine dönüşmüştür. Filmin sonunda verilen bilgilerde; 11 Eylül 2001’den beri Irak ve Afganistan’daki çatışmalarda 650.000 Amerikan askerinin görev aldığı ve bu Amerikan askerlerinin 81.000’inin terhislerinin durdurulduğu, 2007’de Irak’taki isyanlara karşı savaşmak üzere Başkanın emriyle 30.000 askerin daha gönderildiği ve bu askerlerden kaçının daha terhisinin durdurulduğunun henüz açıklanmadığına yer verilmiştir. 5.6. The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak (2008) 5.6.1. Filmin Künyesi Yapım: 2008 - ABD Tür: Aksiyon, Dram, Gerilim, Savaş, Psikolojik, Politik, Süre: 130' Yönetmen: Kathryn Bigelow Senaryo: Mark Boal Yapımcı: Kathryn Bigelow, Mark Boal, Tony Mark, Nicolas Chartier, Greg 70• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Shapiro, Donall Mccusker Oyuncular: Evangeline Lilly, Ralph Fiennes, David Morse, Guy Pearce, Jeremy Renner, Christian Camargo, Anthony Mackie. 5.6.2. Filmin Konusu Ürdün de bir bomba imha ekibi bir imha işlemi ile karşı karşıya kalmıştır. Uzman asker bombayı elle etkisiz hale getirmek için harekete geçer. Fakat iş işten geçmiştir. Uzaktan kumanda ile bomba patlatılır ve uzman asker hayatını kaybeder. İmha ekibine yeni uzman çavuş olarak atanan William James çoğu askerden değişik olarak bu işi keyif alarak ve dalga geçerek yapmaktadır. Kendisini tehlikede bırakmanın yanı sıra verdiği sıra dışı kararlar ve gösterdiği davranışlar ile ekibinin tepkisi üzerine çeker. Ekip arkadaşları Çavuş Sanborn ve Uzman Er Eldridge onu öldürmeyi ve kaza süsü vermeyi bile düşünürler. Ancak, James güneşten ve susuzluktan kavrulan keskin nişancı ekip liderine kalan tek meyve suyunu ikram eder, kendisinden habersiz kendisini öldürmeyi planlayan ekip komutanını suçluluk duygusu ile baş başa bırakır. 5.6.3. Filmin İçerik Çözümlemesi Film, Chris Hedges’in “Savaşma arzusu güçlü ve ölümcül bir bağımlılıktır. Savaş bir uyuşturucudur.” sözüyle başlamaktadır. Filmde göze çarpan ilginç bir unsur, insanın tüylerini ürperten sahnelerde hiç müzik kullanılmamış olmasıdır. Filmi izleyenler, askerlerin nefes sesleri ve kalp atışları içerisinde kendini kaybedebiliyor. Filmin Yönetmeni Kathryn Bigelow bu yönüyle diğer yönetmenlerden farklı olarak dikkat çekmeyi başarmıştır. Amerikan askerlerinin psikolojisini gözler önüne seren bu film diğer yandan savaş esnasında bir şehrin nasıl adeta bir cehennem haline gelebileceğini ve canlı bomba olan masum bir çocuğun bile ne kadar büyük bir tehdit oluşturabileceğini gözler önüne seriyor. Filmde, suçlu, suçsuz, iyi, kötü ayırt edilmeksizin yok edilen hayatlar gösterilmiş ve bir yandan normal hayatını sürdürmeye çalışan Müslüman bir halk vardır. Çavuş James, imha ettiği ateşleme düzeneklerinin koleksiyonuna bakarken de insancıl bir portre çiziyor: ”Birini öldürebilecek bir şeyi eline almak” diyerek, koleksiyonun içinden zincire takılmış evlilik yüzüğünü gösteren arkadaşına, evliliğin de birini öldürebilecek bir neden olduğunu söylüyor. Filmin sonunda 40 günlük görev süresi sona erdikten sonra evine dönen James, daha fazla bomba imha uzmanına ihtiyaç var diyerek, 365 günlük yeni görevine dönüyor. Bu öğüt aslında savaştan kaçan Amerikalı askerlerin tümüne yönelik olması açısından önem taşıyor. Sonuç olarak yönetmen, The Hurt Locker ile propaganda yapıyor ve Amerikalıların daha fazla savaş için ne yapmaları gerektiğini öğütlüyor. Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması • 71 5.7. The Lucky Ones / Şanslı Olanlar (2008) 5.7.1. Filmin Künyesi Yapım: 2008 - ABD Tür: Dram, Komedi, Suç Süre: 115' Yönetmen: Neil Burger Senaryo: Neil Burger, Dirk Wittenborn Yapımcı: Neil Burger, Brian Koppelman, Rick Schwartz, David Levien Oyuncular: Rachel McAdams, Tim Robbins, Michael Pena, John Heard, Molly Hagan, Katie Korby. 5.7.2. Filmin Konusu Hikâyede, yaralı oldukları için Irak'tan ülkelerine dönen üç asker konu alınmaktadır. Colee savaşta bacağından vurulmuştur, ancak tek parça kalabildiği için kendini şanslı olarak görür. Cheaver, üzerine seyyar tuvalet düşünce Musul’a gidememiş ve Musul’a giden arkadaşlarının hepsi ölmüştür. TK ise Irak’ta tankın içindeyken üzerine şarapnel parçası saplanmıştır ve silahı onu korumuştur. Şanslı olan bu askerler Amerika’da hiç ummadıkları anda birbirleri ile karşılaşırlar ve kısa bir yolculuğun ardından herkes yine eski hayatlarına dönmek üzere dağılır. Colee, hayatını kurtaran erkek arkadaşının gitarını ailesine teslim etmek için yola çıkar ancak gittiğinde erkek arkadaşının başka bir kadından oğlu olduğunu görür. Cheaver ise, büyük umutlarla eve dönmüş ancak karısının boşanmak istemesiyle adeta yıkılmıştır. Şarapnel yaralanmasından dolayı cinsel fonksiyonları kaybeden TK ise, karısıyla yüzleşmeye cesaret edememektedir. Askerler hayatın onlarsız da devam ettiğini çok geçmeden anlarlar ve tekrar orduya dönerler. Film değişik kişiliklerin farklı sorunlarını ele alan eğlenceli bir komedi türündedir. 5.7.3. Filmin İçerik Çözümlemesi Ordu desteği alınarak yapılan film tümüyle Amerika’da geçiyor ve savaşın ardından ortaya çıkan sorunlarla uğraşıyor. Buna karşın “Irak” sözü filmde hiç geçmiyor. Filmde, askerler karşılaştıkları kişilere herhangi bir sebepten dolayı teşekkür ettiklerinde, onların ordudan olduğunu bilen kişiler “Asıl biz teşekkür ederiz” diyorlar. Colee ve TK bir cafede oturup televizyon izlerken savaşta hala bombaların patladığı haberlerini görüyorlar. TK tekrar orduya dönmemek için soygun yaptığını söylüyor, ancak polisler soygun yaptığını iddia ettiği yerde şimdiye kadar hiçbir soygun girişimi dahi olmadığını anlıyorlar ve TK’yı bırakıyorlar. Cheaver ise, oğlunun okul masraflarına para bulabilmek için tekrar orduya yazılmaya karar veriyor. Colee de erkek arkadaşının ailesinin evinde beklediğini bulamadığı için mecburen orduya geri dönüyor. Hollywood bu filmle, Amerika’nın kendi özeleştirisini yapmaktadır. 72• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 5.8. Green Zone / Yeşil Bölge (2010) 5.8.1. Filmin Künyesi Yapım: 2010 - ABD Tür: Aksiyon, Dram, Gerilim, Savaş, Politik Süre: 115' Yönetmen: Paul Greengrass Senaryo: Brian Helgeland, Rajiv Chandrasekaran Yapımcı: Paul Greengrass, Tim Bevan, Eric Fellner, Lloyd Levin, Oyuncular: Matt Damon, Jason Isaacs, Greg Kinnear, Brendan Gleeson, Amy Ryan, Khalid Abdalla. 5.8.2. Filmin Konusu 2003 yılında ABD önderliğinde Bağdat’ın işgali sırasında, tebligat çavuşu Roy Miller ve ordu müfettişlerinden oluşan ekibi, Irak çölünde depolandığından kuşkulanılan kitle imha silahlarını bulmak üzere görevlendirilir. Bubi tuzaklı bir bölgeden diğerine geçen askerler, ölümcül kimyevi maddelerin peşine düşerler. Ancak bunun yerine, görevlerinin amacını taban tabana değiştirecek bir örtbas olayı ile karşılaşırlar. Farklı amaçları olan ajanlarca çevrilmiş olan Miller, yabancı topraklardaki gizli ve sahte istihbarat bilgilerinin ışığında, zorba bir rejimin yıkılmasına ya da istikrarsız bir bölgede savaşı tırmandıracak yanıtlara ulaşmak zorundadır. Bu hararetli ve tehlikeli yerde, en zor bulunan silahın, gerçeğin kendisi olduğunu keşfeder. 5.8.3. Filmin İçerik Çözümlemesi Film, 19 Mart 2003 yılında Irak’ın başkenti Bağdat’ta başlıyor. Spikerler haberlerde Irak’ta bombalamalar olduğunu söylüyor. 4 hafta sonra kimyasal silahların yerleri araştırılıyor, ancak Miller, alanda gördüklerinin istihbarat raporlarıyla uyuşmadığını söylüyor. CIA Ortadoğu Uzmanı Martin Brown, Miller’a “Iraklılar savaşmıyor, kitle imha silahları yok, buraya geldiğimden beri hiçbir şey çıkmadı, burada bir terslik var. Ne olduğunu bulmalısın.” diyor. Clark Poundstone, Irak bağımsızlık toplantısı için Kürtler, Şiiler ve Suniler olmak üzere üç farklı güç gruplarının temsilcileriyle toplantı yapmayı planlıyor ve Zubadi’nin lider olmasını istiyor. Dengeli bir demokrasi için tek umutlarının o olduğunu söylüyor. Fakat Martin Brown ise, Zubadi’nin yanlış istihbarat bilgisi verdiğini iddia ediyor ve bu ülkeyi parçalayıp, ordusunu biçerlerse, 6 ayda iç savaş çıkacağını söylüyor. Miller, Freddy isimli bir Iraklı ile tanışıyor. Freddy, Miller’a, “Burada istediğiniz şeyi sizden çok istiyorum, ülkeme yardım etmeliyim.” diyor. Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması • 73 Miller, gazetecinin doğru olmayan bilgiler yazdığını anlıyor ve Macellan dedikleri kişinin Saddam’ın askerlerinden Al Rawi olduğunu fark ediyor. Miller Al Rawi’nin kargaşayı durdurabileceğine inanan insanların olduğunu söylüyor ve Al Rawi’nin peşine düşüyor. Iraklılar Al Rawi liderliğinde toplanıyorlar ve ülkenin geleceğiyle ilgili neler yapılması gerektiğini konuşuyorlar. Al Rawi: Yoldaşlar, sokaklar Amerikalılar demokrasi üretmeye uğraştıklarından beri sokaklar anarşist dolu. Irak’ta şiddet yükseliyor. Sonuç olarak bizim ihtiyaçlarımızı gerçekleştirecekler. O zaman onlar bir teklif yapacak ve sonra biz ülkemizin geleceği için bir anlaşma yapacağız. Anlaşma olmazsa da savaşacağız. Filmde Bush’un konuşmasına yer veriliyor. Bush televizyonda yaptığı açıklamada; Irak Savaşı’nda Birleşik Devletler ve müttefiklerinin galip geldiğini söylüyor. Yapılan bir diğer açıklamada da; “Bu gelişme Saddam Hüseyin’in zorbalığına son verip, Irak’ı suratle modern ve etkin bir demokrasiye dönüştürme girişimimizdeki önemli bir adım. Büyükelçi Brumer, Irak’ın geri kalan silahlı kuvvetlerinin terhis edilmesi için gerekli emri imzaladı. Geçici koalisyon hükümeti şu an itibariyle Irak’ın askeri ve milli kuvvetlerini dağıtmış bulunuyor. Tüm subaylar, askerler, erler görevden alınmıştır. Tüm askeri rütbeler, unvanlar resmen iptal edilmiştir. Irak’ın başındaki parti feshedilmiştir. Bu Irak için yeni bir yönetimin şafağı ve dünya için Ortadoğu’ya gelen değişimi görme zamanıdır.” denilmektedir. Al Rawi’nin adamları Miller’ı kaçırıyor ve birbirleriyle konuşuyorlar. Miller: Bize karşı savaşırsanız bir kazancınız olmaz. Çok geç olmadan benimle gelmelisiniz. Al Rawi: Bağdat’tasınız diye savaş bitti mi sanıyorsunuz? Göreceksiniz daha yeni başlıyor. Irak halk koalisyonunun yaptığı toplantıda da Amerikan kuklası tarafından yönetilemeyeceklerini, Irak’ın gerçek bir Irak hükümetiyle yönetilmesi gerekliliği üzerinde duruluyor. Filmin sonunda Miller, gazeteciye bu sefer hikâyeyi doğru verelim diye “Kitle İmha Silahlarıyla İlgili Uydurma İstihbarat ve Macellan Hakkındaki Gerçek” başlıklı bir mail yolluyor. Green Zone filminde CIA, Irak'ın bölünmemesi için uğraş veren ama başaramayan bir örgüt olarak gösterilmektedir. Miller ve Martin Brown tarafından kitle imha silahları iddiasının temelsiz olduğu anlaşılmıştır. SONUÇ Her politik olay gibi 11 Eylül saldırıları ve Irak Savaşı da Hollywood sinemasında yerini bulmuştur. Hatta Hollywood, Irak ve Afganistan’daki savaşların bitmesini bile beklemeyip birçok savaş filmine imza atmıştır. 2. Dünya Savaşı ve Vietnam savaşı yıllarında genel olarak Hollywood savaş filmlerinin ABD’nin askeri gücünü ve politikasını onayladığı görülmekteyken günümüzde ise, çalışma kapsamında Irak Savaşı ile ilgili incelenen filmlerde, bütün filmlerin Amerikan ideolojisini sorgusuz sualsiz onayladığı ve izleyicilere empoze 74• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ etmeye çalıştığını görmek mümkün değildir. Son yıllardaki yapımlarda Amerikan askerlerinin Iraklı vatandaşlara uyguladıkları şiddetler, kötülükler, tecavüzler Hollywood sinemasında yer bulabiliyor. Örneğin; Redacted / Örtülü Gerçek (2007) filmi, Amerikalı askerlerin 15 yaşındaki bir kıza tecavüz etmesi ve sonrasında öldürmesini eleştirel bir biçimde göstermektedir. Savaşı mümkün olduğunca gerçekmiş gibi vermeye çalışan Hollywood savaş filmleri, izleyicilerinin yalnızca erkek olmaması nedeniyle kadın karakterleri de içermektedir (Yılmaz, 1997: 30). Genellikle Hollywood savaş filmlerinde tamamen edilgin bir role sahip olan kadın karakterlerin çalışma kapsamında incelenen filmlerde daha aktif rol üstlendiği görülmüştür. Örneğin, Home of the Brave / Cesurların Vatanı (2006) filmindeki kadın asker Vanessa Price, Irak’ta, insani yardım taşırken bomba patlaması sonucu yaralanmış ve elini kaybetmiştir. Ama buna rağmen Irak’tan döndükten sonra oğlu için mücadele etmekten asla vazgeçmemiştir. Bir diğer gerçek hikâyeden esinlenilen A Mighty Heart / Güçlü Bir Yürek (2007) filmine bakacak olursak, Mariane Pearl, kocasının kaçırıldığını duyduğu andan itibaren onu bulmak için yoğun çaba sarf etmiş ve öldürüldüğünü duyduktan sonra ise, doğacak oğlu için ayakta durmaya çalışmıştır. Çalışma kapsamında incelenen filmlerden Home of the Brave / Cesurların Vatanı (2006), Redacted / Örtülü Gerçek (2007), The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak (2008), Green Zone / Yeşil Bölge (2010) filmlerinde hâkim olan mekân savaş alanlarıdır. Çatışmalar, bombalar, silahlar görülmektedir. A Mighty Heart / Güçlü Bir Yürek (2007), In The Valley Of Elah / Tanrının Vadisinde (2007), Stop-Loss / Görev Uğruna (2008), The Lucky Ones / Şanslı Olanlar (2008) filmlerinde ise, savaş sahnelerine çok fazla yer verilmemekle birlikte – savaş ya televizyondan, ya da maillerdeki videolardan görünmektedir- savaştan dönen askerlerin psikolojileri ön plandadır. Evlerine dönen askerler ordu tarafından tekrar çağırıldıklarında geri dönmek istememektedir. Bunun için de belirli sebepleri vardır. Ya yanlışlıkla sivil halkı öldürmüşlerdir, ya arkadaşları yanlarında öldürülmüştür. Bu yüzden savaştan dönen tüm askerlerin psikolojik sorunları vardır. Ertan Yılmaz Vietnam savaşı ile ilgili yazdığı kitapta aşağıdaki ifadelere yer vermiştir: “Savaş filmleri doğası gereği şiddeti, vahşeti, çekilen acıları, yıkılıp yerle bir edilen kasabaları ve kentleri, mahvolan doğayı, yaralanan ve ölen insanları içerir. Ancak Hollywood filmlerinde bu acı çekişi, yaralanmayı ve ölmeyi, yok oluşu ve yok edişi göstermenin amacı savaşı yermek, kötülemek ve lanetlemek değil, nihai zafer, yani ABD’nin zaferi için bunları yaşamanın gerekli olduğunu vurgulamaktadır. ABD’nin koruduğu ve yaşattığı idealler-aslında ABD’nin çıkarlar- için gerekirse acı çekilmeli, ölünmelidir de.” (Yılmaz, 1997: 29) Yukarıda da görüldüğü gibi, Vietnam Savaşı yıllarındaki savaş filmlerinde yaralanmalar, ölümler savaşı kötülemek için değil, ABD’nin zaferi için gerekli olduğunu vurgulamak içindi. Fakat günümüzde, bu çalışmada da içerik çözümlemesi yöntemi kullanılarak incelenen Hollywood yapımı savaş filmlerinin genelinde, yaralanan veya arkadaşlarını savaşta kaybeden askerlerin psikolojilerinin bozulduğu, bu nedenle ABD’nin zaferinin kendilerinden önemli olmadığı, niçin savaştıklarına bir anlam veremedikleri, orduya bir daha asla dönmek istemedikleri gösterilmektedir. Irak Savaşı'nın Hollywood Filmlerine Yansıması • 75 KAYNAKÇA Yararlanılan Kitaplar Abisel, Nilgün (1995). Popüler Sinema ve Türler. İstanbul: Alan Yayıncılık. Bergan, Ronald (2008). Film (Çev. Zeynep BERİK ve Selen ERDOĞAN). İstanbul: İnkılâp. Evyapan, Serhan (2012). Sinema Yazıları. Ankara: Detay Yayıncılık. Onaran, Alim Şerif (1986). Sinemaya Giriş. İstanbul: Filiz Kitabevi. Ryan, Michael. Ve Douglas KELLNER (1997). Politik Kamera, Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası (Çev. Elif ÖZSAYAR). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Yılmaz, Ertan (1997). Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam Filmleri. Yayınevi. İstanbul: Leya Yararlanılan Makaleler Barış, Janet (2009). “Amerikan Paranoyasının Sine-Masal Görünümü”, Yeni Film Dergisi, sayı:17. Yararlanılan Tezler Nara, A. Bengü (2006). Uluslararası İletişim Düzeni Bağlamında Türk Basını ve Haber Kaynakları. Örnek Olay: Irak Savaşı Haberlerinin İncelenmesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı, Ankara. Boztepe, Veli (2007). 1960 Ve 1980 Askeri Darbelerinin Türk Siyasal Sinemasına Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı, Radyo Televizyon Bilim Dalı, İstanbul. Yararlanılan İnternet Kaynakları http://tr.wikipedia.org/wiki/Irak_Sava%C5%9F%C4%B1,Erişim: 04.04.2012. http://www.yenifilm.net/yazi.php?id=157, Erişim: 19.03.2012. http://forum.divxplanet.com/index.php?showtopic=147638, Erişim: 24.04.2012. http://www.beyazperde.com/filmler/film-129054/,Erişim: 07.04.2012. http://direkizle.net/the-lucky-ones.html, Erişim: 20.04.2012. http://www.turkcealtyazi.org/mov/0937237/redacted.html, Erişim: 24.04.2012. http://11eylul.blogcu.com/redacted-ortulu-gercek-tanitim/4316205, Erişim: 19.03.2012. 76• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ http://dunya.milliyet.com.tr/irak-ta-bir-donem-resmen-son-buldu /dunya/dunyadetay/15.12.2011/1475959/default.htm, Erişim: 20.03.2012. http://www.milliyet.com.tr/hollywooddarbesi/dunya/haberdetayarsiv/15.08.2007/210516/ default.htm, Erişim: 19.03.2012. http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1260063&title=beyaz-sarayin-imdadinahollywood-yetisti&haberSayfa=3, Erişim: 19.03.2012. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 77 - 96 Birgül ALICI * Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları Reflections of Digital Technology on Our Cinema Özet Teknolojinin gelişmesi ve dijital tekniklerin yaşamın her alanını etkilemesi, sinema üzerinde de kayda değer etkilere neden olmuştur. Yeni tekniklerin gelişmesi, görsel ara yüz ve tasarım programlarının hem daha opsiyonel, hem de daha fazla kullanıcıya kolaylık sağlaması, dijital teknolojinin sinema ile bütünleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu süreçte reklam ve televizyon sektörünün gelişimi ve mali desteklerle sinemamız da bu etkileşimin içinde yerini almıştır.Dijital teknolojinin sinemamız üzerindeki etkilerinin araştırıldığı bu çalışmada dijital teknolojinin Türk sinemasında kendi anlatım dilini oluşturmada, özdeşleşme hissinin güçlendirilmesinde ve gerekli uzman ekibin sağlanmasında yetersiz kaldığı, buna karşın, teknik imkânlar ve kolaylıklar sunma, seyirciye ulaşma, içerik yelpazesinin geliştirilmesi ve maliyetleri indirme gibi konularda olumlu gelişmeler kaydettiği tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Dijital Teknoloji, Dijital Kültür, Dijital Türk Sineması. Reflections of Digital Technology on Our Cinema Abstract The development of technology and affect of digital techniques in every aspect of life, has led to a significant influence also on cinema. Development of newtechniques, visual interface and design programs which are more optiona and providing conveniencetouser, has played an important role on theintegration of digital technology in cinema. In this process, cinema has taken place in this interaction with financial supports and development of advertising and television industry. Effects of digital technology on our cinema has been investigated in this study. It was determined that digital technology remain edin sufficient tocreateitsown language digital technology in Turkish cinema, strengthen the sense of identification and provide the necessary expert team. Whereas, it provided positive developments on making technical facilities and amenities, reaching audience, develop range of content and reducing costsetc. KeyWords: Digital Technology, Digital Culture, Digital Turkish Cinema. * Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo, Sinema ve Televizyon Yüksek Lisans Öğrencisi, birgulalici@hotmail.com. 78• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Son yıllarda yaşanan gelişmeler, teknolojideki değişim, takibi çok zor bir şekilde ilerlemekte ve yaşamın her alanını etkilemektedir. Özellikle sosyal devrim sonrasında internet ve el kameraları (handy-cam) kullanımının yaygınlaşması ile birlikte, sinema da çok farklı bir boyuta taşınmıştır. Klasik sinemaya göre gerek ekipmanların daha ucuz olması, gerekse uygun ekipmanı bulmada yaşanan kolaylıklar nedeni ile dijital teknoloji her türlü imkânı izleyiciye sunmaktadır. Dijital teknolojiyle istenilen kıyafet, sahne dekoru gibi film çekimi için gerekli her ekipmanı kolaylıkla elde etmek mümkün olurken iki video kaydı sayısız alternatifleri ile üst üste konup, çeşitli efektlerle süslenebilmektedir. Tüm oyuncuları, sahneleri, sahne dekorlarını ve her şeyi bilgisayar ortamına taşıyan dijital teknolojiyle yapılan filmlerde, doğanın verdiği sınırlılıkların üzerine çıkabilecek bir özgürlük anlayışı hâkimdir. Günümüzde sinema alanında yeni trendlerden birisi de 3-D ya da üç boyutlu filmlerdir. Geleneksel bir filmde kahraman uçamazken, bu filmlerde uçabilmekte, insana özgü çok farklı hareketleri yapabilmektedir. Üstelik render (bilgisayarda görüntü alma yöntemi) teknikleri o kadar ileri bir hale gelmiştir ki, karakterlerin birebir insana benzediği durumlara örnek pek çok film mevcuttur. Sahne başına para almayan, günün 24 saati çekime hazır, yönetmen ne isterse onu yapan bu başrol oyuncuları sayesinde sinema, sanatta özgürlüğün sınırları konusunu da beraberinde getirmektedir. Teknolojinin değişiminin, özellikle dijital teknolojinin sinema üzerindeki etkilerinin incelenmesi bu çalışmanın konusudur. Güncelliğiyle son dönem sinemamızda örneklerine sıklıkla rastladığımız ve bu nedenle önem arz eden dijital teknolojinin sinemamız üzerindeki etkilerinin ortaya konmasının amaçlandığı bu çalışmada, öncelikle dijital teknolojinin gelişim süreci, kullanılan dijital programlardan bahsedilecek daha sonra dijital kültürün sinemamızla etkileşimine ve sinemamız üzerinden örneklere yer verilirken elde edilen bulgular ortaya konacak, sonuç ve öneriler bölümünde ise konunun genel bir değerlendirmesi yapılıp öneriler sunulacaktır. Film incelemesi ve literatür tarama yöntemi kullanılan çalışmanın hipotezi ise dijital teknolojinin kopya sayısı sıkıntısını ortadan kaldırması, sınırsız manipülasyon olanağı sunması, doğru kullanıldığında gerçekçiliği ve özdeşleşmeyi arttırıcı özelliği, maliyetleri azaltması, teknik kalite kaybının ve korsan filmciliğin azalmasına yardımcı olması, ek istihdam olanağı sunması gibi olumlu özelliklerine karşın Türkiye'de kendi sinema diline katkı sağlayacak kadar gelişemediğidir. Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 79 1. Dijital Teknolojinin Evrimi Teknolojiye dayalı bir toplum yapısını tanımlayan bilgi çağı bireyleri, yoğun bir iletişim etkinliği içerisinde yer almaktadır. Zaman ve uzam ayrımı olmaksızın gerçekleşen iletişim etkinliği çerçevesinde, birbirleriyle iletişim kuran toplum fertleri küresel bir kültürün öğesi olarak küresel bir toplum yaratılmasını sağlamaktadırlar (Binark ve Kılıçbay, 2005: 19). Dijital teknolojinin evrimi, bu iletişim etkinliğinde oluşan bilginin evrimi ile gerçekleşmiştir. Bilgi toplumuna geçiş, beraberinde bir teknolojik dönüşüm olgusunun da irdelenmesini gerektirmiştir. Teknolojik dönüşümlerin ekonomik büyüme ve toplumsal dönüşüme etkileri konusuna ilk dikkati çeken Kontradiev'dir. Onun "uzun dalga" kuramına göre, sanayi devriminden günümüze kadar yaklaşık 50 yıllık dönemler itibariyle dört uzun dalga söz konusudur. Her bir dalganın kökenleri bir önceki dalga içinde bulunmaktadır. Bunlar 1770-1830 arası "Erken Mekanizasyon", 1830-1880 arası "Buhargücü/Demiryolları", 1880-1940 arası "Elektrik ve Ağır Sanayi" ve 1940-1980 arası "Kitle üretimi" dönemleridir. Yaşadığımız bu dönem ise "Beşinci Dalga" olarak adlandırılmaktadır ( Tekin ve Ercan, 2006 ) Bu konuda diğer bir kuram ise AlvinToffler tarafından yapılmıştır. Toffler bilgi toplumu ile ilgili düşüncelerini belirtirken toplumsal gelişmenin iki büyük değişim dalgası geçirdiğinden söz etmiştir. Bunlardan her birinin önceki kültürleri ve uygarlıkları yok edip yerine, yeni yaşam ve ekonomi modellerini getirdiğine dikkati çeken Toffler, birinci değişim dalgası olan tarım devriminin bin yılda ortaya çıktığını, ikinci dalga olan sanayi devriminin de üç yüzyılda ortaya çıktığını belirtmiş, 2. Dünya Savaşından sonraki on-on beş yıl içinde sanayi dalgasının en yüksek düzeye ulaştığı sırada ise, henüz tam olarak anlaşılamamış olan üçüncü dalganın başladığını ifade etmiştir ( Tekin ve Ercan, 2006 ). Diğer yandan Daniel Bell ve Touraine tarafından 1970'lerde gelmekte olan toplumu tanımlamak için kullanılan "Sanayi Sonrası Toplum" ve Japon araştırmacılar ve özellikle YonerjiMasuda tarafından kullanılan 'Enformasyon Toplumu' yeni oluşan toplumun tanımlanmasında son zamanlarda daha fazla kabul görmüştür (Durmaz, 1999). Bilgi toplumunun tanımı ve özellikleri belirlenirken genelde bu toplumun sanayi toplumundan farklı olan yönleri ortaya konularak bir değerlendirme yapılmaktadır. Bu bağlamda bilgi toplumu, sanayi toplumundaki kitle üretim ve tüketim, standartlaşma, merkezileşme ve kitleselleşme anlayışlarının yerine bireyselleşmeyi, yerel kültürlerin daha 80• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ fazla önem kazandığı, akıl ve bilimin sorgulanmaya başladığı farklı bir toplum yapısını beraberinde getirmiştir (Binark ve Kılıçbay, 2005). Bilgi toplumunun, endüstriyel devrimin ardından gelmesi nedeni ile literatürde "postendüstriyel toplum" olarak adlandırıldığı da görülmektedir. Post endüstriyel toplumun genel olarak şu özelliklere sahip olduğu ifade edilebilir: *Ekonomik Alan: Mal Üretiminden Hizmet Üretimine Geçiş *İş Yapısı: Profesyonelleşmiş Çalışanların ve Teknik Nitelikli Mesleklerin Üstünlüğü *Merkezi Güç: Buluşların ve Sosyo-Politik Sistemlerin Ana Kaynağının Bilgi Olması *Geleceğe Odaklanma: Teknik Gelişmelerin Yönlendirici ve Teknolojinin Hâkim Olması *Karar Verme: Yeni Entellektüel Teknolojinin Geliştirilmesi ve Kullanılması Bilgi toplumu üzerine pek çok teorik yaklaşım getirilmiştir. Bell' e göre, sanayi sonrası toplum; dinamikliğini bilgiden alan, öncü insanı toplumun talep ettiği becerilerle yetiştirilmiş uzmanlar, mühendisler ve bilim adamlarının oluşturduğu ve ana üretimin hizmetler sektörü tarafından gerçekleştirildiği bir toplumdur. Ürün üreten ekonominin yerini gittikçe hizmet üreten ekonominin alması ve hizmet eğilimlerinde gözlenen değişimler sanayi sonrası toplumun önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Bu toplum; hayat standardının göstergesi olarak, ürün miktarıyla tanımlanan sanayi toplumunun aksine hizmetlerde, sağlık, eğitim, dinlenme ve sanat faaliyetlerinin bir göstergesi olarak hayatın kalitesiyle tanımlanır (Dura, 1998: 1090). Tourine ise yeni bürokratik ve uzman sınıfların ortaya çıktığı, bilgi ve organizasyona dayalı yeni iş trendleri ve boş zaman faaliyetleri ile tanımlanan programlı bir toplumdan söz etmektedir. Detaydaki farklılıklara rağmen bu tanımlar hızlı bir sosyoekonomik dönüşüm sürecinin yaşandığını ortaya koymaktadır. Bu süreç, daha önceki tarım ve sanayi toplumlarından çok farklı özelliklere sahip bilgi toplumunun ortaya çıkmış sürecidir. Bilgi toplumu ise, işgücünün önemli bölümünün bilişimle ilgili işlerde çalışıldığı ve ekonomide en etkili faktörün bilginin kullanılması ve uygulanmasının olduğu toplumdur. Bir toplum içinde söz konusu her üç toplum farklı ölçülerde bulunabilir. Ancak, gelişmişlik düzeyi arttıkça toplumların yüzdeleri de belirgin ölçülerde değişmektedir. Mesela, 1980 yılında ABD'de işgücünün sadece yüzde 3'ü tarım kesiminde çalışıp, yüzde 76'sı hizmet ve bilişim faaliyetleriyle meşgulken, şimdi, yeni kurulan işlerin yüzde 80'den fazlası bilişim ve Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 81 hizmet sektörüne kaymıştır. Birçok Batı Avrupa ülkesi, Kanada, Japonya ve ABD gibi bilgi toplumu trendini izlemektedir (Akın, 2001: 22). Bell bu doğrultuda "Bilgi sistemli bir şekilde herhangi bir iletişim aracıyla başkalarına aktarılan, makul bir hükme veya tecrübeye dayanan sonucu gösteren, olgu veya fikirlerle ilgili düzenli ve sistemli ifadeler bütünüdür ve bu özelliklere sahip olan toplum bilgi toplumudur" demektedir (Bell,1973: 175). Genel olarak Daniel Bell, YonejiMasuda ve AlvinToffler gibi düşünürler, tarım ve sanayi toplumlarından farklı bir "bilgi top1umu"nun ortaya çıkmakta olduğunu ve bu toplumsal aşamada insanlığın daha özgür bir ortama kavuşacağını ileri sürmüş, günümüzde bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin insan ilişkilerinde devrimci bir etki yarattığını ifade etmiştir. ( Çelik, 1998: 54-55 ) 1.1. Teknoloji Devrimi ve Etkileri Teknoloji devriminin hammaddesi bilgidir. Bilginin temel olarak üç türünden söz etmek mümkündür (Tonta, 2012) Süreç Olarak Bilgi (Information-As-Process): Bir kimsenin bildikleri, bilgilendiği zaman değişir. Bu anlamda bilgi 'bilgilendirme etkinliği' olarak tanımlanmaktadır. Örneğin, kişilerin hangi sefer sayılı uçakla seyahat edeceği konusunda bilgilendirilmesi gibi. Bilgi Olarak Bilgi (Information-As-Knowledge):‘Süreç olarak bilgi'de, yani bilgilendirme etkinliği sırasında, bir konu ya da olaya ilişkin olarak verilen haber ya da bilgiyi ifade etmek için de 'bilgi' (information) sözcüğü kullanılır. Buna 'TK201 sefer sayılı uçağın saat 21.30'da hareket edeceği' örneği verilebilir. Nesne Olarak Bilgi (Information-As-Thing): Bilgi olarak adlandırılan veri ya da belgeleri nitelemek için kullanılır. Çünkü bu nesneler bilgilendirici, öğretici niteliğe sahiptir. 'TK201 sefer sayılı uçakla İstanbul' dan Erzincan'a gidecek olan yolcuların 308 nolu çıkış kapısına geçmeleri rica olunur” örneği bilginin nesnel kullanımına ilişkindir. Bilginin evrimi, beraberinde birçok bilinen paradigmanın da değişimine yol açmıştır. Bu değişim günlük yaşamdan eğitime, iş hayatından sosyal yaşama her alanda kendisini göstermektedir. Aynı zamanda üretim bir yandan devam etmekte ve artan üretim yeni ürünlerin piyasada dolaşımını arttırmaktadır. Artan bu dolaşım sayesinde üretim olanakları artarken, yeni yaşam stilleri de şekillenmektedir. 1.2. Teknolojinin İletişim Alanındaki Gelişimi 82• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Günlük yaşam ve sosyal hayatın değişiminin en büyük nedenlerinden birisi olarak teknolojinin yarattığı iletişim alanındaki gelişmeler gösterilebilir. Özellikle bugün Arap Baharı ile gündeme gelen sosyal medya, bir anlamda dijital teknolojinin devletler üstü bir güç olduğunu göstermektedir. Yıllar süren Kaddafi, Esad, Saddam, Mübarek gibi rejimleri çok kısa sürede deviren bu iletişim türü, yeni dünyanın da iletişim alternatifi olarak dünyaya damgasını vurmuştur. Eski iletişim teknolojilerinde çoğunluğun istek ve beğenileri azınlık tarafından belirlenirken, yeni iletişim teknolojilerinde çoğunluğun kendi istediği enformasyona ulaşmasına izin verilmektedir. Yine eski iletişim teknolojileri üretici merkezli olup aynı iletişim içeriğini bütün izleyiciler için sağlamaktayken, yeni iletişim teknolojileri kullanıcı merkezlidir ve bilgisayarın hafızasındaki enformasyona erişim biçimi çoklu kılınmıştır ( Toplu, 2008 ). İnternet ve dijital yayıncılık alanındaki gelişmeler medya kurumlarının işleyişinde, örgütlenme yapısında ve kendi aralarındaki ilişkilerinde önemli değişiklikler yaratmıştır. Dijital teknik ve çoklu yayıncılık sistemleri geleneksel medyada gücün dağılmasına yol açarak sistemin yeniden yapılandırılmasını zorlayan yeni bir dönem başlatmıştır. Grafik, görüntü vb. enformasyonun dijital ortama aktarılması yönündeki çalışmalar 1960'lı yıllara kadar uzanmaktadır. Ancak yazılı metinlere göre çok daha fazla kapasitede işlem yapılmasını zorunlu kılan bu alandaki çalışmalar, 1990'ların başında, bilgisayar teknolojisindeki mikroişlemcilerin gelişimi, işlem hızı ve kapasitelilerinin artması ile birlikte etkinlik kazanabilmiştir ( Toplu, 2008 ). 2. Sinema ve Dijital Kültür Bu bölümde öncelikle dijital kültür kavramına değinilip daha sonra sinema ve dijital kültür etkileşimi, sinemada kullanılan dijital programlar ve sinemamızda dijital teknolojinin uygulama örneklerine yer verilecektir. 2.1. Dijital ( Sayısal ) Kültür Kavramı İletişim araçlarının daha çok günümüze (bir gelişim ya da sürekli yenilenme süreci anlamında da geleceğe) özgü olanlarını nitelendirmek için kullanılan yeni medya, yapısal olarak dijital teknolojiden; yani ses, müzik, yazı, grafik, fotoğraf ve hareketli görüntülerin 0 ve 1’lerden oluşan dizilere dönüştürülmesinden oluşmaktadır. Yeni medya teknolojilerinin aynı zamanda eski teknolojiler için geliştirilen yeni yöntemler olduğu ifade edilmektedir. Bu yeni Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 83 yöntemler arasında; e-book; facebook, twitter, dijital olarak üretilen animasyon ve 3D filmler vb. yer almaktadır. Teknolojinin yenilikleri çerçevesinde oluşan medya devrimi kendi kültürünü de beraberinde getirirken sayısal kültür olarak da tanımlanan bu yeni kültür, teknolojilerin toplum üzerinde meydana getirdiği değişiklikleri ifade etmektedir ( Şişman, 2012: 90). Yeni medya sayısal ağlara bağlanabilme, bu bağlantının, yani karşılıklı işleyen akışkan bir ağın sağladığı çoklu ortam özelliklerini kullanıcısına yeni hizmet seçenekleri olarak sunabilme olanağına sahiptir (Törenli, 2005: 87). Dijital veriler, radyo frekansı ya da fotoğraf negatifi gibi oluşumların yerini almıştır. Böyle basit ifade edilebilen bu değişim, aslında iletişim alanında çok ciddi ve kökten bir dönüşüme neden olmuştur (Çaplı, 2002: 50). Yeni teknolojinin temelini oluşturan dijitalleşmenin yayılımı ve bireyler tarafından benimsenmesi toplumsal yapının bilgi çağı olarak adlandırılmasına neden olan temel etkenlerdir. Bilgi çağının benimsenmesi çok kısa bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu doğrultuda Rogers'in "yeniliklerin yayılması yaklaşım"ı yeniliklerin bir topluma nasıl sokulduğunu ve bireylerin bu yenilikleri nasıl benimsediğini ya da reddettiğini açıklamaya çalışan iletişim araştırmaları alanıdır (Mutlu, 1998: 371). Rogers'a göre yeniliklerin yayılması; toplumsal değişim ve gelişim için, toplumsal sistemde yeni fikirlerin iletişim kanalları boyunca yaygınlaşmasıdır (Erdoğan ve Alemdar, 2002: 456; Geray, 2003). Teknik sorunlar modelde insanlarla ilgili sorunlardan farklı ele alınmasına rağmen insan iletişimi modellerini etkilemiştir. Bu model iletişimin tutum ve davranış boyutundaki etkilerini ölçmeye yönelik çalışmalarda kullanılmıştır. Kuramın doğrudan sonucu 1980'lerden itibaren dijital iletişim teknolojisi olmuştur (Tekinalp ve Uzun, 2004: 73). Geleneksel medya sınıflamasında yer alan kitle iletişim araçları, dijital iletişim teknolojisinde farklı konumlandırılmaktadır. Örneğin kitle iletişim araçlarından gazete, dergi ve kitapları yeni medya sınıflandırması içerisinde ya da dijital ortamda yazılı materyaller olarak konumlandırabiliriz. Nitekim dijital ortamdaki -internet aracılığıyla erişim sağlanılan yazılı materyallerin- gazete ve dergilerin, basılı materyaller karşısında sahip olduğu bazı avantajlar bulunmaktadır (Dominick, 2007: 88): *Basılı materyallerde özellikle gazetelerde haberlere ayrılan yerler kısıtlıdır. Çevrimiçi ortamdaki gazetelerde böyle bir sınırlama bulunmamaktadır. Dolayısıyla uzun röportajların 84• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ tamamının yer alması, röportajların farklı dillerde yayınlanması, haberlere ilişkin daha fazla sayıda fotoğrafın verilebilmesi, büyük tablo ve grafiklere yer verilebilmesi, haberlere ilişkin hareketli görsel ve işitsel bilginin aktarılması gibi imkânlar mevcuttur. *Çevrimiçi ortamda haberler, bilgiler kolaylıkla güncellenebilmektedir. Olaylara ilişkin anlık değişimler yayınlanabilmektedir. *Çevrimiçi gazeteler etkileşimlidir. E-posta adresler, bülten tahtaları, sohbet odaları okuyucuların anında geribildirimde bulunmalarını sağlamaktadır. Ayrıca arşiv bilgilerine ve farklı çevrimiçi adreslere erişim olanağı okuyuculara sunulan hizmetlerdendir. 2.2. Sinema ve Dijital Kültür Etkileşimi Dijital kültürün kuşkusuz en büyük etkilerinden birisi de sinema üzerine olmuştur. Sosyal yaşamın her alanında olduğu gibi sanat alanında da etkisini gösteren dijital kültür, sanatın pek çok alanının da sinemaya girmesine neden olmuştur. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi üçlemesi, Notre Dame'ın Kamburu gibi pek çok edebiyat eseri uzun yıllar hiç buluşamadığı kadar sanat seyircisine edebiyat yerine sinema sayesinde ulaşabilmiştir. 1990'lı yılların başında, bilgisayarların görüntüyü işleyebilecek hıza ulaşmasıyla, sinema ve televizyon alanlarında çalışmalar 'ortak bir dil-ortak bir sistem' üzerinde planlanmaya başlamıştır. Bu dil, bilgisayar teknolojisinin dili olan dijital iletişim dilidir. 1990'lar genel olarak dijital teknolojiye geçiş dönemidir. Metin, ses ve görüntünün bilgisayar teknolojisi yardımıyla üretildiği dijital sistem, aynı paralelde sinemayı da etkilemiş, sonuç olarak, daha önceleri gerçekleştirilmesi imkânsız olan düşünceler gerçekleştirilebilir bir duruma gelmiş, yeni anlatım tarzları oluşturulmuş ve sinema dünyasına sanal karakterler kazandırılmaya başlanmıştır. Dijital kamerayı ilk kullanan yönetmen ise Fransız filmi "Vidocq"un (2001) yönetmeni Pitof'tur ( Ormanlı, 2012: 33). 2000'li yıllarda daha yaygın olarak kullanılmaya başlanan HD kameralarla, analog teknolojinin yerini dijital teknolojinin alması sinema ve televizyon alanında üretim-gösterim ve dağıtım gibi sistemlerin de değişmesine yol açmıştır. Söz konusu değişimle kameranın kendi içinde temel düzeyde kurgu yapması mümkün olmuş, ancak veri depolamak için bol miktarda sabit diske veya yüksek kapasiteli disklere ihtiyacın artması kasetten daha büyük maliyetlere neden olmuştur. Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 85 Günümüzde dağıtımcılar ağır ve taşınması zor 35 mm'lik film yerine daha çok dijital filmi tercih etmektedir. Bununla birlikte kopya sayısı sıkıntısı da ortadan kalkmaktadır (AboutDigitalCinema , 2012 ). Ayrıca sınırsız manipülasyon olanağı sunan sayısal teknolojiyle, gerçek dekor ve aktör olmadan da film görüntüleri üretilebilmekte, bu ise ekonomik olarak büyük katkılar sağlamaktadır ( Çalışkan, 2006: 164 ). Sinemada üç boyutlu efektler ise, Alman yönetmen FritzLang tarafından gerçekleştirilen DieNiebulungen (1924) ve Metropolis (1927) filmleri ile başlamıştır. Nibbelungen'de ilk defa mekanik bir ejderha maketi kullanılmış, Metropolis'de, geleceğin şehir maketleri oluşturulmuştur. Maket hareketlerinin gerçekleştirilmesinde karşılaşılan zorluklar nedeniyle, sinema yapımlarında bu tür efektler Stop motion yöntemi ile gerçekleştirilmiş, art arda kameraya çekilen model veya maketlerin hareketi ile animasyonlar elde edilmiştir. Stop motion kısaca, çamur, plastik, cam, tahta, metal gibi fiziksel modellerin kullanımı ile gerçekleştirilen bir animasyon süreci olarak tanımlanabilir. 1920 yılında Amerikalı WillisO'Brien'in, stop motion tekniği kullanarak gerçekleştirdiği Kink Kong, 2005 yılında ünlü yönetmen Peter Jackson tarafından ilk filme sadık kalınarak tekrar çekilmiştir. Yapım günümüz animasyon teknolojisinin geldiği aşama açısından önemli göstergelerden biri olarak düşünülebilir. Yine 2000'li yıllarda gösterime giren "Chicken Run" (Tavuklar Firarda) filmi de, son dönem en iyi stop motion yapımları arasında yer almaktadır. Artık günümüzde bu tür efektler, üç boyutlu bilgisayar animasyon yazılımları ile üretilmektedir ( Çalışkan, 2006: 161 ). 2.3. Sinema Alanında Kullanılan Dijital Programlar Sinema alanında günümüzde pek çok dijital program kullanılmaktadır. Bunlardan bir kısmı tüm kullanıcılara açık olan programlar olurken, bir kısmı ise filmlere özel geliştirilebilmektedir. Bu konuda özellikle Warner Bross gibi animasyon şirketleri, sadece kendilerine özgü olan ve içeriğini sır gibi sakladıkları bazı programlar geliştirmiştir. Öte yandan herkes tarafından bilinen ve en yaygın programları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür: *AfterEffects *AdobePremiere *Autodesk 3d's Max 86• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ *Autodesk Maya Çalışmanın bu bölümünde, bu programlara ilişkin kısa ve genel bilgilere yer verilmiştir. 2.3.1. AfterEffects AdobeAfterEffectsisminden de anlaşılacağı üzere, çekim sonrası etkileri baz alan bir video montaj programıdır. Yani bir resim için Photoshop nasılsa, video için de AfterEffects odur. AfterEffects programı ile videoların üst üste bindirilmesi, geçişlerinin düzenlenmesi, farklı efektlerin verilmesi mümkündür. Günümüzde özellikle sinema giriş introları, sahneler arası geçişler, özel efektler hep bu program vasıtasıyla yapılmaktadır. 2.3.2. AdobePremiere AdobePremiere, AfterEffects gibi bir montaj programı olup, farkı daha sınırlı efektlerin kullanılması, ancak buna karşın daha hızlı ve etkili çıktıların alınmasıdır. Yine burada da videoların montajı, ses ve efektin birlikte verilmesi, sahne açılarının değiştirilmesi gibi pek çok alternatif kullanıcıya sunulmaktadır. 2.3.3. Autodesk 3d's Max Gerek mühendislik, gerekse animasyon ve modelleme alanında popüler olan 3d's Max, sanal modelleme, karakter animasyonu, video edit, hareketli banner gibi pek çok alanda kullanılan bir programdır. 3d's max programı endüstriyel üretimde kalıp üretimi, prototip üretimi gibi pek çok alternatifi kullanıcıya sunarken, program ile ilgili aşağıdaki uzmanlık alanları geliştirilmiştir: Modeller: Modelleme yapan ve endüstriyel ürünleri geliştiren bir alandır. Burada karakter geliştirme de yapılır. Rigger: Geliştirilen modellerin hareketlenmesi için gerekli olan iskelet sisteminin anatomi ya da mekanik bilgilere göre düzenlenmesini sağlar. Animatör: 3 boyutlu rigli modelleri hareket ettiren ve hareketin temel prensiplerine göre uzmanlaşmış alanlardır. Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 87 Karakter Animatör: Hareketlendirilecek olan model organik bir model ise karakter animatör gereklidir. Mesela araba, bir makine parçası vs. animatör tarafından hareketlendirilirken, canlı karakterler ise karakter animatör tarafından hareketlendirilir. Compositer:Mekan ve hareketlendirilmiş modelleri bir araya getirerek son kurgunun yapıldığı alandır. Burada son kontroller yapılarak sahnenin son şekli verilir. Render: Son çıktının alınması işlemidir. Yüksek çözünürlüklü çalışmalarda render zamanı uzayacağından günümüzde, render işlemi ağ üzerinden çoklu bilgisayarlar yardımıyla yapılmaktadır. Günümüzde tüm bu alanlar için ayrı uzmanlar geliştirilmeye başlanmıştır. 2.3.4. Autodesk Maya Autodesk Maya, 3d's max programının her şeyi ile aynı bir program olup, sadece animasyon ve sinema ya da reklam piyasası için özelleşmiş olanıdır. 3d's max programı mühendislik ya da genel katı modelleme alanına da hitap ederken, Maya daha çok görsel tasarım üzerine odaklanmıştır. 2.3.5. Diğer Programlar Yukarıda sayılan programların dışında, V-ray, Blue-Ray, Motion Capture gibi pek çok alana özgü geliştirilmiş program da mevcuttur. Burada benimsenmesi gereken temel yaklaşım ise en doğru çözümün bulunması için uygun ekibin geliştirilmesi ve bir araya getirilmesidir. 2.4. Sinemamızda Dijital Kültür ve Uygulama Örnekleri Uzun süre teknik ve ekonomik sıkıntılar yaşayan Türk sineması, televizyon ve reklam sektörünün gelişmesiyle birlikte, resmi-özel, yerli-yabancı fon ve desteklerle dijitalleşmenin olanaklarından yararlanmaya başlamıştır. Genç yönetmenler düşük bütçeli dijital ekipmanları tercih ederken, ünlü film yapımcıları da pahalı ve gösterişli efektler için son sistem teknolojileri kullanır hale gelmiştir ( Ormanlı, 2012: 36 ). 2002 yapımı Ümit Ünal'ın yönettiği Dokuz filmi, Türk sinemasında baştan sona dijital olarak çekilmiş ve daha sonra 35 mm'ye aktarılmış ilk filmdir. Türk sinemasında dijital kamera kullanımının, bu filmden sonra daha yaygın hale geldiği ifade edilmektedir. Dağıtım ve gösterim dijitalleştikçe teknik kalite kaybı ve korsan filmcilikte azalma görülmeye başlanmıştır. Ayrıca teknolojik yenilikler seyirciyi daha fazla konunun içine çekip, özdeşleşerek rahatlamasını ve eğlenmesini sağlamaktadır. Günümüzde bir filmin %30 88• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ bütçesinin ham film, banyo ve baskıya gittiğini düşünürsek sinemada üretimin ve dağıtımın dijitalleşmesinin maliyetleri düşürdüğünü, sinema salonlarında teknik elemanlara ihtiyaç kalmadığından daha az personelle çalışılabildiği, film setlerinde ise daha çok kamera, daha çok teknoloji kullanımına gerek duyulduğundan iş imkânlarının arttığı söylenebilir. Örneğin Cemal Okan, 3 boyutlu çekilen "Cehennem" adlı filminde 75 kişilik ekip kullandığını, önceki filminde bu sayının 40 olduğunu belirtmektedir. Okan, ayrıca yapımcılığını üstlendiği Türkiye'nin ilk 3D filmi olan "Cehennem"in (2010) teknik olarak sınıfı geçse de, konsept olarak sınıfta kalmasının diğer 3D film çekmeyi planlayanların da önünü kestiğini söylemektedir ( Ormanlı, 2012: 36-37). Sinema salonlarımızda dijitalizasyon çalışmaları ise 2007 yılından itibaren başlamıştır. 2010 yılı içerisinde Türkiye'de 1874 sinema salonu içerisinde 205 salonun dijital projeksiyona sahip olduğu belirlenmiştir. Bu projeksiyonların çoğu 2K (1998x1080) teknolojisinde olup, Türkiye'de sinema salonlarının dijitalizasyonu yapılırken maliyet ve günün teknolojik düzeyi nedeniyle 2K'nın tercih edildiği düşünülmektedir. Ülkemizde 2010 yılı içinde 4K projeksiyonlu salon sayısının ise 6 olduğu saptanmıştır. Dolayısıyla günümüzde var olan 2K projeksiyonların değiştirilmesi gündeme gerekmektedir. Nitekim Türkiye'de 3B filmlere olan seyirci ilgisinin dijital yatırımların önünü açtığı ve işletmecilerin bu konuda istekli olduğu görülmektedir ( Erkılıç, 2012: 97 ) Dijital sinema olanaklarının gelişmesi ve Kültür Bakanlığı'nın ve festivallerin destek fonlarının artması son yıllarda film üretiminde de artışlara neden olmuştur. Böylece Türk sineması uzun yıllar süren teknolojik yetersizliğini son on yıldan itibaren kapatmaya başlamış, bilinçlenen sinemaseverler yerli yapımlara eskisinden daha fazla rağbet göstermeye başlamıştır. Günümüzde pek çok komedyen ve medyada tanınmış kişilerin basit bir el kamerası ile film çektiklerini görmek mümkündür. Bu açıdan baktığımızda pek çok insan kendi anlatmak istediği hikâyeler ve karakterlerle birlikte sinemaya gelirken bu olanağın tanınmasının daha demokratik bir ortam yarattığı da ifade edilebilir. Ayrıca teknolojik yenilikler seyirciyi daha fazla konunun içine çekmeyi, kendisini ana karakterin yerine koymayı, kahramanın öykü içindeki yolculuğuyla beraber heyecanlanmasını kolaylaştırmayı, rahatlayıp sorunlarından uzaklaşmasını ve en önemlisi eğlenmesini sağlamaktadır ( Karabağ, 2011 ). Diğer yandan bugüne kadar yapılan teknolojik gelişmelerin tam anlamıyla seyircinin filme yabancılaşmasına, anlatılanı irdelemesine, düşünmesine, rahatsızlık duymasına, sinema Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 89 salonunda bilinçlenmiş ve değişim isteyen bir şekilde ayrılmasına hizmet etmediği söylenebilir. Sinemacılar anlatılacak öykü kalmadıkça aynı öyküleri yeni teknolojilerle tekrar tekrar anlatmak zorunda kalmış, bu da sinema teknolojisinde yeni tekniklerin arayışlarına neden olmuştur. Dolayısıyla burada filmin hangi teknoloji ve hangi ekipmanla çekildiğinden ziyade film içeriğinin de önemi anlaşılmaktadır (Karabağ, 2011 ) Sinemamızda dijital teknolojinin kullanıldığı dört film örneğine çalışmamızın bu bölümünde yer verilmiştir. 2.4.1. Dabbe Yönetmen: Hasan Karacadağ, Oyuncular: Ümit Acar, Kaan Girgin, Serdar Özer, Ebru Aykaç, Süha Tok, Tür: Korku,Yapım Yılı: 2005, Vizyon Tarihi: 10 Şubat 2006 Cuma. Filmin özeti:2005 yılının sonlarına doğru Süper güç Amerika'yı bir intihar salgını sarar. Ülkenin her tarafında, birbirlerinden bağımsız olan insanlar çok farklı ve tüyler ürpertecek yöntemlerle kendini öldürmektedir... Çok kısa bir süre sonra bu intihar vakalarının benzeri Türkiye'de de yaşanmaya başlar... Türkiye'deki ilk tuhaf intihar olayı İzmir'in Selçuk ilçesinde yaşanır. Tarık isimli kendi halinde bir genç internete girdiği uzun gecelerin ardından birden dünyayla ilişkisini keser ve kısa bir süre sonra korkunç bir yöntemle kendini öldürür. Selçuk Emniyet Amirliği, Tarık'ın intiharını özel incelemeye alır ve bu bağlamda en yakın arkadaşları olan Hande, Cem ve Sema'yı sorgular. Bu arada Tarık'ın bu üç yakın arkadaşından biri olan Cem’e internet aracılığıyla tuhaf görüntüler eşliğinde mailler gelmeye başlar. Mailleri gönderen kişi ise kısa bir süre önceden intihar edip ölen Tarık'tır. Bir ölüden mail gelmenin mantıksız olduğunu düşünen arkadaşlar zaman içerisinde çevrelerinde zuhur eden garip varlıklar görmeye başlarlar. Bu varlıklar kim ve nereden kontrol edildiklerini hissettirmeden göründükleri insanlara korkunç anlar yaşatmaktadırlar. Kişilerin bilinçlerini ele geçirerek onların gerçek ve rüya arasındaki ayırımı yapmalarını engellemekte ve kısa süre içerisinde onların kendisini öldürmelerini sağlamaktadır. Tarık'ın arkadaşlarından Hande yaptığı araştırmaları komiser Süleyman'la paylaşır. Ona göre dünyadaki bütün ölümleri "Dabbe'tül arz" isimli bir varlık gerçekleştirmektedir. Dabbe bunun için iki şeyi kullanmaktadır. Dünyaya bir örümcek ağı gibi yayılan “İnternet” ve de aynı mekânda fakat farklı boyutta yaşayan “Cinler”. Dabbe perdeyi aralamış ve gerçekler ters- 90• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ yüz olmaya başlamıştır. Kıyametin son alameti artık her yerdedir. Hareket noktası olarak da Türkiye'yi seçmiştir. Dabbe, bu filmden sonra ‘google'da Avrupa genelinde 2006 yılının en çok aranan kelimesi olmuştur. Hasan Karacadağ'ın ilk uzun metrajlı filmidir. Filmde doğaüstü yaratıkların modellenmesi, saldırı sahneleri gibi pek çok sahnede dijital programlardan yararlanılmıştır. Özellikle korku sahnelerinde etkili bir dijital modelleme örneğinin sunulduğu görülmektedir. 2.4.2. Semum Yönetmen: Hasan Karacadağ, Oyuncular: Ayça İnci, Burak Hakkı, Nazlı Ceren Argon, Cem Kurtoğlu, Sefa Zengin, Tür: Korku, Yapım Yılı: 2007, Vizyon Tarihi: 8 Şubat 2008 Cuma. Filmin Özeti:Semum dumansız ateş ve güçlü bir zehirin birleştirilmesiyle meydana gelmiş ve insanoğlundan önce yaratıldığı inancı olan, ele geçirdiği insanın bedenindeki tüm gözeneklere kadar girip yerleşen bir tür tehlikeli yaratıktır. 27 yaşındaki Canan Karaca ve kocası Volkan Karaca yeni aldıkları büyük bir eve taşınırlar. Her şey çok iyi giderken bir gün sebebini bilmediğimiz bir şekilde Canan'a garip şeyler olmaya başlar. Canan yavaş yavaş başka bir varlığa, kendisine hükmetmeye başlayan bir yaratığa dönüşmeye başlar. Çünkü filmde “Semum” kendisine hedef olarak Canan'ı seçmiştir. Film Türk ve Dünya sinemasında tamamı animasyon ortamında yapılmış ilk film olmakla birlikte, dünyada sadece iki kişi tarafından konuşulan kıptice (coptic) dili bilgisayarda başka boyuttan geliyormuş hissi verilmeye çalışılarak ilk kez bu filmde kullanılmıştır. Film gerçek bir hikâyeden esinlenmiştir.Hasan Karacadağ'ın ikinci uzun metrajlı filmidir. Fantastik öğeler barındırmaktadır.Dabbe’deki görsel efektler ileri boyuta taşınmış, seyircinin izlediğiyle daha çok etkileşime girmesi mümkün hale gelmiştir. Türkiye’nin ilk 3D yaratığı, Hasan Karacadağ’ın isteğiyle tamamen Türk bir ekip tarafından gerçekleştirilmiştir. BDR Dijital firması, Hasan Karacadağ’ın senaryoda verdiği bilgiler eşliğinde yaklaşık 4 ay süren bir ön çalışmadan sonra Semum’u 3D olarak ve yepyeni yöntemler kullanarak tasarlamıştır. Bahtiyar Engin bu filmdeki yaratık olan semumun her diyaloğunu 4 ayrı seste seslendirmiştir.Uçma ve final sahnesi için dev bir platoya kurulan, en son teknoloji mekanizmalar sayesinde çok başarılı greenbox çekimleri yapılmış,filmin ses efektleri için ise insan kulağının en az duyduğu ve bilinçaltına en çok ürperti veren sesler tespit edilmiş ve özel bir miksle kurgulanmıştır. Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 91 2.4.3. Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu Yönetmen: Kartal Tibet, Oyuncular: Mehmet Ali Erbil, Cüneyt Arkın, Sinem Kobal, Burcu Kara, Burak Hakkı, İsmail İncekara, Ali Erkazan, Haldun Boysan, Didem Erol, Tür: Komedi, Yapım Yılı: 2006, Vizyon Tarihi: 15 Aralık 2006. Filmin Özeti:Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu, Dünyayı Kurtaran Adam adlı filmin devamı olarak çekilmiş bir filmdir. Komedi türündeki filmde, aksiyon ve bilim kurgu konuları da kullanılmıştır. Film uzayda geçmektedir. Yıl 2055... Dünyayı Kurtaran Adam'a yenilen Uga intikamını almak için dünyaya gelir ve bir zamanlar onu alt eden adamın oğlu Zaldabar'ı kaçırır. Uga, Zaldabar'ın bir ikiz kardeşi olduğunu bilmemektedir.Dünyayı Kurtaran Adam da kaçırılan oğlunun ardından uzaya çıkmış, yollara düşmüş, uzayın derinliklerinde kaybolmuştur. Aradan yıllar geçer, bu arada uzaya giden ilk Türk Gökmen uzayda kaybolmuştur ve ondan haber alınamamaktadır. Dünyada kalan ve astronot olarak yetiştirilen Dünyayı Kurtaran Adam'ın diğer oğlu Kartal (Mehmet Ali Erbil) Gökmen'i bulmak için görevlendirilir ve onu bulmak için uzaya gider. Gökmen'i arayan Kartal, uzun aramalardan sonra tesadüfen Lunatika adlı gezegende babası Dünyayı Kurtaran Adam'ı ve Gökmen'i bulur. Gökmen ve arkadaşları bu gezegende saklanmaktadır. Lunatika denen gezegende hem uzayda kaybolmuş olan Gökmen'i hem de babası Dünyayı Kurtaran Adam'ı bulan Kartal'ı sıra dışı olaylar ve maceralar beklemektedir. Kötü ve acımasız bir uzaylı olan Uga tarafından kaçırılan ve kötü bir adam olarak yetiştirilen Zaldabar ile dünyada kalan ve astronot olarak yetiştirilen ikiz kardeşi Kartal uzayda karşılaşacaktır. Daha önce Cüneyt Arkın'ın oynadığı Dünyayı Kurtaran Adam filminin bir anlamda mizahi geliştirilmiş halidir. Animasyon çalışmalarına, Star Wars serisinin de animasyonlarının yapıldığı Lucas Film Stüdyoları'nda başlanmıştır. İlk filmdeki dijital görsellerin eksikliğini gidermek için yapılan kuklalar, yok olma sahneleri gibi bazı unsurlar filmi mizahi bir açıdan değerlendirmeyi gerektirirken, burada ise mizah içeriğe eklenmiş olup, başarılı bir şekilde dijital programların kullanıldığı görülmektedir. Filmin görsel efektlerini RedSofa şirketi yapmıştır. Ekipte bulunan Volkan Öztürk, başlangıçta iki yüz olarak planlanan animasyon sayısının 1350'ye çıktığını, bu problemin başlıca sebebinin işin tam olarak tanımlanmaması olduğunu ifade etmiştir. 92• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 'Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu' filmi için 22 kişilik animasyon ekibi, altı ay boyunca çalışmıştır. Ana ekip Türktür; ama sinema animasyonundaki tecrübe eksikliği sebebiyle iki Fransız'dan da destek alınmıştır. Filmde üç uzay gemisi, bir uzay taksisi olmak üzere dört hava taşıtı, 2 uzay şehri, 1 saray tasarlanmıştır ( Özden, 2007 ). "Dünyayı Kurtaran Adam'ın Oğlu" filminde, uzay gemileri, uzay taksileri, uzay şehirleri dışında efekt olarak üretilen ışınlanmalar, ışın kılıçları, patlamalar, meteorlar gibi çeşitli animasyonlardan oluşan 1550 sahnenin 90’ı bilgisayar ortamında sanal olarak yaratılmış ve1260 sahnesinde efekt ve compositing kullanılmıştır. 2.4.4. Gora Yönetmen: Ömer Faruk Sorak, Oyuncular: Cem Yılmaz, Rasim Öztekin, Özkan Uğur, Cezmi Baskın, Şafak Sezer, Özge Özberk, Ozan Güven, Engin Günaydın. Tür: Komedi, Yapım Yılı: 2004, Vizyon Tarihi: 12 Kasım 2004. G.O.R.A., senaryosunu Cem Yılmaz'ın yazdığı, 5 milyon $ bütçeyle yapılıp, 26,2 milyon $ hasılat edilen Türk sinemasının en pahalı yapımlardan biridir. Filmi yaklaşık 4 milyon kişi izlemiştir. Komedi türündeki filmde yine bilimkurgu konusunun kullanıldığı görülmektedir. Filmin yapımcılığı, Uzan Ailesi'ne ait olan Türk Filmi adlı şirket ve Ömer Faruk Sorak tarafından üstlenilmiştir. Ancak Uzan Ailesi'nin bankalarına devlet el koyunca, film de TMSF kontrolüne geçmiştir. Vizyona girişi geciken filmi BKM, Yılmaz aracılığıyla satın alarak yayımlayabilmiştir. Film müzikleri SagopaKajmer'e aittir. Filmde Anadolu'nun turistik kentlerinden biri olan Antalya'da tüccarlık yapan Arif uzaylılar tarafından kaçırılarak G.O.R.A. isimli gezegene götürülür. Bu gezegende prenses Ceku'ya aşık olur. Gezegenin kötü kalpli komutanı Logar da Ceku'yu sevmektedir. Arif gezegenden kurtulmak ve Ceku'yu da yanına almak için Logar'la mücadele eder. Filmde geçen uzay sahneleri, ekipmanlar ve özellikle gezegene çarpacak olan gök cismi ya da uzay gemisinin uzaydaki hareketi dijital programlar özellikle Maya programı kullanılarak yapılmıştır. G.O.R.A,12 yıldır sektörde görsel efekt sanatçısı olarak çalışan Merih Öztaylan'ın ilk sinema deneyimidir. Öztaylan, "2000-2500 katlı bir filmin 900 katına efekt kullandık ki bu Hollywood standartlarının dahi üstünde" derken sürpriz taleplerin işin kalitesini etkilediğini ve bu konularda uzmandan destek alacak yönetmenlik anlayışının henüz Türk sinemasında gelişmediğini ifade etmiştir ( Özden, 2007 ). 2.5. Bulgular Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 93 Genel olarak değerlendirildiğinde, örnek filmlerden de görüleceği gibi dijital kültürün gelişmesi, sinema alanında yönetmenlere ve senaristlere daha fazla konu imkânı sunmuş, bu sayede içeriğin daha iyi işlenebilmesi mümkün hale gelmiştir. Bunun yanında örneklerden de görüleceği gibi, dijital teknolojinin gelişmesi ile gerçek üstü içeriklerin gerçeğe yakınlaşması ve daha özgür bir tasarım alanının gelişmesi sağlanmış olmaktadır. Ayrıca söz konusu film örneklerimizde de yer aldığı gibi, dijital teknoloji ürünü filmlerde çeşitli konuların ve tür öğelerinin de sinemamızda kullanıldığı görülmektedir. Dijital sinemanın beraberinde getirdiği bir takım olumsuzluklarda vardır. Bunların başında ise geleneksel sinemanın oluşturduğu belli bir kültürün yok olması ve film çekiminin çok kolay ve ucuz olmasının (geçmişe göre) film piyasasındaki mevcut filmlerin de kalitesini ciddi oranda düşürmesi gelmektedir. Sinemanın bir sanat dalı olduğunu ve sanatta özgürlüğün ön planda olduğunu düşünürsek, bu tarz olumsuz gelişmelere rağmen dijital kültürün sanatsal açıdan ifade olanaklarını geliştirdiği söylenilebilir. Ancak dijital teknolojinin Türk sinemasında etkin olarak kullanımı henüz istenilen düzeyde değildir ve konu, oyuncu seçimi, gerçeğe yakınlaşma vb. unsurlarda hala bir takım eksikliklerimiz vardır. Bu da izlenilen filmlerle seyircinin bütünleşmesini engellemektedir. Diğer yandan her ne kadar incelenen filmlerde dijital teknoloji başarılı bir şekilde uygulanmaya çalışılsa da Türk sineması, bu teknolojinin uygulanması ve sinematografik anlatı açısından çağdaşları olan Batı ülkelerine göre yetersiz düzeydedir. Yeşilçam sinemasında bile var olan kültürel bağların dijital teknolojiye geçişle birlikte etkisinin kalmadığı, zaman zaman kimlik ve özgünlükten uzak çağdaş Batı ülkelerinin sentezlerine özenildiği görülmektedir. SONUÇ Sonuç itibariyle dijital kültür, yaşamın her alanını olduğu gibi sinemayı da derinden etkilemekte ve bu etkileşimde sinemada birtakım değişiklikler baş göstermektedir. Bu değişimlerin başında ekipman, seyirciye ulaşma ve içerik gelmektedir. Bunların değişimi oldukça hızlı bir süreci izlerken, yakın gelecekte de bu alanda pek çok paradigmanın değişeceği açıktır. Ekipman açısından değişimlerin başında malzemeye kolay ulaşma ve yeni teknik unsurların geliştirilmesi gelmektedir. Günümüzde çok ciddi bir ekibin yapabileceği işleri basit bir el kamerası gerçekleştirebilmektedir. Nitekim günümüzde sadece bir el kamerası ile 94• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ çekilmiş ve sinemalarda gösterime sunulan filmlerin örnekleri vardır. Bunun dışında senaryo için gerekli malzeme konusunda senariste büyük kolaylıklar sağlanırken, figüranların kıyafetleri, teçhizatları, farklı açılardan çekim yapabilen yüksek çözünürlüklü kameralar gibi pek çok ekipman sayesinde film çekimi oldukça kolaylaşmış durumdadır. Yine araştırmada da değinilen dijital programlar sayesinde, tamamı ya da bazı özellikleri sanal olan karakterlerin kullanımı mümkün hale gelmiştir. Dijital kültürün sinema açısından getirdiği diğer bir yenilik, seyirciye ulaşmadaki kolaylığıdır. Yeni teknoloji sayesinde internet üzerinden film kiralayabilmek mümkün hale gelmiş olup, hiç sinema salonu olmayan bir yerde dahi sinema filmleri internet üzerinden izlenebilmekte, ya da salonların sınırlı kapasitelerinin kat ve kat üzerine çıkılabilmektedir. İçerik açısından da dijital devrimin sinema üzerinde büyük etkileri olmuştur. Günümüzde bir yandan eskiye dönüşün başladığı klasik anlatılı filmler çekilirken bir yandan da yeni içerikler geliştirilmektedir. Bu doğrultuda dijital teknolojinin sinemamızda konu ve tür seçimini etkilediği söylenebilir. Nitekim incelenen Dabbe, Semum, Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu, Gora filmlerini içerdiği bazı konu ve tür unsurları açısından değerlendirdiğimizde dijital teknoloji öncesi sinemamızda korku, bilimkurgu gibi unsurlara çok sınırlı sayıda rastlandığını –Drakula İstanbul’da ( 1953 ), Ölüler Konuşamaz ki ( 1970 ), Şeytan (1974 ), Uçan Daireler İstanbul’da (1955), Gökler Kraliçesi (1970), Turist Ömer Uzay Yolunda ( 1973 ), Dünyayı Kurtaran Adam ( 1982 )- söylemek yanlış olmayacaktır. Dijital teknolojiyle birlikte izleyiciye geniş bir içerik ve tür yelpazesi sunma imkânını elde eden yönetmenler, halkın beğenisi ve eğilimini de göz önünde bulundurup farklı konular ve tür öğelerini birlikte sunmayı tercih etmişlerdir. Örneğin Cüneyt Arkın’ın oynadığı Malkoçoğlu filmlerindeki aksiyon türü, dijital teknolojinin kullanıldığı Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu filminde bilim kurgu, komedi öğelerini de içerecek şekilde çeşitlendirilmiş, izleyicinin bu geniş yelpazeyle etki altında bırakılması amaçlanmıştır. Bu gelişmeler göz önünde bulundurulup son dönemde yapılan Nekrüt ( 2008 ), Arog (2008), Süper Türk ( 2011), Allah’ın Sadık Kulu ( 2011 ), Kayıp Armağan ( 2010 ), Suluboya (2009), Zeytinin Hayali ( 2009), Çevrebey ( 2008), Cehennem ( 2010 ), Dabbe 2 ( 2009), Musallat 2 (2011), Üç Harfliler: Marid ( 2010 ) gibi filmler incelendiğinde farklı olarak kullanılan bilimkurgu ve fantastik türüne ait öğelerle dijital teknolojinin Türk sinemasında konu seçimini etkilemekle birlikte komedi, korku, animasyon türlerinin de yükselmesine hizmet ettiği söylenebilir.Bu da dijital teknolojinin kendi doğasından ve seyircinin eğiliminden ileri gelmektedir. Nitekim dijital Dijital Teknolojinin Sinemamızda Yansımaları • 95 teknolojinin gelişiyle, komedi, korku ve animasyon türleri içerik ve biçim olarak beslenip zenginleşirken, izleyici de filmle daha fazla bütünleşebilmektedir. Oysa,örneğin sinemamızın farklı türlerinde –dram, belgesel gibi-kullanılacak bir dijital efekt,bu türler için uygun olmadığından istenilen etkileri yaratamayacağı gibi olumsuz sonuçlara da yol açabilecektir. Sinemamızda bugüne kadar izlenen süreç, seyircinin anlatılanı irdelemesine, sinema salonunda bilinçlenmiş ve değişim isteyen bir şekilde ayrılmasına hizmet etmediğinden seyirci hep belli kalıplar halinde düşünmeye zorlanmıştır. Aynı öykü ve teknolojilerle kısır bir döngü içinde yer alan seyirci, dijital teknolojinin Türk sinemasına gelmesiyle birlikte farklı sinema içerikleri ve teknolojileriyle tanışmış, ancak sinemasında kendi kültürünü bulma ve gerçekliğe yakınlaştıracak özdeşleşme hissinin artması boyutunda beklediği verimliliğe henüz erişememiştir. Dolayısıyla Türk sinemasında dijital teknolojinin sinema dilini geliştirecekdüzeye gelmesi şu an için yakın bir tarih gibi gözükmemektedir. Çünkü filmin hangi teknoloji ve hangi ekipman ile çekildiği kadar içeriği, özgünlüğü ve filmde teknolojinin nasıl kullanıldığı da önemlidir. Seyirci bilinçlendikçe ve daha profosyonel dijital sinema olanaklarını farklı ülke sinemalarında gördükçe Türk sinemasındaki benzer örnekleri bir süre sonra takip etmeyebilecektir. Dolayısıyla gerek uygun konu, oyuncu ve uzman ekip seçimi, gerek dijital teknolojinin yerinde ve izleyiciyi etkileyici şekilde kullanımı üzerine Türk sinemasında ciddi atılımlar yapılmalı, dijital teknolojideki gelişmelerin gerisinde kalınmamalıdır. Ayrıca bu konuda yapılması gereken kuramsal ve uygulamalı çalışmalarda devlet desteğinin ve mali yardımların da esirgenmemesi gerekmektedir. KAYNAKÇA About Digital Cinema (2011). “Cheyenne Theater.com / Digital” Erişim: 18..05.2012. Alemdar Korkmaz ve İrfan Erdoğan ( 1990 ). İletişim ve Toplum. Ankara: Bilgi Yayınevi. Bell, D. (1973). The Coming of Post-Industrial Society, Basic Books, New York. Binark, M. ve B. Kılıçbay (2002). İnternet, Toplum, Kültür. Ankara: Epos Yayınları. Canikligil, İ. (2007). Dijital Video ile Sinema. İstanbul: Pusula Yayınları. Çalışkan, Sabahattin (2006). “Sanal Karakterlerin Sinemada Gelişim Süreci”, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 4(3) : 159-165. Çaplı, B. (2002). Medya ve Etik. İstanbul: İmge Kitabevi. 96• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Çelik, Ahmet (1998).“Bilgi Toplumu Üzerine Notlar”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi15(1): 53-59. Dominick, Joseph R. ( 2007 ), The Dynamics of Mass Communications. NY: McGrew-Hill. Dura, C. (1998), Bilgi Toplumu, Kültür Bakanlığı Yayınları, No: 1244, Ankara: Bil Ofset Matbaası. Durmaz, Ahmet (1999),“Dijital Televizyonun Teknik Temelleri”. Anadolu Üniversitesi Eğitim Sağlık ve Bilimsel Araştırma çalışmaları Vakfı Yayın No: 148, Eskişehir. Erdoğan, İrfan ve Korkmaz Alemdar ( 2002 ). Öteki Kuram. Ankara: Erk Yayınları. Erkan, Hüsnü (1998). Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme. Türkiye İş Bankası Yayınları. Erkılıç, Hakan (2012),“Türkiye'de Sinema Salonlarının Dijital Dönüşümü”,2(2) http://www.tojdac.org/tojdac/HOME_files/tojdac_v02i213.pdf, ( Erişim Tarihi: 20.05. 2012 ) Geray, Haluk ( 2003), İletişim ve Teknoloji. Ankara: Ütopya Yayınları. Karabağ, C. (2011). "Dijital Sinema 2. Bölüm", Broadcasterinfo, 87:117-118. Mutlu, Erol ( 1998 ), İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark Yayıncılık. Ormanlı, Okan ( 2012), “Dijitalleşme ve Türk http://www.tojdac.org/tojdac/HOME_files/tojdac_v02i205.pdf, 18.05.2012 ). Sineması”, ( Erişim 2(2), Tarihi: Önür, Nimet ( 2002), İletişim ve Toplum. Ankara: Alp Yayınevi. Özden, Tuba (2007) “Türk Sinemasına Animasyon Ruhu”, http://www.aksiyon .com.tr/aksiyon/haber-19237-34-turk-sinemasina-animasyon-ruhu.html, ( Erişim Tarihi: 19.05.2012 ). Rigel, NurdoğanErkebay ( 1991 ), Elektronik Rönesans. İstanbul: Der Yayınları. Şişman, Başak ( 2012 ) “Sayısal Kültür, Toplum ve Medya”, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 3: 89-101. Tekin, Mahmut ve Ercan Çiçek ( 2006), “Bilgi Çağında Bilgi Toplumu Ve Bilgi Ekonomisi”, http://bilgitoplumu.blogspot.com,( ErişimTarihi: 15.05.2012 ). Tekinalp, Şermin ve Ruhdan Uzun (2004), İletişim Araştırmaları ve Kuramları. İstanbul: Derin Yayınları. Toplu, Mehmet (2008), "Yeni iletişim teknolojilerinin gelişimi ve medyanın dönüşümü", http://bgc.org.tr/seminer/iletisim-teknolojilerinin-gelisimi.html, ( Erişim Tarihi: 17.05.2012 ). Törenli, N. (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye, Ankara, Bilim ve Sanat kitabevi http://www.intersinema.com/semum-filmi/ http://www.intersinema.com/dabbe-filmi Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 97 - 104 Egemen TOKATLIOĞLU * 11 Eylül Sonrası Sinema Cinema After September 11 Özet Amerika tarihine baktığımızda, ülkenin türlü felaketlere maruz kaldığına ve bunlarla başa çıkmak adına ne denli zorlu mücadeleler vermiş olduğuna tanıklık etmekteyiz. Takvimler 11 Eylül 2001’i gösterdiğinde Amerika, ülke olarak bu büyük felaketlerden birini daha yaşamış ve toplumsal, psikolojik bir çöküş sürecine girmiştir. Bu travmatik durum Amerika’nın dünya üzerinde lider konumunda bulunduğu ticari bir sektör olarak sinemada da yer bulmuştur. Felaket filmleri kapsamında gişe başarısı bol filmler yapan Hollywood, bu felaket süreci ve sonrasına dair Amerikan halkının duygu ve düşüncelerini yansıtmaya çalışmış, bazı kesimlerce eleştiriye maruz kalmış, bazı kesimlerce felaket psikolojisini yansıtma adına yerinde ve başarılı bulunmuştur. Bu sıkıntılı süreçte çekilen filmler akıllarda soru işaretleri uyandırmış, birer araştırma konusu halini almıştır. Felaket sineması adı verilen bu türün insanlık adına ne söylediği, ne vermeye çalıştığı daha iyi anlaşılarak travma geçiren insanın doğasına daha geniş bir perspektiften bakılması sinema ve tür adına önemli bir hale gelmektedir. Anahtar kelimeler : 11 Eylül, felaket sineması, Hollywood Cinema After September 11 Abstract When we look at American history, we see that it has been exposed to a variety of disasters and it has had to cope with many difficult conditions. On 11 September 2001, America, lived a one of the big disasters and the country entered to a period of social and psychological breakdown. This traumatic condition found a place even in the cinema which America has a place in as a leader. Hollywood, the cinema industry which makes films do well at the box office among the films about disasters, tried to reflect American people's feelings and opinions about this disaster period. It was critisized by some people but it was found succesful by some for reflecting people's psychology about disasters.. The films made in these lean times put a question mark in the minds, and they have been a research subject. It has become important to know for cinema to know what this genre called disaster cinema says in the name of human kindness, what it tries to give and to look to people' s nature who has experinced trauma. Keywords: September 11, disaster cinema, Hollywood Egemen TOKATLIOĞLU, KOÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo, Televizyon ve Sinema Anabilim dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, 115254003 egementokatlioglu@gmail.com * 98• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ 11 Eylül 2001 tarihinde teröristler tarafından kaçırılan dört Amerikan yolcu uçağından üçü Washington’daki Pentagon binasına ağır hasar verirken New York’taki ünlü Dünya Ticaret Merkezi İkiz Kulelerinin de yıkılmasına neden oldu. Kaçırılan diğer yolcu uçağı ise hedefine ulaşamadı. Saldırıların sonucunda yedi bine yakın insan hayatını kaybetti. Bu saldırı dünya tarihinde pek benzeri olmayan bir olaydır. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri 1812 Savaşı’ndan beri ilk kez kendi topraklarında saldırıya uğruyor, tehdit ediliyordu. Olayların ardından tüm dünya medyası, terör saldırısının sonuçlarını gözler önüne serdi. İkiz Kulelerin yıkılış sahnesini, ABD kanallarından defalarca naklen yayın veren televizyonlar bir yandan da yıkılan binaların hemen önünde terör uzmanlarının yorumlarını yayınladılar. Televizyon kanalları bilgi akışında diğer iletişim araçlarının tartışılmaz lideriydi. Sabah saatlerinde ekranlarının başındaki milyonlar saldırıları canlı yayından izledi. 11 Eylül sabahı kendini bir anda New York’ta ve Washington’da yaşanan gelişmelerin ortasında buldu. ABC, CNN, CBS, NBC, FOX gibi ulusal yayın yapan kanallar arasında yapılan bir yolculuk izleyicileri olayların meydana geldiği bölgelere taşımaya yetti. Pek çok komplo teorisi üretildi. Pentagon, Dünya Ticaret Merkezi İkiz Kuleleri ve düşürüldüğü iddia edilen diğer uçağın büyük olasılıkla çarpmayı hedeflediği yer, herkes tarafından bir sembol olarak görülen Beyaz Saray olabileceğini ileri sürdü. Hedef neresi olursa olsun asıl amaçlanan Amerika Birleşik Devletleri’nin yara almasıydı ve bunda da başarılı olundu. Bu saldırının muhtemel failleri bambaşka bir kategori içindeydiler. Dünya basınından pek çok yazara ve gazeteciye göre ABD’nin yürüttüğü bölgesel politikalara öfkelenen kişiler tarafından destekleniyorlardı. Bu terör olayından bir iki gün sonra eylemi Usame Bin Ladin’in gerçekleştirdiği haberlerinin yayılması üzerine, Arap ve Müslüman asılı Amerikan vatandaşlarına tepkiler başladı. CNN ekranlarında ortalığı karıştıran Filistin görüntüleri parmakla bu vatandaşları işaret eder nitelikteydi. Bu görüntüler Amerika’da, Müslüman düşmanlığını körüklemeye yetti. yetti Yüzlerce Müslüman Arap dükkan sahibi, öğrenci ve sıradan vatandaş hakarete uğrarken, bunların hemen öldürülmelerini talep eden afiş ve grafitiler de dört bir yanı sardı. Uzun bir provokasyon sürecinde kalan Arap asıllı Amerikan vatandaşları büyük zorluklar çektiler. ‘’Süper Güç’’ ilk defa böylesine büyük bir yara alıyordu ve bunun altında da kalmayacağının sinyallerini veriyordu. Amerika’nın şüphesiz en büyük ticari sektörlerinden biri olan sinema sektöründe de bu olayın yansıması hızlı oldu. Hollywood yaşanan bu travmayı ekranlara taşımakta gecikmedi. 11 Eylül travmasını içeren pek çok film dünya ile buluşmuş ve farklı kesimlerden farklı tepkiler almıştır. 11 Eylül olayları bir sinema türü olan ‘’felaket’’ ve ‘’terör’’ sinemasına da yeni bir boyut kazandırarak farklı bir akım başlatmıştır. Özellikle Amerikalı yönetmenlerin başını çektiği bu akımda terörizm-masum halk, iyilik-kötülük, siz-biz gibi yıllardır filmlerde doğrudan ya da alt metinlerce gönderilen mesajlar artık daha farklı, belki daha net şekilde sunulmaktadır. Bu çalışmanın amacı 11 Eylül saldırılarıyla sarsılan Amerika’nın bu travmaya odaklı yaptığı veya travmaya atıflarda bulunduğu filmlerden Uçuş 93 (United 93, 2006), Hayatı Yakala (Reign Over Me, 2007), Benim Adım Khan (My Name is Khan, 2010), Beni Unutma (Remember Me, 11 Eylül Sonrası Sinema • 99 2010), Çok Gürültülü ve Çok Yakın (Extrenely Loud And Incredibly Close, 2011) ile travmayı ele alan kitap, makale ve çalışmalarla destekleyerek, Amerikan sinemasının olaya bakışını ve anlatısını çözümlemektir. Bu filmlerin seçilme amacı, her filmde anlatılan, farklı karakterlerin farklı bakış açılarından olayın ele alındığı düşünülmüş, ele alınan beş filmde farklı sosyal statüdeki insanların gözünden olay aktarılmıştır. Bu çalışmaya da yardımcı olmuş yazılan pek çok makale, çalışma ve çekilen filmler bu olayın mağduru insanların psikolojisini aktarmaya çalışmış, büyük bir enkazdan geriye kalanları dünya ile paylaşmayı amaçlamıştır. Bu konuyu ele alan pek çok film olmasına rağmen özellikle farklı bakış açılarına sahip olduğuna inanılan bu filmlerin duygusal öğelerinin nerelerden beslendiğini ve farklı sosyal sınıflarca nasıl algılandığını gözler önüne sermek amaçlandı. 1. Yöntem Çalışma, beş ayrı filmin incelenmesi ve akademik, bilimsel görüş ve kitaplar ile desteklenerek filmler üzerinden metin çözümleme tekniği ile okunmaya çalışılacaktır. Filmdeki karakterlerin travmaları, ruhsal çöküntüleri, yaşadıkları bu ağır olayın üzerlerindeki etkileri gözlemlenerek farklı sosyal statüdeki karakterlerin olaya verdikleri tepkiler değerlendirilip ortak bir söyleme ulaşılmaya çalışılacaktır. Bu söylem Amerikan halkının da içinde bulunduğu ağır travmanın bir aynası olduğu varsayılarak halkın saldırı sonrası değişen hayatları ortaya konacaktır. Filmlerde aktarılmaya çalışılan sorunsal bireyden tüme varım şekliyle irdelenecek, bireyin dünyası ile sosyal çevrenin tepkileri karşılaştırılıp ‘’ne oldu?’’, ‘’neden oldu?’’ ve ‘’şimdi ne olacak?’’ sorularının filmlerdeki karşılığı araştırılacaktır. 2. 11 Eylül ve Sinemaya Yansımaları Hafıza ve travma 1 üzerine çalışan Ron Eyerman, milli kimlikler gibi kolektif kimliklerin oluşumunu açıklarken, bu kimliklerin toplu hafızayla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu belirterek, ortaya çıkacak olan kimliğin, mutlaka bir zafer öyküsü üzerine değil, bazen de kayıp ve trajedi üzerine kurulduğundan bahseder. (Eyerman, 2004: 161) Bir travma bağlantısı kurarak yaklaşıldığında, Amerikan öznesinin bu dönemlerdeki kuruluşlarında bir benzerlik gözlemlenebilmektedir. Wheeler Winston Dixon, ortaya çıkan dönüşümün travmadan kaynaklanan bir kenetlenme olacağını, değer değişimlerinin Amerikalılık kimliğini doğal olarak yeniden kurgulayacağını savunan bir görüş bildirmektedir (Dixon, 2004: 115-118) Savaş, kolonyalizm ve kölelik, travmanın siyasi bir perspektifle işlendiği eserlerde sıkça karşılaşılan temalardır. Özellikle Vietnam Savaşı sonrası, savaş suçları, savaş travması, yetimlik, sürgün, işsizlik gibi travmatik konular, siyasal bir bakış açısıyla sinemada işlenmiştir. 1 Deprem, sel gibi doğal afetler, savaşlar, cinsel ya da fiziksel saldırıya uğranma, işkence, cinsel taciz, çocuklukta yaşanan istismar, trafik kazaları, iş kazaları gibi zorlayıcı ve kişinin başa çıkma yeteneğini aşan olaylar ruhsal açıdan travmatik olaylardır. 100• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Doğal veya insan kaynaklı felaketlere alışık toplumlar, Amerika’nın bu saldırıyı olduğundan daha büyük hale getirdiğini düşünürken patriotizmin 2 kalesi Hollywood, felaketi kazanca dönüştürdü. Gerçi o malum tarih, sadece sinemayı değil, sanatın her alanını etkiledi. Barışın anahtarı olduğuna inandığımız sanat, terörizmden beslendi ve ortaya bir 9/11 sanatı çıktı. 3. Travma ve Sinema 11 Eylül saldırısının A.B.D. halkında bulduğu ilk karşılık şaşkınlıktır. Bireylerin ya da toplumların can güvenliklerini tehlikeye atan savaş ya da terörizm gibi travmatik durumlarda, önce şok, sonra travmatik sendromlarla karşılık veren mağdurun normal şartlar altında sorgulamadan uyguladığı, temel birtakım prensipleri kuşkuyla karşılamaya başlaması ortaya çıkan bir başka olgudur (Janoff-Bulman, 1998: 100) Pek çok filmde bu şaşkınlık acı ile harmanlansa da siyasi güçlerin oynadığı oyunları kendi zihninde bir yere oturtamayan bu tip ‘’derin’’ olayların varlığından bile bir haber olan masum vatandaşta şok etkisi, şaşkınlık ile betimlenen bir acı hakim olmuştur. Çok Gürültülü ve Çok Yakın (Extrenely Loud And Incredibly Close, 2011) filminde 9 yaşındaki Oskar’ın çevresinde olup bitenlerden ne kadar uzak olduğunu ve bu olup bitenlerin aslında dünyasnın bir parçası olmadığının, tek derdinin günlük ödevleri ve çok sevdiği babası ile bilim hakkında konuşmak, parka gitmek olduğunu pek tabi anlayabiliriz. Sonuçta bu travmatik yıkım babasının iş yeri binasının yıkılması ve ölmesi haberiyle başlayacak, 11 Eylül onun için dünyadaki derin anlam yüklenmelerine karşın sadece babasının öldüğü gün olarak hafızasında yer edecektir. Bu bağlamda insanın duygusal yaklaşımı toplumsal değişimler ve yıkımlardan ziyade öncelikle aile ve arkadaş kavramlarıyla başlamakta sonra daha evrensel boyutta olayı idrak etmeye yoluna gitmektedir. Olayın sosyolojik boyutuna bakarsak filmin gösteriminden sonra yönetmen Stephen Daldry’nin Amerika’da yaşanan acı ile Ortadoğu’da yaşanan acıları bir tutarak ‘’bizde de çocuklar yetim kaldı’’ mesajı verdiği üzerine bir takım görüşler oluştu. Filme dikkatli baktığımızda 11 Eylül olaylarını duygusal bir fon olarak kullanıp hikâyeyi öne çıkarmak yerine sık sık kuleleri, o kulelerden atlayarak intihar edenleri, saldırı anını referans göstererek ajitasyonu kullanıyor yönetmen. “Tanrı Amerika’yı korusun!” (“Good less America”) yazılı kâğıda eşlik eden mumların yanında poz veren minik Oskar, ABD’de kitlelere tercüman olsa da dünyanın kalanını “öteki”leştiriyor. Babasını kaybeden Amerikalı çocuğun trajedisi içimizi burksa da babasız kalan Ortadoğu’nun çocuklarının atlanmasına tahammül etmemiz bekleniyor. Yine 2010 yapımı Beni Unutma (Remember Me, 2010) filminde de tıpkı Çok Gürültülü ve Çok Yakın’da olduğu gibi Dünya Ticaret Merkezi’nde çalışan bir baba figürü (Pierce Brosnan), oğlu Tyler’ın (Robert Pattinson) babasının iş yerine gitmesi, babanın o anda dışarıda olması ile bu sefer kişiler yer değiştirmiş ve ölen oğul olmuştur. Bizler yine bir aile travması ile karşı karşıyayızdır. Tyler karakterine baktığımızda, erkek kardeşi intahar etmiş, aile ilişkileri çökmüş asi bir genç olarak karşımıza çıkarken yine benzer bir trajedi yaşamış, 11 yaşında annesi gözleri önünde öldürülmüş Ally’nin (Emilie de Ravin) yakınlaşmasını izleriz. İki karakterin de hayatlarında belirli bir yıkım olduğunu ve bu trajik durumun, ilgisiz ve kopuk 2 Latinca patriadan gelir. Kişinin ülkesini çok sevmesi anlamını taşır. Vatanseverlik. 11 Eylül Sonrası Sinema • 101 bir aile düzeniyle desteklendiğini görmekteyiz. Soununda olayın akışı bizleri 11 Eylül’e götürecektir ve biz bundan habersiz bir romantik/dram izlediğimizi düşünürüz. Yönetmen Allen Coulter seyircileri son dakikada, zaten hayatları alt üst olmuş karakterlerin üzerine bir de 11 Eylül yıkımı yükleyerek şoke eder. Post-travmatik dönem filmleri, Hollywood tarihinden başka hiçbir dönemde görülmeyen bir özellik taşırlar; uzlaşı ve çözüm getirecek olan güvenceyi seyirciye sunmazlar. Hatta sundukları şey daha çok, insanı bilinçli bir aktör yapan, seçim yapma hakkının anlamsızlığı ve etkisizliğidir. Gördüğümüz bu filmlerde trajik son zaten önceden hazırlanmıştır. Karakterler hayatlarında her gün bir yıkım yaşıyormuşcasına, geçmişin acılarından nasibini almışlardır. 11 Eylül olmasa bile, hayatlarında kaybettikleri insanlar vardır ve 11 eylül sürecinde acılarına sadece yenileri eklenmiştir. Bizler yıkık dökük ‘’Amerikan Rüyası’’nı izlerken bir anda tüm dünyayı etkileyen bir olayın meydana gelmesiyle empati kurmaya başlarız. Zaten amaçta budur. Filmden çıkıp gerçek olmak. Hikayeyi yaşatıyormuşçasına gerçek bir travmanın etkisiyle desteklemek. Bu bağlamda Hollywood sineması bu gücünü en etkili şekilde sonuna kadar kullanmaktadır diyebiliriz. Hayatı Yakala (Reign Over Me, 2007), Mike Binder yönetmenliğinde yine travmatik bir süreçte Amerikalıların yaşadığı acıya farklı bir perspektiften bakmakta. Bu sefer kahramanımız Charlie Fineman adında 11 eylül saldırılarında eşini ve üç çocuğunu kaybetmiş bir adamdır. Film, çaresiz yalnız ve ‘’kayıp’’ olan Charlie’nin, eski okul arkadaşı Alan Johnson’ın (Don Cheadle) yanına gitmesiyle hayata yeniden tutunmak için bir neden araması ekseninde gelişiyor. Burada dikkatimizi çeken ilk unsur Charlie rolünün Amerika’nın ünlü komedyenlerinden Adam Sandler tarafından canlandırılması. Daha önce hep komedi filmlerinden tanıdığımız böyle bir dram için ilk bakışta soru işaretleriyle yaklaştığımız aktör çok iyi bir performans sergileyerek hem dramda da ne denli başarılı olabileceğini göstermiş hem de 11 Eylül’de yakınını kaybetmiş ‘’kayıp’’ insanlara bir ayna tutmuştur. Travmayla ilgili genel sorun, tecrübe edilen olay sonrasında, birey ya da kitlenin hayata yeniden nasıl adapte olacağı problemidir. Travma bu bakış açısıyla, başa çıkılması gereken, atlatılması gereken bir durum olarak görülür. Travmatik stres, organizmada “kaç ya da savaş” alarmını veren stres hormonlarını salgılatır, kandaki stres hormonları artarken, kan basıncı ve nabız da yükselerek savunma pozisyonuna geçer (Ceci, 2003: 465). Karan Johar yönetmenliğindeki Benim Adım Khan, (My Name is Khan, 2010) ise diğer filmlere göre çok daha değişik bir hikaye sunmakta. Sebebi ise kahramanımızın bu sefer bir Müslüman. Asperger sendromlu 3 Khan’ın hikayesi yürek burkan ve 11 Eylül’e farklı açılardan baktıran bir yapım. Bu bağlamda 11 Eylül ile ilgili filmler serisinde kesinlikle çok ayrı bir yerde diyebiliriz. Bir Hindu olan Khan, çok sevdiği annesi hayata gözlerini kapatınca Amerika’daki kardeşinin yanına gider. Khan’ın asperger sendromlu olduğunu ilk farkeden kardeşinin karısı Asperger sendromu ya da Asperger bozukluğu, sosyal etkileşimde zorluklar ve sınırlı, stereotipik ilgi ve etkinliklerle tanımlanan otistik spektrum bozukluklarından biridir 3 102• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ olur. Khan sarı renkten ve de gürültüden aşırı derecede korkmakta, sosyal hayatı da bu nedenlerden dolayı sekteye uğramaktadır. Kardeşi ona hayatını kazanabileceği bir iş verir ve bu iş sayesinde Khan canından çok sevdiği Mandira ile tanışmış olur. Evlenmek için peşinde koşturduğu bu hindu kadınla geçen saatleri ona şiir gibi gelir. Ancak mutlu dakikalar sayılıdır. Hayat her zaman güzel yüzünü göstermeyecektir Khan’a. Hiç olmadık bir anda hayatları İkiz kulelerin izinden un ufak olacaktır. Buradaki öykü, anlatımı asperger sendromlu Khan üzerinden aktarmakta ve ‘’my name is Khan, i’m not a terrorist’’ söylemiyle belki de Müslümanların sesi olmaktadır. Her Müslüman ya da her arap terörist değildir. Verdiği bu mesajı böylesine güzel ve dokunaklı bir dram filmine yükleyerek yönetmen Karan Johar’ın farklı ve başarılı bir iş gerçekleştirdiği ortadadır. 4. Medeniyetler Çatışması : İslamofobi Sinemalarda gösterime girmiş bir diğer film, Paul Greengrass yönetmenliğindeki, Uçuş 93 (United 93, 2006), belki de Amerikan’ın İslam’ı ve arapları direkt olarak hedef gösterdiği ilk filmdir. Keza filmde teröristlerin namaz kıldığını veya Kur’an okuduklarını görürüz. Amerika’da başlayan İslam ve Arap düşmanlığını belki de körükleyen yapıda bir film olması sebebiyle, ‘’islamofobi’’ olgusunun da bir nevi dile getirilişi denebilir. Amerika’nın ‘’İslamcı Terör’’ olgusuna değinip, tabir yerindeyse ‘’kötü adamları’’ meydana çıkartmasını kutlar şekilde karakterleri fişlemesi, insanların o çaresiz bekleyişleri, aslında bir medeniyetler çatışmasını da işaret etmektedir. ‘’Biz’’ ve ‘’öteki’’ kavramları açığa çıkmaktadır. ‘’Medeniyetler Savaşı” tezi yeni değil. Avrupa’nın feodal kralları, İpek ve Baharat yolları üzerinde söz sahibi olmak için “Haçlı Seferleri”ni düzenlediklerinde, “Kutsal toprakları Müslüman kâfirlerden kurtarmak” adına yola çıkmışlardı ve birçok tarihçi, bu savaşları “dinler, medeniyetler, kültürler arasında bir savaş” olarak yorumlamaya koyulmuştu. Halbuki Haçlı Seferlerine daha yakın bir bakış, gerek çatışmaların, gerekse dayanışmaların, kültürel fay hatlarından çok, ekonomik ve siyasi çıkarlar doğrultusunda oluştuğunu göstermektedir. Emre Kongar, “Tarihimizle Yüzleşmek” adlı kitabında Haçlı seferlerinden şöyle bahsetmektedir: “Din ve mezhep kavgalarına bağlı eylemler, savaşlar, mücadeleler, kimi zaman amaçlarının tam tersine sonuçlar vermiştir. Müslümanlar, kendi aralarındaki mezhep kavgalarıyla Hıristiyanların ekmeğine yağ sürmüşler, Hıristiyanlar ise yine kendi mezhep kavgalarından dolayı, Müslümanların gelişmesine yardımcı olmuşlardır. Bu durumun en canlı örneği, Haçlı Seferleridir “ (Kongar, 2006) ABD’nin hedef gösterdiği düşman, İslam dünyasıyla sabitlenince, ABD’nin 11 Eylül saldırılarını kullanarak bazı İslam ülkelerine müdahale etmesi meşru bir zemine oturtulmuştur. ABD’nin dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme operasyonuna bir araç olarak kullandığı 11 Eylül saldırıları, O’na aradığı meşruiyet zeminini fazlasıyla vermiştir. 11 Eylül Sonrası Sinema • 103 Filme dönecek olursak; genelde bir filmin sonunu bilmek, o filmin izlenilirliğini oldukça düşürür. Ama Uçuş 93'ün bir film için handikap olabilecek bu duruma düşmediğini belirtmek gerek. Çünkü bu filmde önemli olan 'son' değil; tam tersine, 'baş' ile 'son' arasında kalan o anların fotoğrafı, asıl önemli olan. Yönetmen Paul Greengrass fotografik anlamda çok iyi kareler yakalıyor. Çaresiz insanların ölümü bekleyişi tabanında bir dram verilse de film hiçbir alt sorunsalı gözler önüne sermiyor. Her ne kadar direkt olarak Müslümanları hedef alıyor dediysek de yalnızca olayın ‘’gerçekçi’’ bir kurgusunu veriyor. Yönetmenin bu filmde yapmak istediğinin olaylara politik ya da toplumsal anlamda bir yorum katmaktan ziyade, sadece o uçakta olanları tespit etme ve bunu sunma olduğu hissediliyor. SONUÇ Hollywood sineması, aralarında bir fikir birliği varmışçasına tek sesli, aile, evlilik ve ahlak temalı, karşı karşıya olunan travmayı görmezden gelen filmler üretmiştir. Bu durum, ilerleyen yıllarda, özellikle 11 Eylül 2001 New York saldırısı sonrasında, A.B.D. halkının II. Dünya Savaşı’nın geç kalmış travmasına henüz yeni maruz kaldığı fikrine kaynaklık edecektir. Travmatik tecrübeye bir anlatı sağlamak ve olaylara bir başlangıç ve son, kahramanlar ve kötüler, neden ve sonuçlar sağlamak gibi bir işlev de görmüş olan Hollywood sineması, ABD toplumuna, travmanın tarihsel bir düzleme yerleştirilebilmesi ve “atlatılabilmesi” için bir yardım eli de uzatmıştır. 11 Eylül ve sonuçları süresince ele alınan beş film de, kendi özel dilleri içinde, ABD toplumunun 11 Eylül tecrübesine tanıklık etmektedir. Hollywood örneklerinde farklı açılardan temsil bulmuş bu travmatik ruh halinin, ABD toplumunun 11 Eylül’den bu yana verdiği tepkilerle, yaptığı seçimlerle ve seslendirdiği kaygı ve korkularla uyum içinde bir post-travmatik hale işaret ettiği, bu çalışmanın ulaşmak istediği bağlantı noktasıdır. Büyük trajedilerin açtığı yaralar, seneler ve bazen nesiller boyunca kanamaya devam ederek, ait oldukları toplumlarından ortaya çıkardığı kültürel ürünlerde kendilerini gösterir ve yaranın varlığına işaret ederler. 11 Eylül ile birlikte sinemada yeni bir dönemin başladığı ve post-travmatik ögelerin daha ince işlenerek seyirciye sunulduğu aşikar. Travma sonrası bireysel ve toplumsal ruh halinin ne denli değiştiği gözler önüne ‘’gerçekçi’’ bir şekilde serilerek yeni bir akımın başlatıldığı yadsınamaz. Sonuç olarak, bu çalışmada, travma teorisinin, ABD toplumu gibi, son yüzyılın en büyük travmatik olaylarının pek çoğuna ev sahipliği yapmış bir toplumun, bu olaylar karşısında (ve etkisinde) gösterdiği tepkileri ve yaşadığı dönüşümleri ortaya çıkarmakta sinemanın başarılı bir araç olduğudur. Bu başarılı araç yeni bir sinema dönemi olan ‘’11 Eylül Sonrası Sinema’’ için de görevini layıkıyla yapmaktadır. Meydana gelen post-travmatik sonuçlardan geriye giderek, toplumun travmatik kırılmalarını, bu kırılmaların, her toplumun kolektif eğilimlerinde, hem de Hollywood sinemasında birbirleriyle uyum gösteren bir karşılık bulduğu açıktır. 104• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ KAYNAKÇA Byars, J. (1991). All That Hollywood Allows : Re-reading Gender in 1950's Melodrama. London: Routledge. Sayfa:132 Ceci, S. (2003). Review: Can One Forget to Remember?. Science, Vol:301, No:5632 Chomsy, N. (2002). 11 Eylül , Om Yayınevi, İstanbul Dixon, W. (2004). Teaching film after 9/11. Cinema Journal, Cilt:43, No:2 Eyerman, R. (2004).The Past in the Present: Culture and Transmission of Memory Sayfa:159-169 Gökdağ, R. (2001). Amerikan Medyasında 11 Eylül , E Yayınları, İstanbul Gölbaşı ve Dever (2007). Medeniyetler Çatışması Teorisi ve Dinler Çatışması, ''Kendini Gerçekleştiren Kehanet''. Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler : 1, 53-66 Janoff-Bulman, R. (1998). From Terror to Appreciation: Confronting Chance After Misfortune., Sayfa:93 Kellner & Ryan (2010). Politik Kamera, Ayrıntı Yayınları, İstanbul Koç, Z. (2003). Felaketin Anatomisi : 11 Eylül'e Akut Bakışı, Kapital Yayınları, İstanbul Kongar, E. (2006). Tarihimizle Yüzleşmek , Remzi Kitabevi, İstanbul Özdemir, H. (2002). ‘’11 Eylül Post-Modern Savaşın Miladı Ya Da Dış Politika Mücadelelerinin Görünmeyen Boyutu’’ : SDÜ İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Sayı:1, Sayfa: 153-173 Özden, T. (11 Eylül 2006), Sanal 11 Eylül, http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-20373-34-sanal11-eylul.html , (Erişim Tarihi: 20 Nisan 2012) Türkmen, İ (16 eylül 2006). 11 Eylül ve Global Terör : http://www.turkcebilgi.com/koseyazisi/96644/11-eylul-global-teror , (Erişim Tarihi: 21 Nisan 2012) Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 105 - 114 Emel Ateşçi ∗ Yenigerçekçi Bir yönetmen Vittorio De Sica: Beyaz Telefon Filmlerinden Bisiklet Hırsızları'na Cinema After September 11 Özet Sinema sanatı, toplumsal gelişmelerden ve siyasal olaylardan etkilenmektedir. Sinema tarihi dönemlere ayrılarak incelendiğinde, her dönemin önemli bir sosyal olaydan sonra geldiğini görebiliriz. İtalyan sinemasında; 1. ve 2. Dünya Savaşları yıllarının yoksulluk, açlık ve diktatörlük rejimi, yenigerçekçilik dönemine zemin oluşturmuştur. Dolayısıyla Mussolini döneminin “beyaz telefon filmleri”, bu dönemin sona ermesiyle geçerliliğini yitirmiştir. Yenigerçekçi yönetmenler sokağı mekan olarak kullanmış, İtalyan insanının gündelik yaşamını sürdürme çabasını anlatmışlardır. Beyaz telefon filmlerinin abartılı dünyasına karşın; yenigerçekçi filmler oyunculuk, mekan, dekor ve ışık öğelerini gerçek hayatta olduğu biçimde, ama sinema estetiğini dışlamadan sunmuşlardır. Anahtar Kelimeler: Yenigerçekçilik, Vittorio De Sica, Bisiklet Hırsızları, Beyaz telefon filmleri. A Neorealist Director Vittoria De Sica: From White Telephone Movies To Bycle Thiefs Abstract Cinema as an art, is affected from social development and political event. When history of cinema examined by separating periods, we can see that all periots becames after an important socail event. Poverty, hunger and dictatorial regime of 1. And 2. World War formed a basis for neorealist periot. So White Telephone Movies of Mussolini periot’s, has lost its validity. Neorealist directors used street as space, they inclined to İtalian people’s effort to sustain everyday life. Although white telephone movies had exaggerated world, neorealist movies presented acting, space, decor, light elements as exist like in real life, without exclusion cinema aesthetic. Keywords: Neorealism, Vittorio De Sica, Bycle Thiefs, white telephone movies ∗ Emel Ateşçi, KOÜ İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü, Araştırma Görevlisi, emel.atesci@kocaeli.edu.tr 106• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Yedinci sanat olarak kabul edilen sinema, gelişim süreci içinde her zaman siyasal ve toplumsal olaylardan etkilenmiştir. Özellikle sinemada dönemlerin oluşumuna bakıldığında, her sinema akımını etkileyen ve şartlarını hazırlayan toplumsal oluşumlar olduğu görülür. Bu anlamda, İtalyan yeni gerçekçiliğinin, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında doğması bir tesadüf değildir. Yıllarca diktatörlükle yönetilen İtalya’da 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği yoksulluk hakimdi. Halk hem baskı altındaydı hem de oldukça zor ekonomik koşullar altında yaşamını devam ettirmeye çalışıyordu. İtalyan halkının sosyal hayatını etkileyen tüm olumsuz faktörler, İtalyan sinemasını da etkilemiş ve yenigerçekçilik akımını beslemiştir. Yenigerçekçi filmlerin temaları sıradan bir İtalyanın gündelik yaşantısı üzerine odaklanmıştır. Kendisinden önce İtalya’da hakim olan beyaz telefon filmlerinin aksine, sıradan insanlar arasında, basit olaylar şeklinde ilerler. İtalyan yenigerçekçi filmlerin en büyük özelliği profesyonel olmayan amatör oyuncuların filmlerde rol alması olmuştur. Filmlerde profesyonel olmayan oyuncuların yer almasının en önemli nedenlerinden biri gerçeklik kavramının sinema perdesine daha iyi yansıtılması isteği olarak da gösterilebilir. İtalyan yenigerçekçi yönetmenler, Hollywood’un stüdyo sistemine karşı bir duruş sergilemişlerdir. Filmlerinde yapay ışık yerine doğal ışık ve doğal mekanlar kullanmışlardır. Doğrudan sokağa yönelmişlerdir. Vittoria De Sica, İtalyan yenigerçekçi sinemasının en önemli yönetmenlerindendir. Bisiklet Hırsızları filmi, yenigerçekçilik akımının en saf örneğini oluşturur ve bu dönemi sembolize eder. De Sica, 2. Dünya Savaşı sonrası kaos ortamının İtalyan halkında yarattığı çaresizliği, umutsuzluğu olabilecek en yalın hali ile gözler önüne serer. Anlamlandırmayı izleyiciye bırakır, sadece gerçekleri sunar. Yönetmen olarak yenigerçekçilikte en önemli yerlerden birisine sahip olan De Sica, yönettiği filmlerle eleştirdiği beyaz telefon filmlerinin aranılan oyuncularındandır. Bu çalışmada sinemada yenigerçekçilik dönemini simgeleyen ve tipik bir örneği olan Bisiklet Hırsızları filmi üzerinden gidilerek, De Sica’nın II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında oynamış ve yönetmiş olduğu beyaz telefon filmleriyle karşılaştırma yapılacaktır. Toplumsal yaşamdaki dönüşümle İtalyan sinemasının filmleri anlamlandırma sürecini ele alışındaki farklılık ortaya konulacaktır. Yenigerçekçi Bir yönetmen Vittorio De Sica: Beyaz Telefon Filmlerinden Bisiklet Hırsızları'na • 107 2.Yöntem Bu çalışmada, oyuncu ve yönetmen Vittorio De Sica’nın oynadığı ve yönettiği filmlerden yola çıkılarak, İtalyan sinemasındaki gerçekçi dönüşüme geçiş ele alınacaktır. Gerçekçilik kuramı çerçevesinde De Sica’nın oyunculuk yaptığı beyaz telefon filmleri ve yönetmenliğini yaptığı Bisiklet Hırsızları filmi içerik çözümlemesi yöntemiyle karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır. Oyuncu olduğu 3 film Men What Rascals! (1932), I’ll Give a Million (1935), Il Signor Max (1937) ve yönetmen olarak eser verdiği Bisiklet Hırsızları(1948) filmi çalışmanın örneklemini oluşturmaktadır. 3.Sinemada gerçeklik Bir sanat dalı olarak sinemada gerçekçilik, sanatın sosyal işlevleriyle ilişkili hale gelmektedir. Gerçekçi sinema, sosyal durumun ve yaşantının günlük algılamalarına bir bilinç katmaktadır. (Andrew, 2000:118) Gerçekçi kuramcılara göre sinema yaşamı olduğu gibi sunar. Sinemanın amacı dünyayı olduğu gibi göstermektir. Kracauer’e göre sinema gerçekliğin belirli tür ve düzeylerini keşfetmek için bilimsel bir araçtır. (Andrew, 2000:123) Temel işlevi, görülebilen dünyanın kaydedilmesi ve açıklanmasıdır. Sinemanın gerçeklikle olan ilişkisine en temelden bakarsak, kameranın kaydetme özelliğine gideriz. Kamera hile yapmaz. Elde edilen görüntüler, gerçek yaşamdaki gibi kaydedilmiştir. Dolayısıyla gerçekçilik, sinemaya uygun bir kavramdır. Kamera yapılan hileleri açığa vurur. (Armes, 2011:17-22) Yönetmen filminde gerçekliği verebilmek için sinematografik öğeleri, kameraya kaydettiği olayın aslına uygun biçimde tasarlamak zorundadır. Kameraya kaydettiği görüntülerin gerçeklikle olan kurgusunu, kendi kafasında oturtmuş olması gerekir. Bazen bir durumu tek ve uzun bir çekimde vermek, izleyicide gerçeklik duygusu yaratmaya yeterli olmayabilir. Bunun yerine kısa ve farklı bakış açılarından yapılan, defalarca canlandırılan çekimlerin kurgulanması daha gerçekçi gelir. Sadece gerçekliği öylece kaydetmek yeterli değildir. Andre Bazin’in sinemadaki gerçekliğin çelişkisinden söz ederken anlatmak istediği budur. Sinematografik öğeler ve teknolojik imkanlar sinemasal gerçekliği destekler. Bazin’in anlatımıyla sinema izleyicisine gerçeğin tam bir görüntüsünü vermek ister. Bunu öykünün mantıksal bütünlüğünü bozmadan, eldeki teknik imkanları kullanarak yapar. sonucuna varır. (Bazin, 2007:205) Sanatta gerçekçiliğin yapmacıklıklarla sağlanabildiği 108• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 3.1 Andre Bazin’in gerçekçilik kuramı Andre Bazin, kaydedilen görüntünün çıplak gücüne inanmıştır. Sinema gerçeğin sanatı olarak bütünlük taşır. Her şeyden önce hareketli resimlerin görsel ve uzamsal gerçekliğine bağlıdır.(Andrew, 2000:155) Biz bir film izlerken perdeye gerçekliğe baktığımız gibi bakarız. Aslında izleyici olarak, izlediğimiz filmin yeniden üretim olduğunu biliriz. Fakat bu, yeniden üretimin çıkış noktası üzerindeki psikolojik inancımıza bağlıdır. Bazin sinemada gerçekçiliğin ancak yapmacıklıklarla sağlanabileceğini söyler. Çünkü yönetmen estetik değerler arasından seçim yapmak zorundadır. Bu seçim zorunludur, sanat bu seçimle var olabilir; seçim olmazsa salt gerçeğe dönülür. Bu seçim kabul edilemez, çünkü seçim sinemanın yeniden kurmak istediği gerçeğin zararına yapılmaktadır. Teknik gelişmelere karşı çıkmak bu nedenle boşunadır. Bir sanat olarak sinema bu çelişkiden beslenir. (Bazin, 1966:160-161) Filmler, izleyicisine; filmin öyküsünün mantıklı gerekleri ve teknik imkanlar ile mümkün olduğunca gerçeğin görüntüsünü aktarmayı amaçlar. (Bazin, 2007:205) “Sinema gerçeği bütünüyle yakalayamaz, gerçek ister istemez bir kıyıdan kaçar. Kuşkusuz teknik bir ilerleme iyi kullanıldığı zaman ağın ilmiklerini sıkılaştırabilir, fakat yine de şu ya da bu gerçek arasında iyi kötü bir seçim yapmak gerekir.” (Bazin, 2007, s:208) Bazin izleyiciyi de pasif görmez. İzleyici yalnızca gözlerini hareket ettirmekle yetinmez. Aynı zamanda izleyici, başını çevirmeye zorlanmalıdır. (Andrew, 2000:167) Burada izleyicinin filmi yorumlayarak seçim yapmasını, filmin sunduğu dünyayı anlamlandırmasını kasteder. 3.2 İtalyan yenigerçekçiliği Bazin’in gerçekçi film kuramına göre gerçekçi film biçemi, nesnelerin özerkliğini içinde barındırır. İtalyan yenigerçekçilerinin biçem buluşlarının gerçeklik içinde değil, gerçekliğin araçlarıyla inşa edildiğini söyler. (Andrew, 2000:174) Yenigerçekçiler sosyal gerçeği, sanatsal bir dönüşüme uğratmadan film tabakasına aktarırlar. Bilindiği üzere yenigerçekçilik akımının başlangıç noktası olarak Rosellini’nin 1945 yılı yapımı filmi Roma, Citta Aperta (Roma, Açık Şehir) gösterilir. Yenigerçekçi sinemacılar, geleneksel anlayıştan koparak, Hollywood’un stüdyo sistemine bir tepki oluşturan ürünler vermişlerdir. Beyaz telefon filmlerinin aksine, yenigerçekçi filmler; gerçek yaşamı, gündelik olayları, sıradan İtalyan insanlarını ana malzeme olarak kullanmışlardır. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan işsizlik, yoksulluk ve umutsuzluk bu dönem filmlerinin temalarını oluşturur. Yenigerçekçi Bir yönetmen Vittorio De Sica: Beyaz Telefon Filmlerinden Bisiklet Hırsızları'na • 109 Biçimsel özellikleri açısından ele alacak olursak, yenigerçekçi filmler Hollywood stüdyo sistemine karşı olduğu için; bu sistemin yapay aydınlatmasına da karşı çıkmışlardır. Doğal ışığı kullanmışlardır. Stüdyolar yerine doğal mekanları, sokakları tercih etmişlerdir. Doğal mimikler ve doğal mizansel ile filmin ifadesini vurgulamışlardır. Anın gerçeğini yakalamaya çalışan yenigerçekçi yönetmenler, doğaçlama yolunu seçmişlerdir. Bu nedenle filmerinde profesyonel oyuncular yerine, sıradan insanlara yer verirler. Filmlerde bu şekilde amatör oyuncuların kullanımı, yenigerçekçi film akımının en önemli özelliği olmuştur. 4. II. Dünya Savaşı öncesi İtalyan sineması Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, İtalyan sineması gerek diğer Avrupa sinemalarıyla, gerek Amerikan sinemasıyla rekabet eder konumdaydı. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, İtalyan sinemasının ilerleyişi durdu. Bu dönemde özellikle Hollywood yükselişe geçmiştir. İktidarı ele geçiren ve güç kazanan Musollini, 1923 yılında İtalyan filmleriyle ilgilenmeye başladı. Hollywood’un olanaklarının, İtalyan film sektörüne sağlanması gerektiğine inandı. İtalyan filminin, Hollywood filmlerinin yerine geçmesini amaçladı. (Gomery ve Pafort- Overduin, 2011:216) 1933 yılına gelindiğinde Faşist yönetim, film yapım ve dağıtım sürecini bir sansür kurulu ile kontrolleri altına almıştı .Filmin propoganda gücünün farkına varan yönetim, film sektörüne maddi yardımlar yapıp sansür uygulayarak, kontrollerini daha da arttırdı. (Biryıldız, 2000: 61) 1937 yılına gelindiğinde Mussolini oğluyla birlikte Cinecitta adlı bir film stüdyosu kompleksi kurdu. Yönetmenleri eğitmek amacıyla Centro Sperimentale adında bir sinema okulu açıldı. Film endüstrisini kontrol eden ENIC adlı ulusal bir ajans kuruldu. Tüm bu gelişmeler sonucunda, İtalyan hükümeti her yönüyle İtalyan film yapım sektörünü ele geçirmiş oldu. 1943 yılına kadar Hollywod sineması karşısında yükselen İtalyan film endüstrisi, Mussolini’nin kaçışı ve savaşın bitimiyle düşüşe geçti. İtalya’da yabancı filmlerin hakimiyeti söz konusu oldu. 1949 yılında İtalyan hükümetinin kontrolü ele alması; Andreotti Sözleşmesini uygulamaya koyması ve yabancı filmlere vergi yoluyla kısıtlama getirip yerli yapımı teşviki ile gerçekleşmiştir.(Biryıldız, 2000:64) Bazin’e göre Faşistler hiç olmazsa İtalya’yı modern stüdyolarla kuşatmışlardır. Bu stüdyolarda yapılan boş, melodramatik filmlerin yanında rejim engeline takılmadan gündelik konuları işleyecek kadar becerikli adamlar, değerli yapımlar da oluşturmuşlardır. (Bazin, 2007:196) Cinecitta’da geleceğin birçok önemli yönetmeni, senaristi çalışma olanağı bulmuştur. Vittorio De Sica ve Cesare Zavattini de bu grubun içinde yer almaktadır. 1930’lu 110• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ yıllar savaş sonrası sinemacıların eğitimi için zemin oluşturmuştur. (Celli ve Cottino-Jones, 2007:27) 5.Vittorio De Sica’nın beyaz telefon filmleri dönemi İtalyan yenigerçekçiliği tartışmalarında merkezde yer alan konu her zaman savaşöncesi ve savaş-sonrası filmler arasındaki farklılıklar olmuştur. 1930’lu yılların hafif komedilerinden etkilenen İtalyan sineması, beyaz telefon filmleri olarak adlandırılan, romantik komedi filmleriyle gelişmiştir. Bu dönem filmlerinin adı, hemen hemen her filmde, zengin bir karakterin, sıradan siyah bir telefon yerine; yine üst sınıfın, zenginliğin bir sembolü olarak beyaz bir telefonla konuştuğu sahnenin olmasıdır. Abartılı bir lüks içinde, yoksulluğun hiç olmadığı, mutlu sonla biten zengin yaşamlar konu edinilir. Birçok İtalyan yönetmen bu türden filmler yapmıştır; fakat, Mario Camerini beyaz telefon filmleri ile özdeşleşmiş bir isimdir. 1933 yılında yazdığı bir makalede deneyimsiz oyuncuların, deneyimli oyunculara göre, yönetmenin direktiflerini yakından takip etmeye daha meyilli olduklarını belirtmiştir. Film yapımında doğaçlamanın önemini vurgulamış ve yönetmenin tüm yapımın detaylarını oluşturan mozaiği işlemek için zihninde bir montaj geliştirmesi gerektiğini belirtmiştir. Sovyet biçimcilerine hayranlık duymaktadır. (Celli ve Cottino-Jones, 2007:32) Camerini, romantik komedilerinde başrol oynattığı Vittoria De Sica’yı geleceğin yönetmeni olarak kazandırmıştır. Men What Rascals! (1932), I’ll Give a Million (1935), Il Signor Max (1937), Department Store (1939) De Sica’nın oynadığı Camerini filmlerindendir. De Sica bu dönemde yakışıklı bir oyuncu olarak birçok filmde yer almıştır. Camerini’nin 1930’lardaki filmleri, farklı ekonomik sınıflardaki insanların, rol değişimlerinden doğan komediden ortaya çıkar. Örneğin Men What Rascals!’da Bruno, Mariucia’yı etkilemek için lüks bir arabası varmış gibi davranır. I’ll Give a Million’da milyoner olan Gold, gerçek aşkı bulmak için yoksul biri kılığına girer. Il Signor Max’da ise Gianni, Lady Paolo’yu etkilemek için üst sınıf gemi yolcusu gibi davranır. De Sica oyunculukta başarısını kanıtladıktan sonra 1940 yılında Maddalena, Zero for Conduct adlı romantik komedi filmiyle yönetmenliğe başlamıştır. Doctor Beware (1941) filminde olduğu gibi, Camerini tarzı romantik komedi filmlerini yönetmiştir. De Sica filmlerinde; Camerini’nin başka bir sınıfın mensubu gibi görünmek için araba, kıyafet, kamera gibi eşyaların kullanılması yoluyla işlediği hırsızlık/aldatma temasını kullanmıştır. Maddalena, Zero for Conduct filminde mektup hırsızlığını üzerinden hikayesini Yenigerçekçi Bir yönetmen Vittorio De Sica: Beyaz Telefon Filmlerinden Bisiklet Hırsızları'na • 111 anlatır. Avustralyalı genç bir işadamı ile İtalyan liseli kız arasında tesadüfler sonucu, anonim bir aşk mektubu ile başlayan romantik ilişkiyi anlatır. Tıpkı diğer beyaz telefon filmleri gibi bu film de gerçek yaşama dair hiçbir şey söylemez. Doctor Beware adlı diğer beyaz telefon filminde ise filmin kahramanlarından yetim Teresa Venerdi, kendisini bir doktorun kız kardeşi olarak tanıtır. Fakat 1943 yılında I bambini ci guardano / The Children Are Watching Us filminde senarist Zavattini ile çalışmaya başlamasıyla melodrama yönelmiştir. De Sica ve Zavattini birlikteliği ile çekilen filmler, savaş sonrası İtalyan yenigerçekçiliğine yeni ufuklar açmıştır. 6. II. Dünya Savaşı sonrası Vittorio de Sica’nın yenigerçekçi sinema anlayışı, Bisiklet Hırsızları Beyaz telefon filmlerinin yakışıklı oyuncusu ve yönetmeni Vittrio De Sica için Cesare Zavattini ile çalışmaya başlamak bir dönüm noktası oluşturmuştur. The Children Are Watching Us (1943) filmi ile De Sica melodramlara yönelmiştir. Sciucia/ Boyacı (1946), Ladri di biciclette/ Bisiklet Hırsızları (1948), ve Umberto D. (1951) İtalyan yenigerçekçi filmlerinde, yeni ufuklar açan, örnek teşkil eden filmler olmuşlardır. De Sica’ya göre gerçekliğin kaynağı sanattır ve o bunu bir şiirsellik içinde işler. Buradaki gerçekçiliğin ölçütü soyuttr. Çünkü sanat gerçekliğin yeniden üretilmesi anlamına gelmemektedir. (Bazin, 2007:184) Eserleri hümanist ve reformist olarak tanımlanabilir. (Biryıldız, 2000:78) Yenigerçekçilikte, sinematografik gerçekliği oluşturan büyük ölçüde, mizansenin kullanımı ve doğal oyunculuk olmuştur. Bazin, De Sica’nın İtalyan yenigerçekçiliğinin en saf biçimini temsil ettiğini söyler. “‘Ladri di Biciclette’ diğer büyük yönetmenlerin çalışmaları ve onun kendi yörüngesi için ideal bir merkez noktasıdır. Bu durum onun ifade edilmesini olanaksız kılmaktadır. Onun, gerçekleri görülmeye değer hale sokması niyetini tamamlamasına karşın, gerçekliği hayran olunacak bir şekilde dönüştürebilmesi bir paradokstur; yolda yürüyen bir adam ve onun yürümesindeki güzelliği hayranlıkla gözleyen bir seyirci.” (Bazin, 2007:187) Bisiklet Hırsızları filminde, yine hırsızlık temasının olduğunu görürüz. Fakat bu defa hırsızlık, eşya sahibinin gözünden anlatılmıştır. İşsiz bir adamın, zorlukla bulduğu işi, bisikletini kaybetmesi nedeniyle kaybedecek olması ve buna engel olmak için tüm film boyunca İtalya sokaklarında bisikletini aramasına şahit oluruz. 112• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Biçimsel açıdan incelediğimizde, De Sica bu filmde, çekim- karşı çekim geçişlerinde diğer yenigerçekçi sinemacıların aksine, Rus biçimcilerin montaj anlayışını kullanmıştır. Bu Camerini’nin montajda iyi bir yönetmen olduğuna yapılan bir göndermedir. Filmin mizanseni de yenigerçekçi sinemanın tüm özelliklerini taşır. Tefeci, şehir sokakları, stadyum gibi gündelik yaşam mekanlarını kullanmıştır. Camerini sinemasında olduğu gibi, bisikleti, belli bir sınıfa ait sosyal ve ekonomik bir yansıma olarak somutlaştırmıştır. İtalya’nın fakir ve işsiz halkının, savaşla birlikte kaybettiği umudunun yerine geçen bir semboldür. Diğer De Sica filmlerinde olduğu gibi bu filmde de kadın oyuncuların mümkün olduğunca az yer aldığını görürüz. Maria filmde bisikletin alınabilmesi için, nevresimlerini rehin bırakırken görülür. Ardından Antonio işi kabul eder ve yeniden evin reisi olduğu bilgisini tazeler. Ekonomik açıdan güvenlik elde etmek için, dünyadaki bütün kötülükler ve düşmalıklarla mücadele etmek zorunda kalan Ricci ailesi, filmin melodramatik arka planını oluşturmaktadır. Oyuncular, sokaktan bulunmuş sıradan insanlardır. Bazin’e göre filmde İtalya’daki işsizlik gerçeğinin ruhu yakalanmazsa, sıradan bir maceraya dönüşecektir. Bisiklet; hem kırsal yaşantıyı hem de ulaşım araçlarının nadir ve pahalı olduğu için ne kadar zor bulunduğunu belirtmek için kullanılmıştır. (Bazin, 2007:174) yönetmenin filmde verdiği sosyal mesaj, filmin tamamına, her anına yayılmıştır. Sadece belli bir yerde verilmemiştir. Filmde öykü kaldırılmıştır. Amatör oyuncuların kullanılması ile yenigerçekçi sinemanın gelişimine katkıda bulunmuştur. İtalyan yenigerçekçi filmlerinde yıldız oyuncunun reddi vardır. Bunun dışında meslek olarak oyunculuk yapanlar tümden reddedilmez. Filmdeki herhangi bir nesne ya da olay, De Sica’nın ideolojisini ortaya çıkarmamaktadır. SONUÇ Yenigerçekçi sinemayla birlikte, İtalyan halkı mutlu sonlardan, hayatın acı gerçeklerine geçiş yapmış oldu. Fakirlik, işsizlik, ülkedeki ekonomik bunalım savaştan yeni çıkan bu ülkenin gerçeklerini oluşturuyordu. De Sica’nın da birçoğunda başrol oynadığı beyaz telefon filmlerindeki lüks yolcu gemileri, gösterişli partiler, hiçbir maddi sıkıntı çekmeyen hatta çok zengin insanlar gerçek yaşamı yansıtmıyordu. O dönemde halkın en önemli uğraşı hayatını devam ettirmek için bir iş ve yaşayacak bir ev edinmekti. Yenigerçekçilik bu sıradan durumları konu alarak, mizansende sürekli gelişen bir estetik anlayış ile sinemaya sanat işlevini katmış oldu. Yenigerçekçi Bir yönetmen Vittorio De Sica: Beyaz Telefon Filmlerinden Bisiklet Hırsızları'na • 113 Beyaz telefon filmlerinin mutlu sonlarla biten adete alaycı tavrı yerine belirsiz biten sonları vardır. Çünkü o dönemde İtalya’da gelecek belirsizdir. Belirsizlik yenigerçekçi filmlere açık uçlu sonlar olarak yansımıştır. Tüm bu yönleriyle birlikte değerlendirildiğinde yenigerçekçi filmlerin birer belge niteliği taşıdığını görürüz. Ama teknolojinin ses, renk gibi olanaklarını da dışlamayarak kurmacayı da dışlamayan bir tür olmuştur. Ne yazık ki savaş sonrası yenigerçekçi İtalyan filmleri, sinema salonlarında beklenen ilgiyi görememiştir. Fakat kendisinden sonra gelen gerçekçi sinemaya öncülük etmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında, İtalyan sinemasına yenigerçekçiliğin gelmesi ile birlikte değişen ne oldu sorusuna verilebilecek en iyi yanıt, gerçekçiliğin sinematografik yeniden sunumunu perdeye estetik bir bütünlükle taşımış olmasıdır. 114• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ KAYNAKÇA Basılı kaynaklar: Andrew, J. Dudley (2000), Sinema Kuramları, İzdüşüm Yayınları, İstanbul. Armes, Roy (2011), Sinema ve Gerçeklik, Doruk Yayınları, İstanbul. Bazin, Andre (2007), Sinema Nedir?, İzdüşüm Yayınları, İstanbul. Bazin, Andre (1966), Çağdaş Sinemanın Sorunları, Bilgi Yayınevi, Ankara. Biryıldız, Esra, (2000) Sinemada Akımlar, Beta Basım Yayım, İstanbul. Büker, Seçil ve GürhanTopçu (2008), Sinema Tarih/Kuram/Eleştiri, Gazi Ünviversitesi İletişim Fakültesi:10, Ankara. Ellis, Jack C. (1990), A History of Film, Prentice Hall, New Jersey. Öztürk, Mehmet (2002), SineMAsal Kentler, Om Yayınevi, İstanbul. Yılmaz, Ertan (2011), Filmde Yöntem ve Eleştiri, De Ki Yayınları, Ankara, Elektronik kitaplar: Celli, Carlo ve Marga Cottino-Jones ( 2007), A New Guide To İtalian Cinema, Palgrave Macmillan, New York. Gomery, Douglas ve Clara Pafort-Overduin (2011), Movie History: A Survey, Routledge, United Kingdom. Moliterno, Gino (2008) Historical Dictionary of İtalian Cinema, The Scarecrow Press, United Kingdom. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 115 - 130 Ayşe KABATAŞ * Nurullah GENÇ ** Hülya Gündüz ÇEKMECELİOĞLU *** Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma The Relationships Between Organizational Cynicism and Organizational Citizenship Behavior and A Research Özet Bu çalışmanın amacı, örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasındaki ilişkiyi incelemektir. Bu ilişkiyi incelemek amacıyla, Kocaeli bölgesinde faaliyet gösteren büyük ölçekli bir sanayi işletmesinde anket yöntemiyle bilgi toplanmıştır. Birinci bölümde, örgütsel sinizm kavramı; ikinci bölümde örgütsel vatandaşlık davranışı kavramı; üçüncü bölümde ise örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasındaki ilişkiyi tespit etmek amacıyla yapılan araştırmaya yer verilmiştir. Araştırmada anket yöntemi kullanılmıştır. Yapılan istatistiksel analizler sonucunda genel sinizm ile örgütsel sinizm ve örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasında düşük ama anlamlı bir ilişki bulunduğu tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Sinizm, Örgütsel sinizm, Örgütsel vatandaşlık davranışı. The Relationships Between Organizational Cynicism and Organizational Citizenship Behavior and A Research Abstract The aim of this study is to examine the relationships between organizational cynicism and organizational citizenship behavior. To examine this relationships the datas were collected by the questionaire forms from an organization in large scale which is active in Kocaeli. In the first chapter of the study, the concept of organizational cynicism and in the second chapter, organizational citizenship behaviour and in the third chapter the research which was done to test the relationship between organizational cynicism and organizational citizenship behavior were included. In research part, questionnaire method was used. According to the statistically analysises a significant but not strong relationship has been found between dispositional cynicism and organizational cynicism and between organizational cynicism and organizational citizenship behavior. Keywords: Cynicism, Organizational cynicism, Organizational citizenship behavior. Kocaeli Üniversitesi, aysekabatas25@gmail.com Kocaeli Üniversitesi, genc_nurullah@gmail.com *** Kocaeli Üniversitesi, hulyacekmecelioglu@gmail.com * ** 116• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Günümüzde işletmeler için çalışanların örgütsel bağlılık, motivasyon ve iş tatmin düzeylerinin yüksek olması gittikçe önem kazanan bir konu haline gelmektedir. Buna paralel olarak çalışanların örgütsel bağlılıklarını, motivasyonlarını ve iş tatminlerini azaltan çeşitli faktörler de örgütler için tehdit oluşturabilmekte; ilgili literatürde bu potansiyel tehdit unsuru olarak kabul edilen kavramlar üzerine de ilginin arttığı görülmektedir. Bu tehdit unsurlarından biri olarak örgütsel sinizm, örgütler için son derece önemli bir konu haline gelmiştir. Sinizm, “bir kişinin çalıştığı örgüte karşı geliştirdiği, bilişsel, duygusal ve davranışsal boyutları içeren negatif bir tutum.” olarak, örgütün dürüstlükten yoksun olduğuna ilişkin bir inanç, Örgüte yönelik olumsuz bir duygu ve bu inanç ve duygularla tutarlı olarak örgüte yönelik aşağılayıcı/kötüleyici ve eleştirel davranışlar gösterme eğilimi şeklinde üç boyut altında incelenmektedir Örgütsel sinizm düzeyi yüksek olan çalışanların işteki verimlilikleri düşmekte, motivasyonları ve iş tatminleri azalmakta ve örgütsel bağlılıkları zayıflamaktadır. Bu açıdan sinizm ile vatandaşlık davranışı arasındaki ilişkinin araştırılması önemli bir başlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Örgütsel vatandaşlık davranışı, örgütlerin etkili ve verimli faaliyet göstermeleri açısından çok önemlidir ve örgütler de bunun farkındadırlar. Örgütsel vatandaşlık davranışı, çalışanların örgüt adına gerçekleştirdikleri gönüllü hareketleri kapsamaktadır. Bu araştırmanın amacı, örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Bu amaçla öncelikle, örgütsel sinizm kavramı; ikinci bölümde ise örgütsel vatandaşlık davranışı kavramı kapsamlı bir literatür taraması ile ele alınmakta olup; üçüncü bölümde örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasındaki potansiyel ilişki irdelenmektedir. Dördüncü bölümde örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasındaki ilişkiyi tespit etmek amacıyla yapılan uygulama yer almaktadır. Sonuç kısmında ise bulgular tartışılarak değerlendirilmektedir. 1. Teorik Altyapı 1.1. Örgütsel Sinizm Örgütsel sinizm ile ilgili literatüre bakıldığında konu oldukça yeni olmakla birlikte bir tarafta kavramsallaştırma, tanımlama ve ölçek geliştirme yönünde çalışmalar bulunurken, diğer tarafta örgütsel sinizmin öncüllerini ve sonuçlarını farklı bağlamlarda ve farklı Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma • 117 değişkenler aracılığı ile keşfetmeye yönelik çalışmaların bulunduğu görülmektedir (Tokgöz ve Yılmaz, 2008: s. 291) Sinizm; bireyleri zor beğenen, memnuniyetsiz, olaylara sürekli eleştirel yaklaşan, menfaat düşkünü ve olumsuz düşüncelerle dolu varlıklar olarak nitelendiren bir düşünce akımıdır. Bu akımın ana düşüncesini dürüstlük, adalet ve içtenlik gibi olumlu kişilik özelliklerinin kişisel çıkarlar uğruna ikinci planda bırakılması oluşturmaktadır. Sinizm, bireysel ya da örgütsel özelliklerden kaynaklanmakla birlikte aynı zamanda zor beğenen, eleştiren, her şeyde kusur bulan bir tutumu ve kişilik özelliğini de ifade etmektedir (Eaton, 2000: s.7). Sinizm, diğer insanların güdüleri, dürüstlüğü ve iyi niyetinden şüphe duyulması ve bunun doğrudan genellenerek diğer konulara veya durumlara inanılırlık açısından yansıtılmasıdır (Tan ve Tan, 2007: s. 64) Türkçe literatürde, sinizm kavramı yerine ‘kuşkuculuk' kavramı kullanılmıştır (Bond and Richard Kirshenbaum, 2004). Bu iki kavram alternatifli olarak birbirlerinin yerlerine kullanılmalarına rağmen birbirlerinden kavramsal olarak ayrılmaktadırlar. Sinizm, kararlı bir kişisel özellik olarak nitelendirilirken; kuşkucu ise, diğerlerinin yaptıklarından ve söylediklerinden kuşkulanır ama kanıt gösterilerek veya deneme fırsatı verilerek ikna edilebilir (Tan and Tan, 2007: s. 64). Sinizm bireye, gruba, ideolojiye, sosyal topluluklara veya kurumlara yönelik güvensizlik ve bunlara karşı olumsuz duygularla birlikte hayal kırıklığı ve hüsranla nitelendirilen genel veya özel tutumdur (Andersson and Thomas S. Bateman, 1997: s. 450). Buna paralel olarak literatürde çalışma ortamında sinizm kavramı iki farklı şekilde ele alınmaktadır. Birincisi, bireyin kişiliğinden kaynaklanan ve yaşama bakış açısını yansıtan ‘genel sinizm’dir. Diğeri ise bireyde sinik tutumların oluşmasına neden olan örgütsel faktörleri temel alan ‘örgütsel sinizm’dir. Genel sinizm (Dispositional Cynicism), insan davranışı ile ilgili genellikle olumsuz algıları yansıtan kişinin tabiatında bulunan kararlı bir kişilik özelliğidir (Abraham, 2000: s. 270). Genel sinizm belli bir nesneye yöneltilmemiştir ancak bireyin yaşamının çeşitli yönlerine yayılmış dudumdadır (Eaton, 2000: s.7). Örgütsel sinizm ise, kişinin çalıştığı örgüte yönelik geliştirdiği bilişsel, duygusal ve davranışsal boyutları içeren negatif bir tutumdur (Dean et al. Brandes and Dharwadkar, 1998: s. 345) Buna göre, genel sinizm ile örgütsel sinizm yapı olarak birbirinden farklıdır. Yani genel sinizm, bireyin kişiliğinden kaynaklanırken, örgütsel sinizm bireyde sinik tutumların oluşmasına neden olan örgütsel unsurlardan kaynaklanır (Tokgöz ve 118• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Yılmaz, 2008: s. 285). Sinizm, gelecekteki örgütsel değişimlerin başarısı hakkında, değişim liderlerinin beceriksiz ve tembel oldukları inancına dayalı kötümserliği de kapsayan genel bir kavram olarak tanımlanabilir. Bu durumda insanlar, çalıştıkları örgütte birçok değişiklik yapılmaya çalışıldığını fakat bu girişimlerden çok azının başarılı olduğunu gördükçe sinik davranışlar sergilemeye başlarlar (Wanous et al. , 1994: s. 269). Dean vd. (1998) ise örgütsel sinizmi, “bir kişinin çalıştığı örgüte karşı geliştirdiği, bilişsel, duygusal ve davranışsal boyutları içeren negatif bir tutum (Dean et al. , 1998: s. 345)” olarak, örgütün dürüstlükten yoksun olduğuna ilişkin bir inanç, Örgüte yönelik olumsuz bir duygu ve bu inanç ve duygularla tutarlı olarak örgüte yönelik aşağılayıcı/kötüleyici ve eleştirel davranışlar gösterme eğilimi şeklinde üç boyut altında incelenmektedir Örgütsel sinizmin ile son dönemlerde araştırmalarda sıklıkla birlikte anılan bir diğer kavram da ÖVD`dır. Bunu takip eden bölümde örgütsel sinizmden ciddi seviyede olumsuz yönde etkilenme potansiyeli taşıyan bir unsur olarak örgütsel vatandaşlık davranışı ele alınmaktadır. 1.2. Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Günümüzde işletmeler daha etkin olabilmek için çalışanlarından en üst düzeyde istifade etmeye çalışmalıdır. Biçimsel roller dışında sergilenen çalışan davranışlarının işletme başarısına katkısı, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur (Köse vd. , 2003: s. 16). Başarılı örgütler, resmi görev sorumluluklarının ötesinde sorumluluklar üstlenen ve ellerinin altındaki işleri tamamlamak için zaman ve enerjilerini serbestçe harcayan çalışanlara sahiptirler (DiPaola and Hoy, 2005: s. 35) Dolayısıyla Örgütsel vatandaşlık davranışı, son yıllarda araştırmalarda üzerinde çok durulan bir konu olmaya başlamıştır (Todd and Kent, 2006, s. 253). Örgütsel Vatandaşlık Davranışı kavramının kökenleri 1964 yılında Katz’ın, etkili örgütlerin çalışanlarına rol tanımlarının ötesinde yaratıcı ve kendiliğinden gerçekleşen (spontaneous) davranışlar sergilemelerine izin verdiğini iddia ettiği çalışmasına kadar dayanır (Todd and Kent, 2006: s. 253). Örgütsel Vatandaşlık Davranışı (ÖVD) kavram olarak ilk kez 1983 yılında Dennis Organ ve arkadaşları tarafından kullanılmıştır (Smith et al. ,1983: s. 653). Literatürde en çok kullanılan tanım da yine Organ (1988) ‘ a aittir. Organ daha sonra yaptığı çalışmalarda ÖVD Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma • 119 tanımını geliştirmiş ve bu davranışı "İyi Asker Sendromu" olarak da adlandırmıştır (Organ, 1997: s.85). Örgütsel vatandaşlık davranışı kavramı “biçimsel ödül sistemini dikkate almadan, bir bütün olarak organizasyonun fonksiyonlarını verimli biçimde yerine getirmesine yardımcı olan, gönüllülük esasına dayalı birey davranışı” olarak tanımlanmıştır (Özdevecioğlu, 2003: ss. 117-118). Gönüllülük kavramı ile bu tür davranışların, bireyin organizasyondaki rolünün veya biçimsel iş tanımının gerektirdiği davranışlar olmadığı anlatılmak istenmiştir (İşbaşı, 2000: s.4). İşle ilgili problemlerde iş arkadaşlarına yardımcı olmak, gelen emirleri şikâyet etmeden kabul etmek, çalışma ortamının temiz ve düzenli olmasına yardım etmek gibi davranışlar ÖVD’ ye örnek verilebilir (Bateman and Organ, 1983: s. 588). Bu bağlamda Organ`ın (1988) ÖVD kavramını örgütün formel ödül sistemi tarafından açıkça ele alınmayan, örgütün verimliliğini ve etkinliğini arttıran, çalışanların ekstra rol çabaları olarak tanımlayarak yardımseverlik, vicdanlılık, , nezaket, sivil erdem ve centilmenlik gibi başlıklar altında incelediği görülmektedir (Yener ve Aykol, 2009, s. 258). Günümüzde araştırmacılar, örgütsel sinizmin hem birey hem de örgüt açısından ciddi sonuçlarının bulunduğunu ileri sürmekte, bu sonuçlar arasında iş tatminin düşmesi, örgütsel bağlılığın ve nihayetinde örgütsel vatandaşlık davranışının azalması başta yer almaktadır. Literatürdeki bu genel kabule ile birlikte az sayıda da olsa ampirik çalışmanın varlığı görülmektedir.. Örneğin Andersson and Bateman’ın (1997), yüksek düzeydeki yönetici ücretlerinin, düşük örgütsel performansın ve ani işten çıkarmaların beyaz yakalı çalışanlarda sinizm oluşturduğu bulunmuştur. Ayrıca, örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı ve etik olmayan davranışlarda bulunma arasında negatif yönde ve anlamlı bir ilişki bulunduğu da tespit edilmiştir (Andersson and Bateman, 1997: s. 463). Schappe (1998) de örgütsel vatandaşlık davranışının; iş tatmini, bağlılık, adalet algılamalarıyla ilişkilerine yönelik yaptığı çalışmanın sonucunda en büyük ilişkinin, bağlılık ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasında olduğunu tespit etmiştir (Schappe, 1998: s. 289). Dolayısıyla H1: Örgütsel sinizmin a)1.Bilişsel b)2.Duyuşsal tepki ve c)3.Davranışsal boyutları ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasında olumsuz bir ilişki mevcuttur. 120• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 2. Metodoloji 2.1. Örneklem Örgütsel sinizm ile ÖVD arasındaki ilişkileri incelemekte olan bu araştırmanın uygulama kısmı Kocaeli bölgesinde 2004 yılından itibaren sanayi alanında faaliyet gösteren ve üretim kapasitesi bakımından Türkiye’de ilk 5 büyük firma arasında yer alan bir işletmenin çalışanları üzerinde gerçekleştirilmiştir. Yüz yüze değerlendirme ve e-mail yolu ile işletmenin mevcut 436 çalışanının tamamına anket gönderilmiş ve toplamda eksik cevaplanan hatalı anketlerin de çıkarılması 227 adet anket dönüşü sağlanmıştır. Böylece nihai örneklemimiz 227 olarak belirlenmiştir. Böylece cevaplama oranımız %52 olmaktadır. 2.2. Geçerlilik ve Güvenilirlik Araştırmada kullanılan ölçeklerin geçerlilik ve güvenilirliklerini test etmek üzere faktör analizi ve alfa testinden faydalanılmaktadır. Örgütsel Sinizm Faktör Analizi Bu kısımda Örgütsel Sinizm ölçeğinin faktör analizine uygun olup olmadığını analiz etmek için Kaiser-Meyer-Olkin ölçümü ve Bartlett's Küresellik Testi uygulanmıştır. Analiz sonuçları aşağıdaki gibidir. Tablo 1: Örgütsel Sinizm KMO ve Barlett Testi Sonuçları KMO ve Bartlett Testi Kaiser-Meyer-Olkin Değeri 0,906 Approx. Chi-Square Bartlett's Küresellik Testi 2,417E3 sd 78 Sig. ,000 Tablo 1’e bakıldığında KMO testinde bulunan 0.906 değeri örnek büyüklüğünün yeterli olduğunu göstermektedir. Barlett testi sonucu ise 0.000 bulunmuştur. Bu da verilerin faktör analizi için uygun olduğunu göstermektedir. Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma • 121 Örgütsel sinizm ölçeğine uygulanan faktör analizi sonrasında ölçekte yer alan 13 ifade literatürde yer aldığı şekliyle öz değeri 1’den büyük üç faktör altında toplanmıştır. Örgütsel sinizmi ölçmeye yönelik 13 soruya uygulanan faktör analizi sonucunda elde edilen değerlere ilişkin sonuçlar aşağıda tabloda görüldüğü gibidir: Çalıştığım şirketin, söylediğinin başka, yaptığının başka olduğuna inanıyorum. Şirketimin yapacağını söylediği şeyler ile gerçekleşenler 2 arasında çok az benzerlik görüyorum. Çalıştığım 3 söylüyorsa şirket, bunun bir şeyi yapmayı gerçekleşeceği 0,865 0,864 planladığını konusunda kuşku 0,851 duyarım. Çalıştığım şirketin politikaları, amaçları ve uygulamalarında çok az ortak nokta vardır. Şirket, çalışanlardan ‘bir şey’ –belirli bir davranış- bekler, ama başkasını –başka davranışı- ödüllendirir. 0,858 0,823 Çalıştığım şirketi düşündüğümde bir endişe hissederim. 0,774 Çalıştığım şirketi düşündüğümde gerilim yaşarım. 0,861 Çalıştığım şirketin sloganları ve uygulamaları ile dalga geçtiğimi fark ettim. Şirketim beni kızdırır. Şirket dışındaki arkadaşlarıma, şirkette olup bitenlerle 4 ilgili şikâyette bulunurum. 0,769 0,842 0,667 Davranışsal tepki Bilişsel İfadeler Duyuşsal Tablo 2: Örgütsel Sinizm Faktör Analizi Sonuçları 122• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Çalıştığım şirkette, işlerin nasıl yürütüldüğü hakkında 0,847 diğer çalışanlarla konuşurum. Diğer çalışanlarla, çalıştığım şirketin uygulamalarını ve 0,871 politikalarını eleştiririm. Şirket gündeme geldiğinde, diğer çalışanlarla anlamlı 0,780 bakışmalar yaşanır. 7.121 Özdeğer 1.629 1.469 Varyansı Açıklama Yüzdesi %32,238 %27,296 %19,070 Toplam varyans Yüzdesi %32,238 %59,534 %78,604 Tablo 2’de görüldü gibi örgütsel sinizme ait değişkenlere uygulanan faktör analizi sonucu 3 faktör elde edilmiş ve toplam varyansın %78.604’ünü açıklamaktadır. Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Faktör Analizi Bu kısımda Örgütsel Sinizm ölçeğinin faktör analizine uygun olup olmadığını analiz etmek için Kaiser-Meyer-Olkin ölçümü ve Bartlett's Küresellik Testi uygulanmıştır. Analiz sonuçları aşağıdaki gibidir. Tablo 3: ÖVD KMO ve Barlett Testi Sonuçları KMO ve Bartlett Testi Kaiser-Meyer-Olkin Değeri 0,824 Bartlett's Küresellik Testi Approx. Chi-Square 2,085E3 Sd 153 Sig. ,000 Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma • 123 Tablo 3’e bakıldığında KMO testinde bulunan 0.824 değeri örnek büyüklüğünün yeterli olduğunu göstermektedir. Barlett testi sonucu ise 0.000 bulunmuştur. Bu da verilerin faktör analizi için uygun olduğunu göstermektedir. Örgütsel vatandaşlık davranışı ölçeğine uygulanan faktör analizi sonrasında ölçekte yer alan 18 ifade literatürde yer aldığı şekliyle öz değeri 1’den büyük beş faktör altında toplanmıştır. Örgütsel vatandaşlık davranışını ölçmeye yönelik 18 soruya uygulanan faktör analizi sonucunda elde edilen değerlere ilişkin sonuçlar aşağıda tabloda görüldüğü gibidir. Tablo 4’te görüldüğü gibi örgütsel vatandaşlık davranışına ait değişkenlere uygulanan faktör analizi sonucu 5 faktör elde edilmiş ve toplam varyansın %70.407’sini açıklamaktadır. İş yükü ağır olan iş 1 arkadaşlarıma işlerinde 0,887 yardımcı olurum. Herhangi bir sebeple işinin başında bulunamayan arkadaşlarımın alarak onlara yerini 0,806 yardımcı olurum. İş esnasında sorunla karşılaşan kişilere yardım etmek için zamanımı ayırırım. gerekli 0,886 Sivil erdem Vicdanlılık Centilmenlik bilgilendirme tabanlı Özgecilik İfadeler Nezaket Tablo 4: ÖVD Faktör Analizi Sonuçları 124• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Aramıza yeni katılan arkadaşlara işlerine uyum sağlamaları için yardımcı 0,842 olurum. İşimle ilgili herhangi bir karar karardan alırken, bu etkileneceğini düşündüğüm fikirlerini 0,804 kişilerin alır, onlara danışırım. Birlikte görev yaptığım diğer kişiler için problem 0,720 yaratmamaya gayret ederim. İşimle ilgili önemli kararları üstümle birlikte 0,779 alırım. İş yerimdeki önemsiz sorunlar ederek için vaktimi şikâyet boşa 0,705 harcarım. ‘Pireyi deve’ yaparım. Sürekli 0 ayrılmak bahsederim. 0,790 işimden istediğimden 0,782 Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma • 125 Her 1 zaman durumumun işteki olumlu yönlerinden çok olumsuz yönlerini 0,730 vurgulamayı tercih ederim. Çay, kahve ve yemek 2 aralarından sonra işimin başına tam 0,835 vaktinde dönerim. İşime 3 belirlenmiş mola saatleri dışında ara 0,797 vermem. Kimsenin 4 görmediği bir ortamda bile, çalıştığım kurumun kurallarına, düzenlemelerine 0,720 ve prosedürlerine uyarım. Kurumdaki 5 değişimleri yakından izler ve diğerleri tarafından 0,813 kabul edilmesinde aktif rol oynarım. Kurumun 6 imajına olumlu katkı sağlayacak tüm faaliyetlere gönüllü olarak katılırım. 0,253 0,766 0,087 0,201 0,120 126• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kurum 7 toplantılarda olarak yer içi düzenli alır ve 0,106 0,846 0,011 0,084 0,033 0,459 0,515 0,061 0,365 0,111 6,079 2,187 1,762 1,564 1,083 19,23 14,239 13,174 12,696 11,064 19,23 33,473 46,647 59,343 70,407 tartışmalara aktif olarak katılırım. Kurumdaki 8 gelişmelere rahatlıkla ayak uydururum. Özdeğer Varyansı Açıklama Yüzdesi Toplam Yüzdesi 4 varyans 4 Güvenilirlik, bir ölçümün hatadan bağımsız kalma derecesi anlamına gelir. Burada güvenilirliği ölçmek için Cronbach Alpha değeri kullanılmıştır. Cronbach Alpha değeri 0 ile 1 arasında değişen bir katsayıdır. Katsayı 1’e yaklaştıkça ölçeğin güvenilirliğinin yüksek olduğu kabul edilir. Bunun yanı sıra bir ölçeğin güvenilir kabul edilmesi için Cronbach Alpha katsayısının 0.70 ve üzeri olması gerekmektedir. Tablo 5’te görüldüğü gibi örgütsel sinizm ölçeğinin bilişsel, duyuşsal tepki ve davranışsal boyutları ile ÖVD ölçeğinin güvenilirlik analizi sonuçlarına göre örgütsel sinizmin üç boyutuna ve örgütsel vatandaşlık davranışı ölçeğine ait cronbach alpha değerinin 0.70 değerinin oldukça üzerinde olduğu görülmektedir. Bu nedenle kullanılan ölçeklerin oldukça yüksek bir güvenilirlik düzeyine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma • 127 Tablo 5: Kullanılan Örgütsel Sinizm Ölçeğinin Bilişsel, Duyuşsal Tepki ve Davranışsal Boyutları ile ÖVD Ölçeğinin Güvenilirlik Analizi Sonuçları Bilişsel Duyuşsal Tepki Davranışsal ÖVD Genel 0.949 0.905 0.851 0.862 2.3. Hipotez Testi Örgütsel sinizm ölçeğinin bilişsel, duyuşsal tepki ve davranışsal boyutları ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasındaki ilişkinin tespitine yönelik geliştirilen hipotezi test etmek üzere regresyon analizinden faydalanılmaktadır. Tablo 6: Örgütsel sinizmin bilişsel, duyuşsal tepki ve davranışsal boyutunun bağımsız örgütsel vatandaşlık davranışının bağımlı değişken olduğu regresyon analizi sonuçları Bağımsız Değişkenler β Sig Bilişsel -,124 ,141 Duyuşsal Tepki ,017 ,836 Davranışsal -,166 ,028 Bağımlı Değişken: Örgütsel Vatandaşlık Davranışı, R2= ,057, F= 4,481 (sig:,004) Regresyon analizi sonucunda, R2 değerinin 0,057 olduğu görülmektedir. Buna göre örgütsel vatandaşlık davranışının değişkenindeki değişimin %5,7’lik kısmı örgütsel sinizmin bilişsel, duyuşsal tepki ve davranışsal boyutu tarafından açıklanmaktadır. Yani örgütsel sinizmin bilişsel, duyuşsal tepki ve davranışsal boyutlarına ait seviyenin yüksek olduğu bir işletmede çalışanların örgütsel vatandaşlık davranışı seviyelerinde % 5,7’lık bir azalış olacağı söylenebilir. Regresyon analizi sonucunda anlamlılık değeri 0,004<0,05 olduğu için bu değişkenler arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur, yani modelimizin bir bütün olarak anlamlı olduğu görülmektedir. Değişkenler açısından teker teker bakıldığında sinizmin davranışsal boyutunun (β: 0,166, p<0,05) ÖVD üzerinde istatistiksel olarak anlamlı, direk ve negatif bir etkisi olduğu 128• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ görülmektedir. Ancak Örgütsel sinizmin bilişsel, duyuşsal tepki boyutları ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasında doğrudan bir ilişkiye rastlanmamaktadır. Bu ilginç sonuç bu iki boyutun örgütsel vatandaşlık davranışını davranışsal boyut üzerinden etkiliyor olabilmesinden kaynaklanabilir. Sonuç olarak H1 hipotezi kısmen desteklenmektedir. Çalışanların örgütsel sinizmin bilişsel, duyuşsal tepki ve davranışsal boyutlarının düzeyi arttığında örgütsel vatandaşlık davranışı düzeyi azalmaktadır. Formül ile ifade edilecek olursa; Y(örgütsel vatandaşlık davranışı)= 2,315-0,166.X(davranışsal boyut) SONUÇ Çalışanların gönüllü davranışlar sergilemeleri, örgütlerin verimliliği için son derece önemli bir konu haline gelmiştir. Bundan dolayı örgütler, iş tanımlarının ötesinde davranışlar sergilemeye istekli çalışanları kendi bünyelerine dâhil etmek istemektedirler. Literatürde önemli bir yer tutan Örgütsel Vatandaşlık Davranışı konusu (ÖVD), ilk olarak 1938 yılında Barnard tarafından ‘ekstra rol davranışları’ olarak ele alınmıştır. Daha sonraki yıllarda ise, prososyal davranışlar ve örgütsel vatandaşlık davranışı şeklinde isimlendirilmiştir. Örgütsel vatandaşlık davranışı, çalışanların resmi rol sorumluluklarının ötesinde örgüt adına gerçekleştirdikleri gönüllü davranışları ifade etmektedir. Örgütlerde insan faktörü gittikçe önem kazandığı için örgütsel vatandaşlık türü davranışlar da gittikçe önem kazanmaktadır. Literatüre bakıldığında örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmaların bir kısmında olumsuz bir ilişki bulunduğu tespit edilirken bazı çalışmalarda ise aralarında anlamlı bir ilişki tespit edilememiştir. Bu tez çalışmasında yapılan araştırma sonucunda, gerek Türkçe literatürde gerekse yabancı literatürde elde edilen ve beklenen sonuçlara paralel sonuçlar elde edilmiştir. Araştırmada cevap aranan asıl problem, örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasındaki ilişki ve bu ilişkinin yönünün ne olduğu sorusuydu. Yapılan araştırma sonunda elde edilen veriler ve gerçekleştirilen analizler sonucunda örgütsel sinizm ile örgütsel vatandaşlık davranışı arasında negatif yönde bir ilişkinin bulunduğu tespit edilmiştir. Yani örgütsel sinizm düzeyi yüksek bir işletmede örgütsel vatandaşlık davranışlarında bir azalma olacağı tespit ediliştir. Elde edilen bu sonuçlar literatürde daha önce bu konuda yapılmış olan çalışmaların sonuçları ile paralellik göstermekte olup araştırmanın beklentileri ile uyumludur. Örgütsel Sinizm ile Örgütsel Vatandaşlık Davranışı Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi ve Bir Araştırma • 129 Bu konuda işletme yöneticilerine tavsiye olarak, çalışanların örgütsel bağlılıklarını, iş tatmin düzeylerini ve performanslarını artırmaya yönelik çalışmalarda bulunmaları tavsiye edilmektedir. Nitekim örgütsel sinizm, çalışanların örgütsel bağlılıklarında, iş tatmin düzeylerinde ve performanslarında azalma gibi sonuçları olduğu bunlardan birinin de örgütsel vatandaşlık davranışlarında azalma şeklinde olabileceği bilimsel çalışmalarda elde edilen sonuçlar arasındadır. KAYNAKÇA ABRAHAM Rebecca (2000). “Organizational Cynicism: Bases and Consequences”. Genetic, Social, and General Psychology Monographs. 126(3): 269–292. ANDERSSON Lynne M. and Thomas S. BATEMAN (1997). “Cynicism in the workplace: some causes and effects”. Journal of Organizational Behavior. vol. 18: 449-469. BATEMAN Thomas S. and Dennis W ORGAN (1983). “Job Satisfaction and The Good Soldier: The Relationshıp Between Affect and Employee Citizenship”. Academy of Management Journal. Vol. 26. No. 4: 587-595. BOND Jonathan and Richard KIRSHENBAUM (2004). Radar-altı İletişim. Çev.: Aycan Akyıldız. İstanbul: MediaCat Kitapları. DEAN James W., Pamela BRANDES and Ravi DHARWADKAR (1998). “Note Organizational Cynicism”. Academy of Management Review. Vol. 23. No. 2: 341-352. DEAN James W (1995). “Cynicism in Organizations”, The Breakfast Meeting at the Ecole de Paris, Report by James W. Dean, University of Cincinnati, http://www.ecole.org/, (01.03.2010). DIPAOLA Michael F. and Wayne K. HOY (2005). “Organizational Citizenship of Faculty and Achievement of High School Students”. The High School Journal, Volume 88, Number 3: 35-44. EATON Judy A. (2000). “A Social Motivation Approach To Organizational Cynicism”. (Unpublished Doctoral Dissertation, Graduate Program in Psychology, York University, Toronto). 130• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ EFİLTİ Seyran, Yelda Özlem GÖNEN ve Fisun Ünal ÖZTÜRK (2008). “Örgütsel Sinizm: Akdeniz Üniversitesi’nde Görev Yapan Yönetici Sekreterler Üzerinde Bir Alan Araştırması”. 7. Ulusal Büro Yönetimi ve Sekreterlik Kongresi Bildiri Kitabı. Trabzon: 279-290. KÖSE Sevinç, Burak KARTAL ve Nilgün KAYALI (2003). “Örgütsel Vatandaşlık Davranışı ve Tutuma İlişkin Faktörlerle İlişkisi Üzerine Bir Araştırma”. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi. Sayı: 20: 1–19. SCHAPPE Stephen P. (1998). “The influence of job satisfaction, organizational commitment, and fairness perceptions on organizational citizenship behavior”. The Journal of Psychology. 132: 277-290 TAN Soo-Jiuan and Khai-Ling TAN (2007). “Antecedents and consequences of skepticism toward health claims: An empirical investigation of Singaporean consumers”. Journal of Marketing Communications. 13(1): 59-82. TODD Samuel Y and Aubrey KENT (2006). “Direct and Indirect Effects of Task Characteristics on Organizational Citizenship Behavior”. North American Journal of Psychology. Vol.8, No.2: 253-268. TOKGÖZ Nuray ve Hakan YILMAZ (2008). “Örgütsel Sinisizm: Eskişehir ve Alanya’daki Otel İşletmelerinde Bir Uygulama”. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Cilt:8. Sayı:2: 283–305. WANOUS John P., Arnon E. REICHERS and James T. AUSTIN (1994). “Organizational Cynicism: An Initial Study”. Academy of Management Proceedings: 269-273. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 131 - 146 Ekin Öztoprak* Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları Özet 1980’li yıllarda ortaya çıkan ve günümüzde geçerliliğini halen daha koruyan Toplam Kalite Yönetimi, işletmelere birçok fayda sağlamaktadır. Bugünkü işletmelere bakıldığında, bu işletmelerin çeşitli alanlarında Toplam Kalite Yönetimi’ni kullandıkları görülmektedir. Toplam Kalite Yönetimi’nin ilkeleri olan üst yönetim liderliği, müşteri odaklılık, takım katılımı, eğitim, sıfır hata ve sürekli iyileştirme başlıkları, işletmelerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmada amaç, işletmelerin benimsedikleri birçok felsefenin arkasında, Toplam Kalite Yönetimi’nin hangi noktalarının bulunduğunu belirlemektir. Toplam Kalite Yönetimi’nin altı ilkesi ile bu ilkelerin oluşmasında katkıda bulunan düşünürler arasındaki bağın kurulması da çalışmanın bir diğer amacı olmaktadır. Çalışmanın işletmelere faydası ise, Toplam Kalite Yönetimi üzerinde çalışan düşünürlerin geliştirdiği ilkelerin, işletmelere olumlu sonuçlar sağlaması ile ilgili olmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kalite, Toplam Kalite Yönetimi, Toplam Kalite Düşünürleri. Jel Kodları: M11, M31. Abstract Total Quality Management, which occurs in 1980’s and has a use in today’s conditions makes several contributions to businesses. Today’s businesses use Total Quality Management in several areas. Total Quality Management has several points that can be stated as; leading by top management, focusing on customer, group activities, education, zero defect and continuous improvement which have a common use in businesses. In this study the main point is analysing the philosophies in businesses which are related to Total Quality Management. To make a bond between the points in Total Quality Management and philosophers who are related to Total Quality Management is the other aim of the study. This study’s contribution is about the positive results of philosophers’ ideas to businesses. Keywords: Quality, Total Quality Management, Philosophers in Total Quality. Jel Codes: M11, M31. 132• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Toplam kalite yönetimi, birçok alanda kullanıldığı gibi, üretim yönetimi ve pazarlama alanlarında da kullanılmaktadır. Bu çalışmada, toplam kalite yönetiminin işletmelere etkisi incelenecektir. Yapılan çalışma, üç başlık altında ele alınacaktır. Kalitenin tanımında, işletmeler ve müşteriler için belirli unsurların varlığı, toplam kalite yönetiminin işletmelere üretim yönetimi ve pazarlama alanları çerçevesinde verdiği desteği göstermektedir. Bu nedenle, çalışmanın ilk bölümünde kalite tanımına yer verilecektir. Kalitenin amaçları ve bileşenleri de kalitenin tanımında olduğu gibi üretim yönetimi ve pazarlama ile ilgili unsurİarı, başta müşteri odaklılık olmak üzere birçok yönüyle desteklemektedir. Kalitenin tanımından sonra, birinci bölümün ikinci ve üçüncü alt bölümlerde sırasıyla kalitenin amaçları ve bileşenlerine yer verilmesinin temeli de bu yaklaşıma dayanmaktadır. Toplam kalite yönetimi, 30 yılı aşkın bir süredir güncelliğini korumaktadır. Kalite anlayışını destekleyen toplam kalite yönetimi birçok ilkeden oluşmakta ve işletmelerin daha iyi konumlara gelmesini sağlayan bu ilkeler, ismi duyulmuş önemli düşünürler tarafından ortaya konulmuştur. Çalışmanın ikinci bölümünde, toplam kalite yönetimi tanımına ve toplam kalite yönetiminin altı ilkesi hakkında kısa açıklamalara yer verilecektir. Toplam kalite yönetiminin altı ilkesi, üst yönetim liderliği, müşteri odaklılık, takım katılımı, eğitim, sıfır hata ve sürekli iyileştirme olarak sıralanmaktadır. Bu anlamda altı ilke, temel hatlarıyla açıklanacaktır. Buradaki kısa bilgilendirmede amaç, bir sonraki bölüm için zemin hazırlamaktır. Çünkü toplam kalite yönetimi, ünlü düşünürlerin görüşlerini barındıran bir yaklaşımdır ve bu anlamda toplam kalite yönetiminin ilkeleri, tanım olarak belirtilmelidir. Son bölümde, toplam kalite yönetimi düşünürleri tek tek ele alınacaktır. Bu anlamda her isim altında, katkı yaptığı konu, toplam kalite yönetimini destekleyici ve ya eleştirel boyutta ele alınacaktır. Çalışmanın genelinde, düşünürlerin görüşlerinin ve ilkelerin kalite çerçevesinde ele alınmasının işletmelere yaptığı katkılar ilgili bölümler ve başlıklar altında açıklanacaktır. 1. Kalitenin Tanımı Kalite kavramının tanımında, üretim yönetiminin üç temel prensibinden yararlanılmaktadır. Tüketicilerin tam zamanında, düşük fiyatta, şimdiki veya gelecekteki istek Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları • 133 ve ihtiyaçlara uygun olan mal veya hizmete ulaşması, üreticilerin de bu unsurları göz önünde bulundurarak üretim yapması şeklinde ifade edilebilir (Top ve Yılmaz, 2009: s. 295). Kalite tanımında yer alan üç prensip kısaca açıklanmaktadır. Kalite tanımındaki ilk unsur, zamandır. Mal veya hizmetlerin tüketiciler tarafından tam zamanında elde edilmesi, kalitenin ilk unsurudur (Top ve Yılmaz, 2009: s. 295). İşletmeler, mal veya hizmetleri tam zamanında tüketiciye ulaştırdığında tüketici memnuniyetini artıracaklardır. Tüketiciler, tam zamanında elde ettikleri mal ve hizmetler karşısında satın alma sürecini tekrarlayacaklardır. Kalite tanımındaki ikinci unsur fiyattır. Fiyat konusunda, tüketicler çeşitli genellemeler yapmaktadır. Kalitesiz ürünlerin düşük maliyette olduğunu söylemek genel bir yargıdır (Demirören ve Küçük, 2009: s. 119) .Fakat kaliteli ürünlerim de fiyatının yüksek olduğunu söylemek mümkün değildir. Genellikle tüketicilerin aldığı ürünlerin ve faydalandığı hizmetlerin fiyatları, toplumdaki farklı ekonomik seviyelerin olduğu varsayımı çerçevesinde değişkenlik göstermektedir (Torlak ve Altunışık, 2009: s. 182). Yani, kişilerin satın alma gücüne göre mal ve hizmetler farklı şekillerde fiyatlandırılmaktadır. Bu anlamda işletmeler, mal ve hizmetleri sunacakları kişileri, ekonomik seviyelerine göre belirli gruplara (Czinkota vd, 2001: s. 363) ayırıp, farklı fiyatlarla ikame mal ve hizmetleri sunmaktadırlar. İşletmeler açısından, tüketicilere mal ve hizmetleri düşük fiyattan sunmak, üretim maliyetlerini düşürmektedir. Kalite tanımındaki üçüncü unsur, mal ve hizmetlerin şimdiki veya gelecekteki istek ve ihtiyaçları karşılamasıdır. Bu tanım, kalitenin en bilindik tanımıdır ve Juran’ın sözü ile desteklenmektedir. Juran’ a göre, “kalite, kullanıma uygunluktur” (Kanıt, 2005: s. 1), yani tüketicilerin şimdiki veya gelecekteki istek ve ihtiyaçlarına uygun mal ve hizmetler kaliteli olmaktadır. Kalite tanımında, mallar için dayanıklılık, mal ve hizmetler için de tasarım unsurları, kaliteyi tanımlayan ek unsurlar olarak düşünülebilir. Dayanıklılık, mallarla ilgili bir kavramdır. Dayanıklılık, malların kullanım süresini belirtmektedir. Dayanıksız malların bir kaç kullanımda ömrünün biteceği söylenebilir (Korkmaz vd., 2009: s. 235-237). Kaliteli mallarda dayanıklılık unsurunun yanında, malın dayanıklılığını artıran yan unsur da “ambalaj”dır. Ambalaj, ürünleri taşıma sırasında ve ya saklama sırasında çeşitli dış etkilerden koruyan ve estetik unsurları barındıran metal, kağıt, 134• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ karton, cam, teneke, plastik ya da tahtadan oluşan kaplama olarak nitelendirilir (Aktaran: Aygün, 2007: s. 5). İşletmeler, malların tüketiciye ulaştırılana dek geçen sürede dayanıklılığını korumak için ambalajdan yararlanmaktadır. Tüketiciler de dayanıklı ve estetik olarak beğendikleri ambalajları içeren malları almaktadırlar (Aygün, 2007: s. 6-7). Tasarım kavramı ise, mal ve hizmetler için kullanılabilmektedir. Tasarım, malların fiziksel özelliklerini belirtmektedir. Malın boyutu, hacmi ve ağırlığı tasarımın unsurlarındandır. Ambalaj kavramı da, estetik kaygılar taşıyorsa malın tasarımı içinde değerlendirilmektedir (M. Şimşek, 2007: s. 20). Tasarım, tüketicinin hizmetler için tüketiciye sağlanan kullanım kolaylığını ifade etmektedir (İslamoğlu vd., 2011: s. 110). Örneğin internet bankacılığında, evden çıkmama ve tek tuşla beklemeden işlem yapma gibi kullanım kolaylıkları sağlandığından, hizmet tasarımının iyi olduğu söylenebilir. Tüketicilerin zamanında, düşük fiyattan, şimdiki veya gelecekteki istek ve ihtiyaçlarına uygun mal ve hizmet elde etmesi, kalite kavramını açıklamaktadır. Mallar için dayanıklılık, mal ve hizmetler için de tasarım konusu, kalite kavramını destekleyen yan unsurlar olarak açıklanmaktadır. 1.2. Kalitenin Amaçları Amaç kavramı, gelecekte meydana gelmesi istenilen duruma ulaşmak için çabalamak olarak ifade edilebilir (Genç, 2007: s. 25-26). İşletmelerde, bireylerin amaçları ile işletmenin amaçlarının uyumlu olması gerekmektedir (Kovancı, 2007: s. 20). Amaçların gerçekleşmesi ancak bu uyum sağlandığı takdirde olabilmektedir. İşletme amaçlarının belirlenmesinde en önemli unsur, amaçlara ulaşılabilirliğin ölçülmesi ile ilgili olmaktadır (Demir ve Gümüşoğlu, 2009: s. 48). Amaçların belirlenmesi ve ölçülmesinden de üst yönetim sorumludur (Kovancı, 2007: s. 48). İşletmenin genel amaçlarında olduğu gibi kalite ile ilgili amaçların belirlenmesi ve ölçümünden de üst yönetim sorumlu olmaktadır. Kalite amaçlarına ulaşılabilirliğin ölçülmesi de belirli kriterler sayesinde yapılmaktadır. Kalite amaçları, işletme açısından maliyet ve problemleri minimum düzeye indirme, kalite seviyesini sürdürme ve tüketiciye fayda sağlama olarak sayılabilir (Kovancı, 2007: s. 49). Bu amaçların ölçülmesinde de muhasebesel işlemlerden, sonuçların karşılaştırılmasından, tüketici memnuniyetinin yararlanılmaktadır. anket ve ya geri bildirimler yoluyla ölçülmesinden Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları • 135 Amaçların ölçümü sırasında, hedeflerden yararlanılabilir. Hedef, amacın sayısal ve ya zaman bazında ifadesidir (Koçel, 2011: s. 162-163). Muhasebe verilerinde, problemlerin görülme sıklıklarında ve tüketici şikayetlerinin ölçülmesinde sayısal hedefler belirlenirken, bunların belirli bir süreç içinde ifade edilmesi de zaman bazında hedefler belirlenebilmektedir. 1.3. Kalitenin Bileşenleri Kaliteyi oluşturan bileşenler, tasarım ve uygunluk kalitesi olarak iki başlık altında incelenecektir. 1.3.1. Tasarım Kalitesi Ürün tasarımı, bir ürünün sahip olması gereken fiziksel özellikleri olarak ifade edilebilir (Gülenç, 2010: s. 72). Ürünün boyutu, hacmi, ağırlığı gibi fiziksel unsurlar tasarım kavramı içinde yer almaktadır (Şimşek, 2007: s. 20). Tasarım kalitesini daha iyi anlamak adına günlük hayatta kullandığımız ev aletlerinden bir örnek verilebilir. Mutfak robotlarının üzerinde bulunan numaralara göre kademelendirilmiş anahtarların bağlı olduğu farklı motorların hepsinin farklı devirlerde çalışması tasarım kalitesinin örneğidir (Kovancı, 2007: s. 3). Tek anahtar ile belli bir devirde çalışan mutfak robotu yerine üç anahtar ile belirlenmiş üç ayrı devirde çalışan mutfak robotu arasındaki fark, tasarım ile ilgilidir. 1.3.2. Uygunluk Kalitesi Uygunluk kalitesi, tasarım kalitesini tamamlayıcı bir kavram olarak değerlendirilebilir. Tasarlanan ürünün taşıdığı özellikler ile gerçek ürünün özelliklerinin bağdaşması, uygunluk kalitesini tanımlamaktadır. Tasarım kalitesinde verilen mutfak robotu örneğine geri dönmek faydalı olabilir. Birbirinden farklı anahtarların farklı devirler yapması tasarım kalitesi olarak nitelendirilmiştir. Anahtarların bağlı olduğu motorların her biri daha önce sözü edilen kademelendirilmiş devirlerde çalışıyorsa uygunluk kalitesi vardır denilebilir. Yani motorlar ile devirler arasındaki ilişki, tasarlanan değerlere uyuyorsa, tasarım kalitesinden söz edilebilir (Kovancı, 2007: s. 3). 2. Toplam Kalite Yönetimi Toplam kalite yönetimi yaklaşımı, 1980’lerde ortaya çıkan ve günümüzde de kullanılan bir yaklaşımdır. İşletmelerin varlıklarının müşterilerine bağlı olduğu düşünüldüğünde, 136• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ günümüzde müşteri odaklı yaklaşımların önem kazandığı söylenebilir. Toplam kalite yönetimi anlayışı da, müşteri odaklı bir yaklaşımdır (H. Şimşek, 2010: s. 133). Toplam kalite yönetimi birçok unsuru içinde barındırmaktadır. Toplam kalite yönetiminin ilkeleri olarak sayılan bu unsurlar, üst yönetimin liderliği, müşteri odaklılık, takım katılımı, eğitim, sıfır hata ve sürekli iyileştirme faaliyetleri olarak sıralanmaktadır. Bu anlamda, toplam kalite yönetiminin ilkeleri açıklanarak, bu ilkelerin ortaya atılmasında ismi geçen guruların görüşlerine yer verilecektir. 3.1. 2.1. Üst Yönetim Liderliği ve Toplam Kalite Yönetimi Lider, belirli amaç ve hedefler doğrultusunda, onu takip edenleri peşinden sürükleyen kişi olarak ifade edilmektedir (Koçel, 2011: s. 569). İşletmeler açısından bakıldığında ise, liderin işletme amaç ve hedeflerine ulaşmak için, çalışanlarını da bu amaçlar doğrultusunda yönlendiren kişi olduğu söylenebilir. Bu anlamda, müşteri odaklı yaklaşımlar ve işletmedeki sinerjinin sağlanması için çalışanların ve liderin aynı hayaller için beraber hareket ettiği söylenebilir. 3.1. 2. 2. Müşteri Odaklılık ve Toplam Kalite Yönetimi İşletmeler, müşterileri sayesinde hayatta kalmakta ve varlıklarını sürdürmektedir. Müşteri, bir işletmeden mal veya hizmet elde eden kişi veya kişiler olarak tanımlanmaktadır. İşletmeler için müşteri kavramının önemi göz önünde bulundurulduğunda, müşteri odaklı yaklaşımlar hem işletmenin varlık ve gelişim sebebi, hem de rekabetçi olarak öne geçmesi için önem taşımaktadır. 3.1.2.3. Takım Katılımı ve Toplam Kalite Yönetimi İşletmeler, bireylerden oluşmaktadır. Bu nedenle, işletmelerdeki insan unsurunun yardımlaşması ve bütünleşik faaliyetler içine girmesi önem taşımaktadır. Bilindiği gibi, “bir elin nesi var, iki elin sesi var” atasözü de bireylerin birbirlerine olan yardımının sonuçlara ulaşmada ne denli etkin ve verimli katkılar yapacağının önemini vurgulamıştır. Bireylerin yanı sıra, işletmede departmanlar arasındaki etkileşimin sonuçlarının ne denli olumlu katkılar yaptığı da göz ardı edilmemelidir. Örneğin, piyasaya yeni sürülecek bir ürün için muhasebe ve pazarlama departmanlarının ürünün maliyeti ve satış fiyatı ile ilgili yaptığı analiz, departmanlar arası yardımlaşmanın ve bütünleşmenin örneğidir. Pazar araştırması yapan pazarlama departmanı, müşteri profiline bakarak ürünün belirlenmiş fiyattan alınıp Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları • 137 alınamayacağını belirlerken, muhasebe departmanı ise, ürünün maliyetini hesaplayarak en uygun satış fiyatını belirleyecektir. Bu anlamda, iki departman arasında dengenin kurulması, ürünün satışını ve işletmenin karlılığını etkilemektedir. 3.1.2.4. Eğitim ve Toplam Kalite Yönetimi Kalite konusunda verilen ilk eğitimler, eski dönemlerdeki çırakların yetiştirilerek zanaatkarlık sertifikası olması şeklinde yapılmaktaydı (Çetin, 2010: s. 353). O dönemlerde bile eğitimin gerekliliğinin vurgulandığı düşünüldüğünde, günümüz koşullarında eğitim, işletmedeki herkes için vazgeçilmez ve sürekli bir faaliyet olarak değerlendirilmelidir. 3.1.2.5. Sıfır hata ve Toplam Kalite Yönetimi Sıfır hata yöntemi, üretimde mükemmelliği sağlamak adına faaliyette bulunmaktır (Kıngır, 2006: s. 101-103). İşletmelerin mal veya hizmet ürettiklerine bakılmaksızın, sıfır hata yaklaşımını kullanabilecekleri söylenebilmektedir. Bu anlamda, sıfır hata yaklaşımında bahsedilen mükemmelliğin sağlanması, işletmenin mal veya hizmet üretmesine bakılmaksızın doğru zamanda ve doğru miktarda alım yapılmasının gerekliliği ile ilgili olmaktadır (Çetin, 2010: s. 55-56). Alınan bu mamul, yarı mamul ve hammaddenin de sıfır hatalı olarak alınması ve üretim sürecine tabi tutulması gerekmektedir. 3.1.2.1. İyileştirme Faaliyetleri ve Toplam Kalite Yönetimi İşletmeler için iyileştirme faaliyetleri, işletme kültürünün bir parçası olmalıdır (Çetin, 2010: s. 352). İşletmedeki sorunlarla ilgili spesifik çözümler, kalite iyileştirme kapsamında yer almaktadır. Sorunlar için belirlenen alternatiflerden spesifik seçimlerin yapılması, iyileştirme faaliyetlerine örnektir (S. Top, 2009: s. 292). Sadece sorunlar için değil, işletmelerde mevcut durumun daha iyiye götürülmesi için de iyileştirme çalışmaları yapılmaktadır. Örneğin, iyi işleyen bir üretim prosesinde nasıl daha hızlı ve az maliyetli üretim yapılabileceği sorusunun yanıtı, iyileştirme faaliyetleri ile cevaplanacaktır. Teknolojik imkanlardan yararlanıp hızlı üretim imkanının sağlanması yanında, maliyeti azaltıcı önlemlerin alınmasıyla iyileştirme çalışması yapılabilmektedir. 3. Kalite Guruları ve Toplam Kalite Yönetimi ile İlgili Felsefeleri Bu başlık altında, kalite ile ilgili çalışmalar yapan ünlü guruların düşünceleri, toplam kalite yönetiminin üst yönetimin liderliği, müşteri odaklılık, takım katılımı, eğitim, sıfır hata 138• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ve sürekli iyileştirme faaliyetleri olarak sayılan unsurları ile ilişkileri göz önünde bulundurularak incelenecektir. 3.1. Joseph Moses Juran Juran’ın kalite yönetimine katkısı, sıfır hata, yönetimde kalite, kalite planları, kalite kontrol ve kalite iyileştirme gibi konular üzerinde olmaktadır. 3.1.1. Sıfır Hata ve Toplam Kalite Yönetimi Juran, sıfır hata ve toplam kalite yönetimi arasında eleştirel bir ilişki kurmuştur. Juran’a göre toplam kalite yönetimi yaklaşımı, sıfır hata yaklaşımının aksine işletmedeki sorunların üretimin başında farkedilip gerekli önlem ve düzeltmelerin yapılması anlayışı üzerine kurulmuştur (S. Top, 2009: s. 166-168). Bu anlamda, Juran’ın işletmeler için sıfır hata yaklaşımının aksine, toplam kalite yönetimi anlayışının benimsenmesi gerektiğini ima ettiği söylenebilir. 3.1.2. Yönetimde Kalite ve Toplam Kalite Yönetimi Yönetim, sistemi işletmenin amaçları ve hedefleri doğrultusunda çalıştırarak etkin ve verimli sonuçlar elde etmekten sorumludur. Kalite ile ilgili çalışmalarda, yönetimin vereceği destek bu anlamda önem taşımaktadır (Efil, 2010: s. 28). Toplam kalite yönetimi anlayışı, eğitim ve sürekli iyileştirme gibi konulardan beslenmektedir. Bu anlamda, kalite konusunda işletme içindeki çalışanların eğitimi ve işletme kültürü ile yapısına bağlı olara yapılan iyileştirme çalışmalarından yönetim sorumlu olmaktadır (Akdağ, 2005: s. 165-166). 3.1.3. Kalite Planları ve Toplam Kalite Yönetimi İşletme planlarının kalite odaklı amaç ve hedef içerecek şekilde genişletilmesine, bu amaç ve hedeflerin gerekli faaliyet ve kaynakları tanımlamaya ve bu faaliyetleri yapanların sorumluluklarını belirlemesine yönelik olması, kalite planlamasını tanımlar (Çetin, 2010: s. 351). Juran, amaç, hedef, misyon ve vizyon gibi terimlerle kaliteye ulaşmak için planlar yapmıştır (Çetin, 2010: s. 185). Bu planlar, kalite planları olarak bilinmekte ve öncelikle kaliteye ulaşmada yararı dokunacak amaçların müşteri memnuniyetini sağlamak için belirlenmesi gerekliliğini ifade etmektedir (H. Şimşek, 2010: s. 66-67). Müşteri memnuniyetinin sağlanması da toplam kalite yönetiminin temel unsur olduğundan, kalite planlarının toplam kalite yönetimine olan etkisinden söz edilebilir. Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları • 139 3.1.4. Kalite Kontrol ve Toplam Kalite Yönetimi Planlanan kalitedeki eksikliklerin giderilmesi için kontrol çalışmaları yapılmaktadır. Kalite kontrol çalışmaları, üretimde planlanan düzeylerden yaşanan sapma ve eksikliklerin belirlenerek müşterilerere kaliteli ürün sunmak için yapılmaktadır (Ertuğrul, 2006: s. 23). Bu anlamda, müşteri memnuniyetini içeren bir kavram olan kalite kontrolün toplam kalite yönetimi ile ilişkisinden bahsedilmektedir. 3.1.5. Kalite İyileştirme ve Toplam Kalite Yönetimi Yönetimde kalite anlayışının toplam kalite yönetimi ile ilgisinde bahsedildiği üzere, işletmedeki iyileştirme faaliyetlerinden yönetim sorumlu olmaktadır. Kalite iyileştirme çalışmaları, planlanan kaliteye ulaşıldıktan ve kontrol giderilmesinden sonra yapılmaktadır. faaliyetleri ile eksikliklerin Bu anlamda, kalitenin belirli standartlardan daha ileriye götürülmesinde kalite iyileştirme çalışmalarından faydalanılmaktadır (S. Top, 2009: s. 292). Bu çalışmalarda sürekliliğin sağlanması ise, toplam kalite yönetiminin barındırdığı “kaizen” yaklaşımı ile ilişkilendirilmektedir. Bu anlamda, kalite iyileştirme faaliyetlerinin toplam kalite yönetimi ile olan ilişkisinden bahsedilmektedir. 3.2. William Edwards Deming Deming’in toplam kalite yönetimine katkısı, yönetimde kalite, istatistiksel kalite kontrol, sürekli iyileştirme ve kaynağında kalite gibi unsurlara odaklanması olarak ifade edilmektedir. 3.2.1. Yönetimde Kalite ve Toplam Kalite Yönetimi Yönetimde kalite anlayışı, işletmelerde çalışanlarla beraber ele alınmalıdır ve işletmenin tüm kademeleri, eğitim sürecine tabi tutulmalıdır (Yüksel, 2010: s. 240). Toplam kalite yönetiminin unsurlarından eğitim ve üst yönetimin liderliği de bu anlamda yönetimde kalite anlayışı ile desteklenmektedir. Deming, toplam kalite yönetimi ile 14 yönetim ilkesini ilişkilendirmiştir. Deming, genel olarak 14 yönetim ilkesinde, sürekli iyileştirme, istatistiksel kalite kontrol (Ersoy ve Ersoy, 2011: s. 50), yöneticilerin ve çalışanların süreçlere katılımı ve ilgili konularda eğitimi (Çetin, 2010: s. 189) gibi unsurlara değinmiştir. 3.1.2. İstatistiksel Kalite Kontrol ve Toplam Kalite Yönetimi İstatistiksel kalite kontrol, şansa sayalı metodların kullanımı yerine ölçüm ve değerleme faaliyetlerinin kullanılmasını ifade eden yöntemleri içermektedir (M. Şimşek, 2007, s. 111). 140• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Deming, işletmelerin kalite iyileştirme sürecindeki amaç ve hedeflere ulaşmada istatistiksel kalite kontrol yöntemlerinden faydalanılabileceğini vurgulamıştır (Yüksel, 2010: s. 240). Bu yöntemler, işletme yönetimi tarafından kullanılacağından toplam kalite yönetiminin gelişmesi için katkı sağlamaktadır. 3.1.3. Sürekli İyileştirme ve Toplam Kalite Yönetimi Deming, sürekli iyileştirme olarak bilinen “kaizen” kavramını geliştirdiği Deming Döngüsü ile açıklamıştır. Bu anlamda, Deming Döngüsü’ndeki PUKE (Planlama, Uygulama, Kontrol Etme ve Düzeltme) aşamalarında, işletmelerdeki kalite faaliyetlerinin belirlenmesi, korunması, önlemlerin alınması, standartlaştırılmanın ve ölçümlerin yapılması, faaliyetlerin değerlendirilmesi ve denetimin yapılması gibi aşamalarda sürekli iyileştirme faaliyetleri söz konusu olmaktadır (Kovancı, 2007: s. 327-329). Toplam kalite yönetiminin temel unsuru olan “kaizen” kavramı da bu anlamda sürekli iyileştirme ile paralellik göstermektedir. 3.1.4. Kaynağında Kalite ve Toplam Kalite Yönetimi Kaynağında kalite, işletmedeki çalışanlarla yöneticiler arasında bir güven ilişkisinin kurulması ile ilgili olmaktadır. Bu anlamda, çalışanların tümünün yaptığı işten sorumlu olması ve yönetimin çalışanlara ilgili konuda güvenmesi, kaynağında kalite kavramını tanımlamaktadır (Ersoy ve Ersoy, 2011: s. 50). Çalışanlarla yönetim arasında ilişkinin kurulması da yönetimin sorumluluğunda yer almakta ve toplam kalite yönetimi ile ilişkilendirilmektedir. 3.3. Shigeo Shingo (Poka-Yoke ve Toplam Kalite Yönetimi) Shingo, Deming gibi istatistiksel yöntemlerin kullanılması ile kalite kontrol arasında bir ilişki olduğunu vurgulamaktadır. Bunun yanı sıra, poka-yoke adını verdşği yaklaşımla, üretim süreçleri sırasında ortaya çıkacak kusurlu parça sayısını minimize etmek ve insandan kaynaklanan hataları önceden görüp kaldırmak için çalışmalar yapmıştır (Kobu, 2010: s. 569). İşletmelerde insan kavramına çalışanlar ve yöneticiler dahil edildiği göz önünde bulundurulduğunda, poke-yoke yaklaşımının toplam kalite yönetimi ile ilişkilendirildiği söylenebilir. 3.4. Philip Kotler (Müşteri Odaklı Kalite ve Toplam Kalite Yönetimi) Kotler, işletmelerin tüketici istek ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik üretim faaliyetlerinde bulunmaları gerekliliği üzerinde durmuştur. Bu anlamda, müşterilerin şimdiki Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları • 141 ve gelecekte ortaya çıkabilecek muhtemel istek ve ihtiyaçlarının karşılanması (Görgülü ve Görgülü, 2010: s. 100), işletmelerin toplam kalite yönetimi odaklı çalışmalar yaptıklarının kanıtı olarak gösterilmektedir. 3.5. Kaoru Ishikawa (Kalite Çemberleri ve Toplam Kalite Yönetimi) Kalite çemberleri, Ishikawa tarafından ortaya atılan ve işletmelerde, en alt kademeden en üst kademeye kadar her türlü çalışanın tüm süreçler içinde yer alması gerekliliği üzerinde duran bir kavramdır (Kaoru Ishikawa, http://asq.org/about-asq/who-we- are/bio_ishikawa.html// Erişim: 18 Mayıs 2012). Bu anlamda, işletmenin bütününde bir katılım yaratan kalite çemberleri, toplam kalite yönetimi ile ilişkilendirilmiştir. 3.6. Armand Vallim Feigenbaum Feigenbaum’un görüşleri, bütünleşme faaliyetleri ve kano modeli olarak iki ayrı başlık altında incelenecektir. 3.6.1. Bütünleşme Faaliyetleri Feigenbaum’un bütünleşme faaliyetleri, toplam kalite yönetimindeki işletmedeki tüm çalışan ve yöneticilerin katılımı çerçevesinde değerlendirilen grup faaliyetleri ile benzerlik göstermektedir. Bu anlamda, Feigenbaum’un görüşlerinin farklılaştığı nokta, bireylerin değil departmanların bütünleşmesi ile ilgili olmaktadır. İşletmedeki tüm departmanlar arasında bütünlük sağlandığında (Halis, 2008: s. 64), toplam kalite yönetimine hizmet edilmektedir. 3.6.2. Kano Modeli Kano modeli, müşteri odaklı yaklaşımlara hizmet ettiğinden, toplam kalite yönetimi ile ilişkilendirilir. Kano modeli, ürünlerin dizayn özelliklerini ve teknik spesifikasyonunu müşteri isteklerine göre karşılamaya yarayan bir modeldir. Kano modelinde müşteri istekleri ile ürünün bunları karşılama derecesi, olması gereken, beklenen ve ilginç özellikler olmak üzere üç başlıkta incelenmektedir. Olması gereken özellikler, tüketicinin ürünle ilgili tatminini belli bir düzeye kadar karşılayan özellikler olarak nitelendirilirken, beklenen özelliklerin ürün içinde artmasıyla müşteri tatmini artış gösterir. Ürünün ömrünün artmasıyla, müşteri memnuniyetinin artması, buna verilebilecek bir örnektir. İlginç özellikler ise, müşterinin ilgisini çeken özelliklerdir. Otomobilinin belli bir zaman diliminde belli bir hıza ulaşması da bu konu için verilebilecek bir örnektir. Ürünler için, öncelikle olması gereken özelliklere bakıldıktan sonra, maliyet ve fayda ilişkisi çerçevesinde beklenen veya ilginç özellikler 142• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ eklenebilir (Kobu, 2010: s. 582-583). Kano modeli, olması gereken, beklenen ve ilginç özellikleri müşteri tatminini sağlamak adına ortaya konulduğundan, toplam kalite yaklaşımı çerçevesinde incelenebilmektedir. 3.7. Masaaki İmai (Sürekli İyileştirme ve Toplam Kalite Yönetimi) Sürekli iyileştirme olarak da bilinen “kaizen” yaklaşımı, işletmedeki tüm yöneticiler ve çalışanların dahil edildiği bir süreçtir. Sürekli iyileştirme yaklaşımının temelinde, işletmedeki herkesin aile yaşamından iş yaşamına, geçirdikleri tüm süreçler hakkında sürekli iyileştirme yapmalarını ifade etmektedir (Kaizen, 1986: s. 1-3). Bu anlamda, sürekli iyileştirme kavramı toplam kalite yönetiminin sadece iş yaşamında değil, çalışan ve yöneticilerin günlük hayatta da kullanabilecekleri bir yaklaşımdır. Sürekli iyileştirme kavramı, eğitim faaliyetleriyle desteklenmektedir (Ersoy ve Ersoy, 2011: s. 154-156). Bu anlamda, işletmedeki tüm çalışan ve yöneticilerin eğitim sürecine tabi tutulması yaklaşımı göz önünde bulundurulduğunda, sürekli iyileştirme kavramı, toplam kalite yönetimi ile bir başka açıdan incelenebilmektedir. 3.8. Genichi Taguchi (Taguchi Methodu ile Kayıp Fonksiyonu ve Toplam Kalite Yönetimi) Taguchi, kaliteyi ürünün müşteriye sevk edilmesinden sonra toplumda neden olduğu zararın en az olması ya da hiç olmaması olarak açıklamaktadır. Zarar kavramı, müşteriler açısından memnuniyetsizlikle sonuçlanacaktır (Sezen, 2011: s. 66). Bu anlamda, toplam kalite yönetimi ile Taguchi’nin görüşleri birbirini desteklemektedir. Taguchi Metodu, bir ürünün kalitesinin ve ya performansını geliştirmek için kullanılan ve istatistiksel metodlardan yararlanan bir yöntemdir. Bu yönteme ek olarak, Taguchi’ nin Kayıp Fonksiyonu’ndan da kısaca bahsedilebilir. Bu fonksiyon, metodu destekleyici biçimde olmakla beraber, ürünlerin ölçülebilir karakteristik özelliklerinin amaçlanan ve hedeflenen özelliklerden sapmasını incelemektedir. Örneğin, ürünün boyu, hacmi ya da ağırlığı daha önceden planlanan değerlerin üzerinde ya da altında olduğunda, bu sapmanın değerlendirilmesi, Taguchi’ nin kayıp fonksiyonu yardımıyla anlaşılmaktadır (Durmaz, 2008: s. 27-28). Bu anlamda, müşterilere sunulan ürünlerde müşteri tatmini ön planda tutulmakta ve Taguchi’nin Kayıp fonksiyonu ile toplam kalite yönetimi ilişkilendirilmektedir. SONUÇ İşletmelerde sosyal sorumluluk ve müşteri odaklılık faaliyetlerinin artması, kalite kavramına verilen önemi de doğru orantılı bir şekilde artırmıştır. Teknolojinin gelişmesi ve Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları • 143 işletmelerin artan rekabete bağlı olarak birbirinden öne geçme isteği de kalite çalışmalarını ileriye götürmektedir. Bu anlamda, kaliteli üretim yapmak işletmelerin avantaj sağlaması için göz önünde bulundurması gereken bir unsur olurken, müşterilerin tatmini için de bir gereklilik olmuştur. Kalite kavramının öneminin artmasıyla, uzun zamandır var olan bir kavram olan toplam kalite yönetimine verilen önemin de eskiye göre artmasını sağlamıştır. Bu anlamda, işletmelerin bilinçlenmesi ve farkındalık süreci ile toplam kalite yönetiminin güncelliğinin korunması birbiriyle bağlantılı olmaktadır. Bu anlamda, kalite kavramı ve toplam kalite yönetimi, başta üretim yönetimi ve pazarlama olmak üzere birçok alanda uygulanabilmekte ve işletmelere olumlu katkılar yapmaktadır. Juran tarafından ortaya atılan kalitenn yönetsel boyutu, kalitenin, planlama kontrol ve iyileştirme aşamaları, yönetim ve organizasyon konusu olan yönetsel perspektifin, tüm işletmelerde stratejik açıdan ne denli önemli olduğunu vurgulamaktadır. Juran’ın sıfır hata yaklaşımına getirdiği eleştiri ise, üretim yönetimi konusuna dahil edilerek işletmelerin üretim sistemlerini kurarken baz alacağı temel kriterin toplam kalite yönetimi olması gerekliliğini vurgulamaktadır. Deming’in istatistiksel metodları ve Taguchi Methodu, işletmelerde sayısal tekniklerle ilgili alanların önemini vurgulamaktadır. Bu alanlarla ilgili çalışan istatistik ile ilgili birimler veya bireyler, üretim ve pazarlama süreçlerinin kaderini belirlemektedirler. Deming’in yönetsel bakış açısının yanında, kaynağında kalite kavramıyla işletme içi ilişkilerin ve insane unsurunun öneminden bahsetmesi, işletmelerin personelle ilgilenen departmanların ve bu alanda yapılan yönetsel çalışmaların önemini vurgulamaktadır. Juran ve Deming’in sayılan alanlar için buluştuğu ortak nokta ise, işletmelerdeki tüm faaliyetlerde iyileştirmelerin yapılmasına yönelik olmaktadır. Bu anlamda, amaç ve hedefler etkili ve verimli bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Bu yaklaşım, Imai tarafından da desteklenmiştir. Shingo, Kotler ve Ishikawa, toplam kalite yönetiminin işletmelere katkısını bireyler açısından değerlendirmektedir. Shingo’nun yaklaşımı, bireylerin hatalarının ortadan kaldırılması, Kotler’in yaklaşımı, müşteri odaklı olma ve Ishikawa’nın yaklaşımı ise, bireylerin bütünleştirilmesi olarak özetlenebilmektedir. Bu anlamda, yönetim organizasyondan üretim 144• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ yönetimi ve pazarlamaya kadar bir çok konu, bireylerin önemi açısından ele alınmakta ve işletmelerin iyileştirilmesinde bireylerin öneminden bahsedilmektedir. Feigenbaum, bireylerin bütünleştirilmesi faaliyetini desteklediği gibi, toplam kalite yönetiminin temel felsefesi olan müşteri odaklılık üzerinde durmuştur. İşletmelerin Kano Modeli ile müşteri tatminini sağlaması, rekabetçi avantaj eldesi açısından önem taşımaktadır. Sosyal sorumluluk kavramı açısından bakıldığında ise, işletmelerin Taguchi’nin görüşünü benimsemeleriyle, çevresine ve paydaşlarına olumlu katkılar yapacağı söylenebilir. Bu anlamda müşteri odaklı yaklaşımlara ek olarak sosyal faaliyetlerin işletmelerde kullanılması da rekabetçi avantaj eldesi ile sonuçlanmaktadır. Taguchi’nin kayıp fonksiyonu da birçok düşünürün belirttiği ve toplam kalite yönetiminin temel felsefesi olan müşteri odaklı faaliyetlerin desteklenmesi gerekliliğini sosyal açıdan yorumlamaktadır. Sonuç olarak tüm düşünürlerin kalite üzerine getirdiği ortak payda, toplam kalite yönetiminde müşteri tatminini sağlamak adına işletmenin her alanında iyileştirmelerin yapılmasına yönelik olmaktadır. Bu anlamda yapılan çalışmanın işletmelere katkısı, güncel bir yaklaşım olan müşteri odaklılık ve sosyal sorumluluk çerçevesinde toplam kalite yönetiminin hangi noktalara odaklandığını öğrenmekten geçmektedir. Bu çalışma, elirlenen ilkeleri ve düşünürleri irdeleyen işletmelere kılavuzluk edecektir. KAYNAKLAR 1. Kitaplar Czinkota, Michael R., Ilkka A. Ronkainen, Michael H. Moffett vd. (2001). Global Business. United States of America: Harcourt College Publishers. Çetin, Canan (2010). Toplam Kalite Yönetimi, İlke, Süreç, Uygulama. İstanbul: Beta Basım A.Ş. Demir, M. Hulusi, Şevkinaz Gümüşoğlu (2009). Üretim Yönetimi, İşlemler Yönetimi. İstanbul: Beta Basım A.Ş. Demirören, Osman, Orhan Küçük (2009). Meslek Yüksekokulları İçin Üretim Yönetimi. Ankara: Detay Yayınları. Efil, İsmail (2010). Toplam Kalite Yönetimi. Bursa: Dora Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti. Toplam Kalite Yönetimi Düşünürlerinin Ortaya Koyduğu İlkelerinin İşletmelere Kazandırdıkları • 145 Ersoy, Mesiha Saat, Abdullah Ersoy (2011). Kalite Yönetimi, Toplam Kalite Yönetimi ve Kalite Denetimi. Ankara: Imaj Yayınevi. Ertuğrul, İrfan (2006) Toplam Kalite Konrol, Kalite Güvenliği ve ISO 9000 Standartları, Toplam Kalite Yönetimine İlişkin Bir İşletme Uygulaması. Bursa: Ekin Kitabevi. Genç, Nurullah (2007). Yönetim ve Organizasyon, Çağdaş Sistemler ve Yaklaşımlar. İstanbul: Seçkin Yayıncılık. Görgülü, Güventürk, Nesteren Şencan Görgülü (2010). Pazarlama 3.0, Yeni Çağın Pazarlama Yaklaşımı. İstanbul: Ömür Matbaacılık A.Ş. Gülenç, İrem Figen (2010). Yeniden Üretim, Eskinin Yeniden İmal Edilmesi. Kocaeli: Umuttepe Yayınları. Halis, Muhsin (2008). Toplam Kalite Yönetimi, ISO 9000 Kalite Yönetim Sistemleri. Sakarya: Sakarya Yayıncılık. İslamoğlu, A. Hamdi, Burcu Candan, Kenan Aydın. (2011). Hizmet Pazarlaması. İstanbul: Beta Basım A.Ş. Kaizen, Masaaki İmai (1986). Japonya’ nın Rekabetteki Başarısının Anahtarı. (Brisa Tercümesi). İstanbul: BRİSA Bridgestone Sabancı Lastik San. Ve Tic. A.Ş Yayınları. Kanıt, Recep (2005). İnşaat Sektöründe Kalite Yönetim Sistemi Uygulamaları, ISO 9001: 2000. Ankara: Gazi Kitabevi. Kıngır, Said (2006). Toplam Kalite Yönetimi. Ankara: Nobel Basımevi. Kobu, Bülent (2010). Üretim Yönetimi. İstanbul: Beta Basım A.Ş. Koçel, Tamer (2011). İşletme Yöneticiliği. İstanbul: Beta Basım A.Ş. Korkmaz, Sezer, Zeliha Eser, Sevgi Ayşe Öztürk vd. (2009). Pazarlama, Kavramlar-İlkelerKararlar. Ankara:Siyasal Yayın Dağıtım. Kovancı, Ahmet (2007). Toplam Kalite Yönetimi. İstanbul: Sistem Yayıncılık. Top, Aykut, Erdal Yılmaz (2009). Üretim Yönetimi. İstanbul: Yaprak Yayın Dağıtım. Top, Seyfi (2009). Toplam Kalite Yönetimi Bağlamında Sürekli İyileştirme Anlayışı. İstanbul: Beta Basım A.Ş. 146• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Torlak, Ömer, Remzi Altunışık (2009). Pazarlama Stratejileri, Yönetsel Bir Yaklaşım. İstanbul: Beta Basım A.Ş. Sezen, Bülent (2011). Üretim Yönetiminde Yeni Yaklaşımlar ve Uygulamalar. Bursa: Efil Yayınevi. Şimşek, Muhittin (2007). Toplam Kalite Yönetimi. İstanbul: Alfa Yayınları. Şimşek, Hasan (2010). Toplam Kalite Yönetimi, Kuram, İlkeler, Uygulamalar, İstanbul: Seçkin Yayıncılık. Yüksel, Hilmi (2010). Üretim/İşlemler Yönetimi, Temel Kavramlar. Ankara: Nobel Basımevi. 2. Makaleler, Bildiriler, Diğer Basılı Yayınlar Akdağ, Mustafa (2005). “Toplam Kalite Yönetimi ve Örgüt İçindeki Yeri”. Selçuk İletişim Dergisi, 4/1: s. 165-166. Bener, Özgün (2007). “Ambalajlı Gıda Maddeleri ve Tüketici Açısından Önemi”. Standart, Mayıs: s. 115. Aktaran: Aygün, Eyüp (2007). Ambalajın Satın Alma Davranışı Üzerine Etkisi: Gıda Maddeleri Üzerine Bir Araştırma. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya: s. 6-7. Durmaz, Sema (2008). Taguchi Metodunun Kauçuğun Vulkonizasyonu Prosesine Uygulanması. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Sakarya. Eyüp Aygün, Ambalajın Tüketici Satın Alma Davranışı Üzerine Etkisi: Gıda Maddeleri Üzerine Bir Araştırma, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İşletme Anabilim Dalı, Üretim Yönetimi ve Pazarlama Bilim Dalı, Sakarya Üniversitesi, Mart 2007, s. 6-7. Yılmaz, Erol (2010). “Kütüphanelerde Toplam Kalite Yönetimi: Kısa Bir Gözden Geçirme.” Türk Kütüphaneciliği, 24/1: s. 35. 3. Elektronik Kaynaklar Kaoru Ishikawa. http://asq.org/about-asq/who-we-are/bio_ishikawa.html //Erişim: 18 Mayıs 2012. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 147 - 170 Neslihan ŞEVİK * Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri Özet Özel sektör kaynaklı bir yaklaşım olan stratejik planlama yapılan yasal düzenlemelerle günümüz şartlarına uyum sağlayabilmeleri için niteliklerini arttırmak zorunda kalan belediye yönetimlerince gerçekleştirilmesi zorunlu bir süreç haline gelmiştir. Bu yeni süreç her yeni süreç gibi belediye yönetimlerinin gelenekçi, bürokratik, hantal ve yeniliğe kapalı zihniyet yapısı nedeniyle beraberinde birçok sorunu da getirmiştir. Bununla birlikte, belediyelerin yönetim yapısına zaman içerisinde yerleşmesi umut edilen bu yeni yönetim yaklaşımının belediyelere ve vatandaşa sağlayacağı kazanımlar da açıktır. Anahtar kelimeler: Planlama, Strateji, Stratejik Planlama, Planlama. Stratejik Yönetim, Belediyelerde Stratejik Abstract The strategic planning approach, which originates from the private sector, has become a mandatory process by legal regulations for municipalities, which have to improve their qualities to adapt to today' s conditions. This new process like every new process, also brought with it many problems because of traditionalist, bureaucratic, unwieldy and closed mentality structure of municipalities. However, this new management approach is hoped to place in administrative structure of municipalities in time and the achievements which will be supplied by this new process to municipalities and citizens are clear. Keywords: Planning, Strategy, Strategic Planning, Strategic Management, Strategic Planning in Local Government. * İİBF, İşletme Bölümü, Araştırma Görevlisi, Neslihan.akman@kocaeli.edu.tr 148• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Değişim ve gelişimin hızı her geçen gün süratle artmakta, modern bilgi ve iletişim teknolojilerinin beraberinde getirdiği küreselleşmenin de etkisiyle, dünyanın herhangi bir noktasında yaşanan bir gelişme kısa sürede bütün dünyayı etkileyebilir duruma gelebilmekte ve rekabeti tetikleyebilmektedir. Bu nedenle değişmeleri, gelişmeleri ve bunların doğuracağı sonuçları önceden tahmin etmek, ortaya çıkacak fırsat ve tehditleri en iyi şekilde değerlendirmek hayati bir önem arz etmektedir. . Bu ise, önce bireysel düşünce sistemlerinin stratejik bilinçle uyandırılmasını, sonrasında bu bilincin örgüt kültürlerine adapte edilmesini, olaylara günübirlik çözüm arayışlarıyla değil stratejik yaklaşılmasını ve büyük resme odaklanmayı gerekli kılmaktadır. Stratejik yönetimle, genel olarak, bir örgütün varlık nedeni, ulaşmak istediği nokta ve bu noktaya hangi yollarla ulaşabileceği ortaya koyulur, uygulama gerçekleştirilir ve nihayetinde kontrol sağlanır. Stratejik planlama ise, stratejik analizler ve stratejik tasarım gerçekleştirildiği stratejik yönetimin ilk aşamasıdır ve bundan sonraki aşamaların başarısının teminatıdır. Tük Kamu Yönetimi’ nde stratejik planlamayla ilgili yasal temeller 2003 yılında 5018 sayılı Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu ile atılmıştır. Bununla birlikte yerel yönetimler için gerekli düzenlemeler yapılarak 2004 yılında yürürlüğe giren 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu ve 2005 yılında yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunları’ yla, nüfusu 50.000’in üzerinde olan belediyeler için stratejik plan hazırlamak yasal bir yükümlülük halini almıştır. Nüfusu 50.000’ in altında olan belediyelerde stratejik plan hazırlamak ise isteğe bağlı tutulmuştur. Stratejik planlama ile belediyelerin, stratejik planlarını hazırlamaları ve gelecek dönemlerde kuruluş bütçelerini bu planda öngörülen kuruluş misyonu, vizyonu, amaç ve hedefleri ile uyumlu olacak biçimde performans programlarına dayalı olarak oluşturmaları gerekmektedir. Bu çalışma, Kocaeli Büyükşehir Belediyesince gerçekleştirilmiş olan 2007-2011 dönemli stratejik planlama süreci örneği ele alınarak gerçekleştirilmiştir. Yapılan literatür çalışmasında muhtemel sorun alanları belirlenmiştir. Çalışmada konuya uygun olarak amaçlı örnekleme yöntemi kullanılmıştır. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi personelinden derinlemesine görüşme yoluyla elde edilecek verilerin, daha sonra yapılacak olan büyük çaptaki araştırmalara yol göstereceği ve literatüre bu konuda katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 149 1. Strateji Kavramı: Etimolojik Köken ve Tanımsal Çerçeve Literatürde strateji kelimesinin etimolojik köken bakımından iki kaynağa dayandığı ifade edilmektedir. Bunlardan birincisine göre strateji; Latince yol, çizgi veya yatak anlamına gelen “stratum” kelimesinden türetilmiştir (Tosun, 1974: 220). İkincisine göre ise, strateji kelimesinin savaş başarıları ve bilgisi ile tanınan eski Yunan Generallerinden Strategos’ a atfen kullanıldığı sanılmaktadır (Steiner, 1969: 237). Türk Dil Kurumunun Türkçe sözlüğünde ise, “Önceden belirlenen bir amaca ulaşmak için tutulan yol” şeklinde tanımlanmaktadır (Türk Dil Kurumu Sözlüğü, 1994: 689). Stratejiyi, ilk defa ilkeler belirleyerek uygulayan Napolyon, literatüre “Napolyon Stratejileri” diye bir kavram kazandırsa da, strateji üzerindeki ilk incelemeleri 1815 yılından sonra Alman Von Clousewitz yapmıştır. Clousewitz stratejiyi, “Devletin kararlaştırdığı siyasi amaçlara kuvvet zoruyla varma sanatı” şeklinde tanımlamıştır (Liddell, 1973: 20). Ancak, strateji kavramının, aslında çok daha eskiye dayandığı görülmektedir. M.Ö. 500’ lerde Çinli filozof Sun Tzu tarafından askeri strateji ve taktik üzerine yazılmış, strateji konusunda dünyanın en etkili ve saygın kitaplarından biri olan “Savaş Sanatı” kitabı, bugünkü askeri ve işletmecilik anlamındaki stratejiyi oldukça iyi açıklamaktadır. Yönetsel açıdan strateji, bir örgütün başlıca hedefler, politikalar ve hareketler dizisinin bütünleştirilmiş bir planı veya modelidir. İyi formüle edilmiş bir strateji, örgütün iç yeterlilik ve noksanlıklarına, çevreden beklenen değişikliklere ve rakiplerin muhtemel hareketlerine dayanan durumlarda, örgütün kaynaklarının tahsisine ve sıralanmasına yardımcı olur (Mintzberg, et.al., 1998: 5). 2. Bir Stratejik Yönetim Süreci Bileşeni Olarak Stratejik Planlama Yönetimin 1880’ li yıllardan itibaren bilimsel olarak ele alınması ve gösterdiği gelişim sürecinde, özellikle 1950’ li yıllarda işletmeler için planlama kavramının ön plana çıkmaya başlaması stratejik yönetime doğru gerçekleşen dönüşümün temel çıkış noktasını oluşturmaktadır. Bu dönüşüm genel hatlarıyla aşağıdaki şekilde de gösterildiği gibi uzun dönemli planlama, kurumsal planlama, stratejik planlama ve stratejik yönetim şeklinde gerçekleşmiştir (Ülgen ve Mirze, 2006: 36). 150• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Şekil 1: Stratejik Yönetim Gelişme Evreleri Uzun Dönemli Planlama Kurumsal Planlama Stratejik Planlama Stratejik Yönetim Kaynak: Hayri Ülgen ve S. Kadri Mirze, İşletmelerde Stratejik Yönetim, 3.b., İstanbul: Literatür Yayınları, 2006, s. 36. Planlama genel anlamda ne yapılması gerektiğini, nasıl yapılacağını, ne zaman harekete geçileceğini ve bu sorumluluğu kimin üzerine alacağını belirtmek ve saptamaktır (Podol, 1962: 11). Stratejik planlama ise, kurumun geleceğine ve yapısal değişikliklerine yönelik vizyonunu, misyonunu, topyekûn hedeflerini ve stratejik alternatiflerini belirleyip, bulunduğu çevrede ve faaliyet ortamındaki durumunu dikkate alarak, kurum için uygulanabilir olan alternatifler arasından birini seçerek uygulamaya koymak üzere yapılan plandır (Çoban, 1997: 25). Stratejik yönetim açısından 1970’ lerde gündeme gelen stratejik planlama evresi bir geçiş niteliği taşımaktadır. Stratejik planlama evresi işletmelerde stratejik iş birimlerinin öne çıktığı ve stratejik planlama faaliyetlerinin önem kazandığı dönemdir. Bu dönemde, geleceği tahmin etmenin hedeflere ulaşmada yeterli olmadığı görülmüş ve işletmeler için ulaşılacak hedefler belirlemek yerine izlenecek yön çizmenin daha önemli olduğu kabul edilmiştir (Güçlü, 2003: 71). Stratejik yönetimi, “Stratejilerin tasarlanması için gerekli araştırma, inceleme, değerlendirme ve seçim çabalarını, tasarlanan bu stratejilerin uygulanabilmesi için her türlü yapısal ve motivasyonel önlemlerin alınarak yürürlüğe konulmasını, daha sonra da stratejilerin amaçlara uygunluğu açısından uygulanmadan önce bir defa daha kontrol edilmesini kapsayan ve işletmenin üst yönetim faaliyetlerini ilgilendiren ayrıntılı bir süreç.” şeklinde uzun bir biçimde tanımlamak mümkündür (Akyüz, 2001: 111). “Strateji, bir örgütün uzun vadeli hedeflerini tayin etmesi, bunlara ulaşmak için gerekli eylem setini benimsemesi ve gerekli kaynak tahsisinin yapılmasıdır.”(Barry, 1986: 10). Stratejik planlamanın amaçları özetle şu şekilde ifade edilebilir: Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 151 - Mevcut kaynakları (para, insan, zaman, …) etkin kullanmak, - Nitelikli mal ve hizmet sunmak, - Mali yönetimde etkinliği artırmak, - Toplumsal beklentileri karşılamak, - Yaşam kalitesini arttırmak, - Saydam ve hesap verebilir bir yönetim geliştirmek. Bunlara ek olarak (Yılmaz, 2003: 74); - Liderlere ve yöneticilere stratejik düşünce ve davranış kazandırmak, - Kurumu bir sistem olarak görmeyi sağlamak, - Kurumun iç ve dış çevresiyle beraber varlık olduğunu kabullendirmek, - Kuruma kimlik kazandırmak, - Kurum kültürünün gelişmesini sağlamak, - Kurumu çevre şartlarında canlı, güçlü, esnek, dinamik tutmak, - Kaynakları optimum etkin ve verimli kullanmak, - Kurumda sorumluluk bilincini artırmak, takım çalışmasının güçlendirmek, - Memnuniyeti arttırmak, - Tarafları sürece katmak da stratejik planlamanın amaçları arasında yer almaktadır. 3. Türkiye’ de Uzun Vadeli Planlama ve Stratejik Planlama: Özel Sektör ve Kamu Sektörü Uygulamaları Türkiye’ de planlama deneyimi, temel olarak üç süreçten oluşmaktadır: - 1930’ ların Sanayi Planları, - 1960-1980 yılları arasındaki Kalkınma Plancılığı, - 1990 sonrası Şirket Temelli Stratejik Plancılığa ve Ön Ulusal Kalkınma Sistematiğine geçiş. Türkiye’ de ilk uzun vadeli planlama çalışması 1971 yılında Koç Grubu’nda görülmüştür. Ancak gerçek anlamda planlama çalışmalarının 1970’ li yılların sonu ile 1980’ li yılların 152• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ başlarında yapılmaya başlandığı söylenebilir. Bu yıllarda Eczacıbaşı (1978’ den itibaren), Şişe Cam Fabrikası (1981’ den itibaren), Yaşar Holding (1983’ ten itibaren) ve Sabancı Grubu (1985’ ten itibaren) gibi büyük işletmelerde uzun dönemli planlama çalışmalarının yapılmaya başlandığı görülmektedir. 1980’ li yılların ortasına kadar uzun dönemli planlama çalışmaları olarak karşımıza çıkan uygulamalara, dönemin ikinci yarısından itibaren stratejik olarak yaklaşıldığı göze çarpmaktadır. Bu bağlamda, 1990 yılından itibaren Alarko Holding, Borusan Holding ve Bezmen Grubu’ nda stratejik yönetim anlayışı benimsenmeye başlanmıştır. Ayrıca, yukarıda zikredilen işletmeler yanında, ülkemizde faaliyet gösteren yabancı firmaların merkez firmalarına bağlı olarak uzun vadeli planlar yaptıkları belirtilmelidir (Dinçer, 2004: 64-65). Birçok büyük işletme ya kendi bünyesinde oluşturduğu birimler vasıtasıyla ya da danışman işletmelerden yardım alarak stratejik planlama çalışmaları yapmaktadır. Örneğin, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayiyi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (KOSGEB), işletmelerde stratejik yönetim uygulamalarını desteklemek amacıyla “Stratejik Yol Haritası Hazırlama” adı altında bir uygulama başlatmıştır. Bu uygulama KOSGEB tarafından desteklenen işletmeler için geçerlidir. Ayrıca KOSGEB, işletmelere Stratejik Yol Haritası hazırlama konusunda ücretsiz eğitim de sağlamaktadır. Ankara Sanayi Odası (ASO), Ankara Ticaret Odası (ATO) ve KOSGEB arasında 20.01.2005 tarihinde imzalanan işbirliği protokolü çerçevesinde, Türkiye’ de küçük ve orta ölçekli işletmelerin gelişimine katkıda bulunmak amacıyla Statejik Yol Haritalarını belirleme çalışmaları halen devam etmektedir (Akgemci, 2007: 17-18). Özellikle 1999 depremi ile 2001 ve 2002 yıllarında yaşanan ekonomik krizlerden sonra Türk kamu yönetiminde stratejik yönetim konusu gündeme gelmiştir. Kamu örgütlerinin çevrelerinde yaşanan gelişmelerden, fırsat ve tehditlerden haberdar olması ve ülke ekonomisinin dengelenmesi için stratejik yönetim bir zorunluluk halini almıştır. Bu bağlamda, Maliye Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) International Monetary Fund (IMF), Organisation for Economic Co-operation and Development (OECD) ve Dünya Bankası’ nın da teşvikiyle Türkiye’de kamu örgütlerinde performansa dayalı bütçe ve stratejik planlama çalışmalarının başlatılması gerektiğini ifade etmişlerdir. 2002 yılında yapılan seçim sonrası yeni hükümet tarafından açıklanan acil eylem planında, kuruluş düzeyinde stratejik planlama çalışmalarına başlanacağı bildirilmiştir (Balcı ve Nohutçu, 2005: 617). Stratejik planlamanın Türk kamu yönetiminde uygulanmasının gündeme gelmesi mali sektör ve kamu yönetimine Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 153 yönelik orta vadeli reform programlarının desteklenmesi amacıyla 12 Temmuz 2001 tarihinde Dünya Bankası ile imzalanan 1. Program Amaçlı Mali ve Kamu Sektörü Uyum Kredi Anlaşması (PFPSAL-1) ile olmuştur. PFPSAL, finans (bankacılık) ve kamu sektörlerinde gelecek dönemde Türkiye’ nin uygulayacağı politikaları, kredi ön koşullarını ve yerine getirilmesi gereken taahhütleri içermektedir. Bunlar; makro ekonomik çevre, bankacılık reformu ve kamu sektörü reformu olarak üç ana başlık altında toplanmaktadır. Kamu sektörü reformu kapsamında da “Kamu Harcama Yönetimi: Bütçe Reformu” yapılması öngörülmektedir. “Kamu Harcama Yönetimi: Bütçe Reformu”nun bir ayağı, kamu kurumlarında politika oluşturma kapasitesinin güçlendirilmesi ve bu çerçevede stratejik planlamanın hayata geçirilmesidir (Yılmaz, 2003: 77). 200/14 ve 2004/37 sayılı Yüksek Planlama Kurulu kararları uyarınca sekiz kamu idaresinde stratejik planlama pilot çalışmaları 2006 yılında tamamlanmıştır. DPT Müsteşarlığı, sekiz kuruluşta yürütülen pilot çalışmalarda yönlendirme, izleme ve değerlendirme işlevini üstlenmiştir. Kamu İdarelerinde halen uygulanmakta olan Stratejik Planlamaya İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik 26 Mayıs 2006 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu çerçevesinde kamu idarelerinde stratejik planlama ve performans esaslı bütçelemeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Kamu idarelerinde stratejik yönetim anlayışının hayata geçirilmesine yönelik örgütlenmenin oluşturulması amacıyla 2006 yılı başında strateji geliştirme birimleri kurulmuştur. Uygulama Kamu İdarelerinde Stratejik Planlamaya İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelikte belirlenen geçiş programı dahilinde yaygınlaştırılmaktadır. 2010 yılı başı itibarıyla 145 merkezi kamu idaresinde stratejik planlama ve performans esaslı bütçelemeye geçilecektir. Merkezi yönetim kapsamında Ocak 2009 itibarıyla 108 kamu idaresi stratejik planlarını hazırlamıştır. Stratejik planlarını tamamlaması gereken 37 kamu idaresinde ise sürecin gerektirdiği çalışmalar devam etmektedir (http://www.sp.gov.tr/default.asp - 10.03.2009). 4. Bir Yerel Yönetim Birimi Olarak Büyükşehir Belediyeleri’ nde Stratejik Planlama Uygulamalarının Hukuki Altyapısı ve Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılabilecek Muhtemel Sorun Alanları 5393 sayılı Belediye Kanunu’ nun 18, 34, 38, 41, 56, 61 ve geçici maddelerinde stratejik planlama ile ilgili hükümler bulunmaktadır. Kanunun 18. maddesinde “stratejik plan ile yatırım ve çalışma programlarını, belediye faaliyetlerinin ve personelin performans ölçütlerini görüşmek ve kabul etmek” ifadesi kullanılarak stratejik planın kabulünün meclise ait olduğu 154• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ belirtilmiştir. Kanunun 34. maddesinde belediye encümeninin görev ve yetkileri arasında; “stratejik plan ve yıllık çalışma programı ile bütçe ve kesin hesabı inceleyip görüş bildirmek” ifadesi kullanılmıştır. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu 7. Maddesinde de büyükşehir belediyesinin görev, yetki ve sorumlulukları arasında, “ilçe ve ilk kademe belediyelerinin görüşlerini alarak büyükşehir belediyesinin stratejik planını, yıllık hedeflerini, yatırım programlarını ve bunlara uygun olarak bütçesini hazırlamak” yer almaktadır. Aynı kanunun 18. maddesinde, büyükşehir belediye başkanının görev ve yetkileri arasında, “belediyeyi stratejik plana uygun olarak yönetmek, belediye idaresinin kurumsal stratejilerini oluşturmak, bu stratejilere uygun olarak bütçeyi hazırlamak ve uygulamak, belediye faaliyetlerinin ve personelin performans ölçütlerini belirlemek, izlemek ve değerlendirmek, bunlarla ilgili raporları meclise sunmak” yer almaktadır (http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5216.html -01.05.2009). DPT’ nin Kamu İdareleri İçin Stratejik Planlama Kılavuzuna göre bir kamu kuruluşuna ait stratejik planda yer alması gereken temel unsurlar şu şekilde sıralanmaktadır (Devlet Planlama Teşkilatı, 2006: 13): - Durum analizi (özet), - Katılımcılığın nasıl sağlandığına ilişkin açıklama , - Misyon, vizyon, temel değerler , - En az bir amaç , - Her amacın altında en az bir hedef , - Hedef ölçülebilir şekilde ifade edilememişse ölçüm kriter(ler)i, - Stratejiler, - Tüm amaç ve hedefleri içeren beş yıllık tahmini maliyet tablosu. Stratejik planlama katılımcı bir planlama yaklaşımıdır. Kuruluş içinde en üst yöneticiden başlayarak her kademede çalışanların katılımını gerektirir. Stratejik planlama sürecine dâhil olması gereken birim, kişi ya da gruplar aşağıda yer almaktadır: - Koordinatör birim: - Kuruluşun Üst Yöneticisi Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 155 - Stratejik Planlama Ekibi: Yapılan literatür incelemesi neticesinde karşılaşılabilecek sorunların muhtemel olarak yedi alanda toplanacağı öngörülmüştür. Bunlar; - Ölçme ve Değerlendirme Kaynaklı Sorunlar - Tasarım Kaynaklı Sorunlar - Sistem Kaynaklı Sorunlar - Lider Kaynaklı Sorunlar - Katılımcı Kaynaklı Sorunlar - Uygulayıcı Kaynaklı Sorunlar - Bütçe Kaynaklı Sorunlardır. 5. Araştırmanın Amacı ve Önemi Bu araştırmanın amacı, özel sektör kaynaklı bir yönetim tekniği olan ve kamu yönetimlerince ve dolayısıyla yerel yönetim birimlerinden biri olan belediyelerce yapılması yasalarla zorunlu hale getirilen stratejik planların hazırlanması sürecinde karşılaşılan temel sorunları Kocaeli Büyükşehir Belediyesi örneği ele alınarak belirleyebilmek ve çözüm önerileri geliştirmektir. Bu araştırmanın sonucunda, belediyelerde stratejik planlama sürecinde karşılaşılan olumsuzluklar ortaya çıkarılarak, daha etkin ve verimli bir stratejik planlama süreci geliştirilmesi için bazı veri kaynakları oluşturulup önerilerde bulunulmuştur. 6. Araştırmanın Kapsamı ve Kısıtları Bu araştırmada; araştırmada kullanılacak olan yöntemin çalışmanın amacı için en uygun yöntem olduğu ve çalışma alanının sonuca ulaşabilmek için yeterli olduğu varsayımından hareket edilmiştir. Veri toplama aracı olarak gözlem, doküman inceleme ve görüşme tekniği kullanılmıştır. Bu bağlamda, araştırmaya katılanların görüşmeler esnasında doğru cevaplar verdiği kabul edilmiştir En önemli kısıt araştırmanın keşifsel bir çalışma niteliği taşımasıdır. Dolayısıyla araştırma sonucu elde edilen veriler genellenemez. Analiz sonucu elde edilen bilgiler sadece bu çalışma için geçerli varsayılabilir. 156• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 7. Araştırma Problemi Bu araştırmada temel olarak şu sorulara cevap aranacaktır: 1) Stratejik planlama sürecinde aktif olarak yer alan stratejik planlama ekibi ve belediye bünyesinde görev yapmakta olan orta ve alt kademe yönetici pozisyonundaki katılımcılar stratejik planlama sürecine nasıl bakmaktadır? 2) Stratejik planlama sürecinde aktif olarak yer alan stratejik planlama ekibi ve belediye bünyesinde görev yapmakta olan orta ve alt kademe yönetici pozisyonundaki katılımcılar stratejik planlama sürecine ilişkin neler bilmektedir? 3) Belediyelerde stratejik planlama sürecinde karşılaşılan ölçme ve değerlendirme kaynaklı sorunlar nelerdir ve nasıl çözülebilir? 4) Belediyelerde stratejik planlama sürecinde karşılaşılan tasarım kaynaklı sorunlar nelerdir ve nasıl çözülebilir? 5) Belediyelerde stratejik planlama sürecinde karşılaşılan sistem kaynaklı sorunlar nelerdir ve nasıl çözülebilir? 6) Belediyelerde stratejik planlama sürecinde karşılaşılan lider kaynaklı sorunlar nelerdir ve nasıl çözülebilir? 7) Belediyelerde stratejik planlama sürecinde karşılaşılan katılımcı kaynaklı sorunlar nelerdir ve nasıl çözülebilir? 8) Belediyelerde stratejik planlama sürecinde karşılaşılan uygulayıcı kaynaklı sorunlar nelerdir ve nasıl çözülebilir? 9) Belediyelerde stratejik planlama sürecinde karşılaşılan bütçe kaynaklı sorunlar nelerdir ve nasıl çözülebilir? 8. Araştırma Yöntemi Bu araştırmada nitel araştırma yöntemi kullanılmıştır. Nitel araştırmayı şu şekilde tanımlamak mümkündür; “Nitel araştırma, belli bir nokta üzerinde odaklanmada çok metodlu araştırma problemine yorumlamacı yaklaşımı benimseyen bir yöntemdir. Bu anlamı, nitel araştırmacıların araştırma konusu olan fenomenleri kendi ortamlarında ele almalarıdır. Nitel araştırma “niçin, nasıl, ne şekilde” sorularına yanıt arar. Nitel araştırma kişileri kanaatleri, tecrübeleri, algıları ve duyguları gibi subjektif verilerle meşgul olur. Nitel araştırma, bir durumu ilişki bağlantıları içinde Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 157 anlamaya çalışır. Bir olayı etkileyen değişkenleri kendisi ortaya çıkarır.”Tümevarımcı bir analizdir. (http://halksagligi.med.ege.edu.tr/seminerler/2003-04/NitelArastirmaYontemleri_HB.pdf 10.05.2009). Bu araştırmada nitel araştırma yönteminin temel kullanım nedeni, nicel araştırma yöntemleriyle sağlıklı veriler alınamayacağının düşünülmesi ve söz konusu durumun derinlemesine araştırılmak istenmesidir. Bu araştırmada nitel araştırma yöntemlerinden biri olan örnek olay (durum) çalışması tanımlayıcı boyutuyla kullanılmıştır. Örnek olay incelemesi, tek bir olayı veya birkaç olayı derinlemesine inceleme demektir. -Evren ve Örneklemi Belediyelerde stratejik planlama çalışmalarında karşılaşılan sorunların tespit edildiği ve çözüm önerilerinin geliştirildiği bu çalışmada araştırma evrenini belediye işletmeleri, araştırmanın çalışma evrenini Kocaeli’ de nüfusu 50.000’ in üzerinde olan ve 5393 sayılı Belediye Kanunu gereği stratejik planlama yapmakla yükümlü kılınmış belediye işletmeleri ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu gereği stratejik plan yapmakla yükümlü kılınmış Kocaeli Büyükşehir Belediyesi oluşturmaktadır. Araştırmanın çalışma alanı Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ dir. Bu nedenle, Kocaeli Büyükşehir Belediyesince hazırlanan stratejik planın oluşturulması sürecinde aktif olarak görev alan stratejik planlama ekibi ve Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ nde görev yapan orta ve alt kademe yönetici pozisyonundaki katılımcıları temsil eden bir grup bireyle görüşmeler gerçekleştirilmiştir. -Veri Toplama Tekniği ve Analizi Durum çalışmalarında mümkün olduğu ölçüde birden fazla veri toplama yöntemini kullanmak önerilen bir durumdur. Böylece, araştırmanın güvenirliği ve geçerliği önemli ölçüde artacaktır. Bu araştırmada, örnek olay incelemesine uygun olarak birincil veri kaynaklarından olan gözlem ve görüşme ile ikincil veri kaynaklarından olan doküman inceleme yöntemleri kullanılmıştır. Kocaeli Büyükşehir Belediyesince 2007-2011 yılları için yapılan stratejik planın planlama sürecinin, araştırmacının birinci dereceden bir yakınının bu sürece katılımcı olarak aktif bir biçimde katılması dolayısıyla yakından gözlenmesi mümkün olmuştur. Konuya ve önceden hazırlanmış sorulara sadık kalmanın yanında ek sorular yöneltme imkanı da sunan yarı yapılandırılmış görüşme formu eşliğinde yüz yüze görüşmeler yoluyla cevaplayıcıların bakış 158• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ açıları, fikirleri ve deneyimlerine dair özgür, derinlemesine ve çok boyutlu nitel bilgi elde edilmek istenmiştir. Stratejik planlama sürecinde aktif olarak yer alan stratejik planlama ekibi ve belediye bünyesinde görev yapan orta ve alt kademe yönetici pozisyonundaki katılımcıların stratejik planlamaya bakış açılarını ve stratejik planlama sürecinde karşılaştıkları sorunları belirlemeye yönelik sorular araştırmanın amacına uygun olarak yoruma açıktır. Görüşmeler30 dakika ile 2 saat arasında değişen sürelerde gerçekleştirilmiştir. Görüşmecilere ayrıntılara inebilmeleri için yeterince özgürlük yapılan görüşmelerin not alarak kaydedilmesi suretiyle sağlanmıştır. Araştırma için gerekli diğer verilere ulaşmak için Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ nce düzenlenen 2007-2011 tarihli stratejik plan hem elektronik olarak Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin internet sitesinden, hem de kitapçık olarak Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Strateji Geliştirme Daire Başkanlığından temin edilip incelenmiştir. Ayrıca, planlama dönemine ait saklanan az sayıda doküman Strateji Geliştirme Daire Başkanlığından temin edilerek incelenmiştir. Bununla birlikte DPT’ nin Kamu Kuruluşları İçin Stratejik Planlama Kılavuzu’ na, kamu kuruluşları ve belediyeler için stratejik planlama konusunda düzenlenmiş kanun ve yönetmelik niteliği taşıyan hukuki kaynaklara elektronik ortamdan ulaşılmıştır. Söz konusu belediye hakkında bilgilere ise belediye bünyesinden sağlanan yazılı kaynaklardan, belediye bünyesinde çalışan bireylerden ve elektronik ortamdan ulaşılmıştır. Araştırma sonucu elde edilen verilerin analizinde nitel analiz tekniklerinden biri olan içerik analizi kullanılmıştır. İçerik analizinde temelde yapılan işlem, birbirine benzeyen verileri belirli kavramlar ve temalar çerçevesinde bir araya getirmek ve bunları okuyucunun anlayabileceği bir biçimde düzenleyerek yorumlamaktır. 9. Araştırma Bulguları ve Değerlendirmeler Araştırmada elde edilen verilerin değerlendirilmesi, görüşmelerde sorulan temel sorular kapsamındaki alt sorulara verilen yanıtların yorumlanması ile oluşmuştur. Araştırmanın temel bulguları temalara göre şu şekilde olmuştur: Ölçme ve Değerlendirme Kaynaklı Sorunlar - Yönetim bilgi sisteminin olmayışı - Yönetimin siyasi kimliğinin ve çalışanların değişmiş olması - Öz değerlendirmede sübjektiflik Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 159 - Kalitatif bilgilere ulaşamama - Dış çevre analizinde yetersizlik - Bilgilerin kalite, yeterlilik ve güvenirliğini ölçen bir mekanizmanın olmaması - Bilgi toplamaya dönük yapılacak harcamalara bakış açısının olumsuz olması Tasarım Kaynaklı Sorunlar - Üst ölçekli planlara uygunluğun sağlanmaması - Siyasi kimliğin strateji ve politikalara yansıması - Strateji v proje ilişkilerinin kurulmasında yaşanan güçlük - Yurt içi örneklerden yararlanılmaması - Stratejik planlama konusunda acemilik - Vizyon konusunda başlangıçta gerçekçi olunmaması - Hedeflerin düşük belirlenmesi - Bütçe kalemlerine ilişkin stratejik tanımlamalarda yanlışlıklar - Mali olanakların dikkate alınmaması - Uygulamaya dönük süreçlerin tanımlanmaması - Büyükşehir Belediyesi ve Belediye Kanunlarının iyi incelenmemiş olması - Yasal zorunluluğun etkisi - Vizyon ve misyon ifadelerinin cümle yapılarının iyi olmaması - Performans göstergelerinde eksiklik Sistem Kaynaklı Sorunlar - Ödüllendirme ve teşvik sisteminin olmaması - Kamu yönetiminin kendine has yapısı - Strateji Geliştirme Daire Başkanlığının henüz yapılanmamış olması - Danışmanlara sağlanan çalışma şartlarının elverişsiz olması 160• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ - Yapılanma sorunu - Kişiler arası ilişkilerde belirsizlik ve çatışmalar - Örgütsel iletişimin yetersiz olması - İş analizi ve iş akış şemaları konusunda bilgisizlik - Yetki devrinin yapılmaması - Eğitim eksiği - Stratejik yönetim anlayışının örgüt kültürüne tam olarak adapte edilememesi - Siyasi liyakat - Sürekliliğin sağlanamaması - Koordinasyon eksikliği - Projelere ait modelleme eksiği - Stratejik bilinç eksikliği Lider Kaynaklı Sorunlar - Stratejik planlama ile ilgili bilgi düzeyinde yetersizlik - Eğitim eksiği - Motivasyon araçlarında yetersizlik - Planlama için ayrılan zamanın yetersiz olması - Yasal zorunluluğun olumsuz motivasyonu - Danışmanların belediyeyi ve belediyedeki işleyişi tam olarak tanımaması Katılımcı Kaynaklı Sorunlar - Katılımda gönüllülüğün az olması - Planlama ve uygulamaya dönük sürece inançsızlık - Değişime direnç Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 161 - Farkındalık sorunu - Süreci zaman kaybı olarak değerlendirme - Stratejik bilincin olmayışı - Ortak iş yapma bilincinin olmayışı - Bireylerin eğitime elverişsiz olması - İş süreçleri konusunda bilgisizlik - Geri besleme sorunu - Eski alışkanlıkları değiştirmede zorluk - İlave iş yükü olarak görme Uygulayıcı Kaynaklı Sorunlar - Sürece dair eğitim eksiği - Katılımın sağlanmaması - Çalışanların eğitim düzeylerinin elverişsiz olması - Direnç - Stratejik bilinç eksiği - Geri besleme sorunu Bütçe Kaynaklı Sorunlar - Stratejik planlama çalışmaları için yetersiz bütçe ayrılması - Hizmet önceliklerinin belirlenmesinde siyasi etki - Kurum bütçesi ile performans esaslı bütçenin birbirini tutmaması - Hizmet önceliklerinin belirlenmesinde vatandaş etkisi - Stratejik planlamanın başlangıcında mali olanaklara bakılmaması - Maliyet muhasebesi yapılmaması 162• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ - Stratejik planlama harcamalarının bütçeye yansıtılamaması - Siyasi öncelik-teknik öncelik farklılaşması - Bütçenin esneklik miktarını ayarlama sorunu - Hizmet önceliklerinin iyi belirlenmemesi SONUÇ Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ nce 2007-2011 dönemi için gerçekleştirilen stratejik planlama çalışmalarında karşılaşılan sorunlara yönelik yapılan analizler sonucu, temelde yedi tema altında toplanan sorunlar içerisinde birçok temada ortak olarak bulunarak öne çıkanlar sorunlar ile yapılan görüşmeler sonucu görüşmeciler tarafından daha sık vurguda bulunulan sorunlar ve vurgulanma sıklıkları şu şekildedir: VURGULANMA SIKLIĞI SORUN Yönetim bilgi (FREKANS) sisteminin YÜZDE DEĞERİ (%) 12 % 100 12 % 100 10 % 83.33 10 % 83.33 Değişime direnç 11 % 91.66 Yasal zorunluluğun etkisi 11 % 91.66 10 % 83.3 10 % 83.3 olmayışı Stratejik planlama ile ilgili bilgi düzeyinde yetersizlik Süreci zaman kaybı olarak değerlendirme Planlamaya başlamadan önce mali olanakların dikkate alınmaması Sürecin önemine dair farkındalık sorunu Kamu yönetiminin kendine has yapısı Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 163 Ortak iş yapma bilincinin olmayışı Bireylerin eğitime elverişsiz olması Alt kademe 9 % 75 7 % 58.33 9 % 75 11 % 91.66 10 % 83.3 10 % 83.3 8 % 66.66 10 % 83.3 10 % 83.3 10 % 83.3 9 % 75 7 % 58.33 7 % 58.33 personelin katılımının yeterince sağlanmaması Stratejik planlama konusunda acemilik Katılımda gönüllülüğün az olması Sürece dair eğitim eksiği Uygulamada stratejik plana pek bakılmaması Stratejik yönetim anlayışının örgüt kültürüne tam olarak adapte edilememesi Süreci ilave iş yükü olarak görme Stratejik bilinç eksiği Örgütsel iletişimin yetersiz olması Büyükşehir Belediye Belediyesi ve Kanunlarının iyi incelenmemiş olması İş analizi ve iş akış şemaları konusunda bilgisizlik 164• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Projelere ait modelleme 6 % 50 11 % 91.66 Koordinasyon eksikliği 8 % 66.66 Geri besleme sorunu 6 % 50 eksiği Strateji Geliştirme Daire Başkanlığının henüz yapılanmamış olması Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ nce gerçekleştirilen ilk stratejik planlama çalışmaları esnasında, öncelikli olarak ortaya çıktığı tespit edilen yukarıdaki sorunların temel varlık nedeni olarak, stratejik planlama sürecinin belediye için yeni bir süreç olması, bu çalışmanın ilk deneyim olması ve gerekli alt yapının henüz mevcut bulunmaması söylenebilir. Stratejik planlama sürecine aktif olarak katılan çalışanlar ve diğer çalışanların büyük bölümü stratejik planlama ve önemine ilişkin yeterli bilgiye sahip bulunmamaktadırlar. Eski dönemlerde işe girenlerin eğitim seviyelerindeki yetersizlik, yüksek tahsilli bir kısım çalışanın eğitim alanı içerisinde stratejik yönetimin bulunmaması ve süreç öncesinde stratejik planlamaya dair herhangi bir eğitimin gerçekleştirilmemesi de süreçte yaşanan sorunların nedenleri arasında sayılabilir. Kamu yönetimin hantal ve bürokratik yapısı ve çalışanların performansını ölçen bir sistemin bulunmaması dolayısıyla sırtını devlete dayamış olan çalışanların değişim, gelişim, yenilik, esneklik ve dinamikliğe uzak zihniyetleri ve vizyoner bir bakış açısına sahip olmamaları stratejik planlama sürecinin gerekliliklerini zorluklara dönüştürmüştür. Çalışanların çoğunluğu eski alışkanlıklarından vazgeçme konusunda direnç ve sorumluluktan kaçma eğilimi göstermektedir. Belediyede takım çalışması anlayışı yavaş yavaş önemini göstermeye başlamış, ancak, ortak iş yapma bilinci henüz oturmamıştır. İlgili literatür taramasından elde edilen bilgiler ve araştırma sonucu elde edilen bulgular paralellik göstermektedir. -Ölçme ve Değerlendirme Kaynaklı Sorunlar ve Çözüm Önerileri Ölçme ve değerlendirme kaynaklı sorunların çözümünde, elde edilen ve üretilen verilerin düzenli olarak tutulduğu ve bununla birlikte performans göstergelerinin de takip Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 165 edilebildiği bir yönetim bilgi sisteminin yapılandırılması, hatta bir coğrafi bilgi sisteminin yapılandırılması son derece büyük önem arz etmektedir. Stratejik analizler gerçekleştirilirken, DPT’ nin Kamu İdareleri İçin Stratejik Planlama Kılavuzunda belirtilen faktörler öncelikle analiz edilmelidir. Ayrıca, bilgilerin kalite, yeterlilik ve güvenirliği sübjektiflikten uzak bir mekanizma ile ölçülmelidir. Bilgilerde objektiflik ve gerçekçilik, ödüllendirme ve cezalandırma yöntemleri eşliğinde kurum kültürünün bir parçası haline getirilebilir. Kantitatif bilgiler kadar, kalitatif bilgilere de kurum içi ve kurum dışı anket uygulamaları gibi yollarla belirli bir periyodik düzen dahilinde ulaşılmalı ve kayıt altına alınmalıdır. Kurum içi ve kurum dışı analizler için katlanılan maliyetlerin uygulama esnasında yarattığı olumlu geri dönüşleri çalışanlarla paylaşılmalı ve bu harcamalar olan olumsuz bakış açısı ortadan kaldırılmalıdır. -Tasarım Kaynaklı Sorunlar ve Çözüm Önerileri Stratejik planlama çalışmalarına sadece dönemleri geldikçe zaman ayrılması yerine, stratejik planlamada dönem dönem revizyonlar yapılması, stratejik planlama çalışmalardan uzaklaşılmaması yararlı olabilecektir. Üst ölçekli planlarla ilişkilendirmede yaşanan sorunun aşılması, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı tarafından planlama dönemlerinden önce yapılacak bir ön çalışma kapsamında gerçekleştirilecek incelemeler ile mümkün olabilecektir. Bununla birlikte, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı tarafından stratejik planlama çalışmalarına başlanmadan önce belediyenin mali kaynakları gözden geçirilmeli, Büyükşehir Belediyesi ve Belediye Kanunları incelenmelidir. Siyasi kimliğin strateji ve politikalara yansıması ise, stratejik planlama çalışmalarına paydaşların ve halkın daha çok katılımını sağlamak suretiyle engellenebilecektir. Vizyon ve misyon belirlemede yasal zorunluluğun etkisini engellemede üst yönetimin süreci sahiplenmesi, bunu çalışanlarına yansıtması, bir vizyon ve misyona sahibi olan başarılı örgütler ile kendileri için bir vizyon ve misyon belirlememiş başarısız örgütlerin karşılaştırılması yoluyla başarıda vizyon ve misyonun rolünü ortaya çıkarması ve bu sonuçları kurumla ve planlama sürecinde aktif olarak rol alan bireylerle paylaşması sonuç sağlayabilecektir. 166• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Stratejik planlama yapılmadan önce, iş süreçlerinin tanımlanması performans göstergelerindeki eksikliği giderecektir. Bütçe kalemlerine ilişkin stratejik tanımlamalardaki yanlışlıklar, pratikte görülmeyen ancak teorik olarak var olan alanlar için söz konusu olmaktadır. Bu sorunun aşılması için, pratikte de var oldukları uygulamaların incelenmesi önerilebilir. Ayrıca stratejik planlama esnasında, ilk planlama deneyiminden yola çıkılarak uygulamaya dönük süreçler de tanımlanabildiği kadar tanımlanmalıdır. Strateji ve proje ilişkileri kurulurken ilgili tüm birimlerin koordinasyonu sağlanmalıdır. -Sistem Kaynaklı Sorunlar ve Çözüm Önerileri Kamu örgütlerinin kendine has yapılarını bir anda değiştirmek ve stratejik yönetime uygun hale getirmek mümkün değildir. Bu, zaman içerisinde gerçekleşecek bir süreçtir. Bu sürecin mümkün olan en kısa zamana indirgenmesi örgüt kültürüne stratejik yönetim anlayışının, stratejik bilincin ve arzu edilen davranışları pekiştirmede kullanılacak ödüllendirme ve teşvik sistemlerinin yerleştirilmesiyle sağlanabilir. Bu konuda personele, stratejik yönetime dair başarılı örneklerin ve ulaşılan sonuçların eğitim programları eşliğinde aktarılması stratejik bilinci arttırmada fayda sağlayacaktır. Örgütsel iletişim ve koordinasyonun önemine dönük eğitimler, çalışanları değişik ortamlarda bir araya getirmeyi ve kaynaşmayı sağlayacak çeşitli organizasyonlarla gerçekleştirilebilir. Ayrıca tüm personel, iş analizi ve iş akış şemaları konusunda eğitilmelidir. Siyasi liyakatin önüne geçmek yerel yönetimler için pek mümkün görünmemektedir. Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı, stratejik planlama sürecinde yapılanmaya başlamış ve şu an sistem içerisindeki yerini bulmuştur. Tabiki o da, zaman içerisinde yapılan stratejik planlardan sağlanan fayda ve başarıların kurum ile paylaşılmasıyla daha da etkili bir konuma gelebilecektir. Stratejik planlama süreci için sağlanan çalışma şartları ve donanım, Strateji Geliştirme Daire Başkanlığının öncülüğünde daha yeterli ve sağlıklı bir hale getirilebilir. Yöneticilerin yetki alanları temel görevleriyle ilişkili olarak sınırlandırılmalı ve gereksiz işlerle meşguliyetleri minimuma indirilmelidir. Bunda yöneticilere de büyük görev düşmektedir. Çünkü bu bilinci astlarına aşılayacak olan yöneticilerdir. Zaman içerisinde bu anlayış kurum kültürünün de bir parçası olacak, herkes yöneticileri direkt olarak ilgilendirmeyen konularla onları meşgul etmemeyi öğreneceklerdir. Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 167 Stratejik plan kapsamında projeler oluşturulurken ilgili tüm birimler bir araya gelmeli ve projelerin modelleri oluşturulmalıdır. Böylelikle, herkes projenin kendini ilgilendiren kısımla ilgili fikrini söyleyebilir ve koordinasyon rahatça sağlanabilir. En önemlisi, stratejik plan hazırlandıktan sonra rafa kaldırılmamalı, uygulamada da aktif olarak kullanılmalıdır. Tüm personelin elinin altında olmalı ve sürekli gözden geçirilmelidir. Dönem dönem yapılacak revizyonlar da stratejik planlamada sürekliliği daha etkin bir şekilde sağlayabilir. -Lider Kaynaklı Sorunlar ve Çözüm Önerileri Öncelikle, stratejik planlama ekibindeki bireylerin stratejik planlama konusunda bilgi eksiklikleri ve stratejik plan hazırlamadaki yasal zorunluluğun stratejik planlama ekibine olumsuz etkisi, planlama dönemi öncesinde, uzmanlar tarafından verilen eğitimlerle ve stratejik planlamanın sağlayacağı kazanımların örneklendirilmesi suretiyle giderilmeye çalışılmalıdır. Stratejik planlama faaliyetleri için ayrılan zamanların sadece aktif olarak bu faaliyet için kullanılması, telefon görüşmeleri vb. şekillerde bölünmesine izin verilmemesi, gerekiyorsa çalışmalar esnasında iletişim araçlarının kapalı tutulması ya da kullanılmaması sağlanmalıdır. Stratejik planlama dönemi için danışmanlık desteği alınıyorsa, stratejik planlamaya başlamadan önce, danışmanlara belediyeyi ve belediyedeki işleyişi tanıtmak için yeterli süre ayrılmalıdır. Birimler, çalışanlar ve yapılan işlerle iç içe olmalarına olanak tanınmalıdır. Paydaşların sürece daha çok katılımını sağlayıcı mekanizmalarla motivasyon arttırılabilir. -Katılımcı Kaynaklı Sorunlar ve Çözüm Önerileri Stratejik planın uygulanması sonucu elde edilen başarılı sonuçların katılımcılara aktarılması, katılımcıların süreçteki rollerinin daha aktif ve önemli hale getirilmesi ve stratejik bilince dair eğitimlerin gerçekleştirilmesiyle katılımdaki gönüllülük arttırılabilir. Bu, aynı zamanda, stratejik planlamanın ne olduğunun ve öneminin de kavranmasına yardımcı olacak, sürecin bir zaman kaybı ve ilave iş unsuru olarak görülmesini engelleyecek ve değişime direnç azalacaktır. Stratejik planlamanın sadece kurumu ve çalışanı daha iyiye ulaştırmak amacıyla gerçekleştirilen bir süreç olduğu gerçeği stratejik planın uygulanması ile ortaya çıkacaktır. 168• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Bireylerin eğitime elverişli olmaması sorunu, öncelikle sürekli eğitimlerle bireyler eğitime elverişli hale getirilerek, sürekli öğrenmeleri ve yeniliğe adaptasyonları sağlanarak, sonrasında ise uzun vadede daha nitelikli bireylerin istihdamı sağlanarak aşılabilecektir. Ortak iş yapma bilinci ise, ortak sorumluluk alanlarındaki koordinasyonsuzlukların doğurduğu zaman, maliyet kaybı gibi başarısızlıklar ve koordinasyonun sağlanması halinde kazanılacak zaman, vatandaş memnuniyeti ve seçimlerdeki tercihler üzerindeki etkisi gibi başarı unsurları ortaya konularak kazandırılabilir. Ayrıca, verilen eğitimler esnasında çalışanların birlikte yapacakları aktiviteler de ortak iş yapma bilincine ulaşmada yararlı olacaktır. İş süreçleri konusundaki bilgisizlik de, yine, eğitimler ve bu konuda bilgili olan kişilerin süreçlerin belirlenmesindeki aktif katkılarıyla ortadan kaldırılabilir. Stratejik planlamaya dair eğitimin, stratejik planlama sürecinde aktif olarak yer alan bireylerden diğer personele aktarılıp aktarılmadığı konusunda bilgi edinmek adına dönem dönem üst yönetimin kurumun birimlerine yapacağı personelle bilgi alış verişine yönelik ziyaretler yararlı olabilecektir. -Uygulayıcı Kaynaklı Sorunlar ve Çözüm Önerileri Stratejik bilinç ve sürece dair eğitim eksiği eğitim programlarıyla giderilebilecektir. Stratejik yönetim üst yönetimin bir fonksiyonudur. Ancak stratejik planın uygulayıcıları tarafından benimsenmesi süreç için kritik bir faktördür. Benimseme sorunu, stratejik planlama çalışmalarına örgüt için anket uygulamaları vb. yöntemlerle uygulayıcıları daha fazla dahil etmek suretiyle aşılabilecektir. Değişime direnç göstermek, var olanı koruma içgüdüsüdür ve doğal bir insan davranışıdır. Çalışanlarda oluşacak direncin değişime engel olmaması için tüm tarafların yeterince bilgilendirilmesi ve karar aşamalarına katılımlarının sağlanması gereklidir. Stratejik planın etkili olabilmesi için anahtar koşul, en kısa sürede en çok çalışanı sürece dahil etmektir. Stratejilerin başarıya ulaşabilmesi için ilkelerin, amaçların ve hedeflerin çalışanlar tarafından benimsenmesi önemlidir. Zaman içerisinde yapılan eğitimler neticesinde ve yeni alınacak personelin daha nitelikli olmasına özen gösterilerek uygulayıcıların eğitime elverişli hale getirilmesi sağlanabilir. Ayrıca, zaman zaman gerçekleştirilecek sohbetlerle yöneticiler çalışanlarının stratejik planlama çalışmaları hakkındaki düşüncelerini öğrenebileceklerdir. Belediyelerde Stratejik Planlama Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri • 169 -Bütçe Kaynaklı Sorunlar ve Çözüm Önerileri Öncelikle, sistemli ve başarılı bir stratejik planlama dönemi için, stratejik planlama çalışmalarına başlamadan evvel, yapılabilecek tahmini harcamalar Strateji Geliştirme Dairesi Başkanlığının öncülüğünde kurulan bir ekiple hesaplanmalı ve bütçelendirilmelidir. Bu harcamaların, esasında geleceğe dönük yatırımlar olduğu görülmeli ve harcama kalemlerinin bütçeye yansıtılabilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Stratejik plan hazırlanmadan önce mutlaka mali olanaklara bakılması gerekmektedir. Aksi takdirde, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ nde de yaşandığı gibi, kaynak dağılımına gelindiğinde bir takım hedeflerin silinmesi söz konusu olabilecek, bu durum da belirlenen stratejik amaçların gerçekleştirilmesi önünde engel teşkil edebilecektir. Bununla birlikte, yapılan araştırma neticesinde, belediyelerde bütçe sorunlarının temelinde maliyet muhasebesi yapılmamasının yattığı görülmüştür. Üst yönetim tarafından bu sorunun üzerinde durulmalı ve nasıl aşılabileceğine yönelik çözümler geliştirilmelidir. Gerekiyorsa bir sisteme dönük yapılanma için adım atılmalıdır. Hizmet önceliklerinin belirlenmesindeki siyasi etki ve vatandaş etkisi, önceliklerin belirlenmesinde tek başlarına söz sahibi olmamalı, bunlarla birlikte teknik öncelikler de göz önünde bulundurulmalı, en doğru karar belediye ve vatandaşın daha çok fikir paylaşımında bulunması suretiyle alınmalıdır. Bu konuda, belediyenin yapmayı düşündüğü projeler için halkın görüşüne anket uygulaması vb. şekillerde ulaşması önerilebilir. Bütçenin esneklik miktarını ayarlamadaki sorun stratejik planlama anlayışının yerleşmesiyle zaman içerisinde aşılacaktır. Kurum bütçesi ile performans esaslı bütçenin birbirini tutmaması sorunu ise daireler arası kaynak aktarımlarıyla zaten aşılmıştır. KAYNAKÇA Asım Balcı ve Ahmet Nohutçu, “Strategic Management Initiatives in Turkish Public Organizations”, Uluslar arası Stratejik Yönetim Konferansı, Ülke ve Küresel Perspektiften Stratejik Yönetim Bildirileri, Çanakkale, 23-25 Haziran 2005. Bryan W. Barry, Strategic Planning Workbook for Public and Nonprofit Organizations, St.Paul: Amherst H. Wilder Foundation, 1986. 170• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Devlet Planlama Teşkilatı, Kamu Kuruluşları İçin Stratejik Planlama Kılavuzu, 2. Sürüm, Ankara: DPT Yayınları, Haziran 2006. George Albert Steiner, Top Management Planning, New York: The MacMillan Company, 1969. Hart Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, çev. Cemal Enginsoy, Ankara: Genel Kurmay Yayınları, 1973. Hasan Çoban, Bilgi Toplumuna Planlı Geçiş, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1997. Henry Mintzberg, James Brian Quinn, Sumantra Ghoshal, The Strategy Process, New York: Prentice Hall Europe, 1998. Kemal Tosun, İşletme Yönetimi, Cilt I, İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1974. Kutluhan Yılmaz, “Kamu Kuruluşları İçin Stratejik Planlama Uygulaması”, Sayıştay Dergisi, Sayı: 50–51, 2003. Nezahat Güçlü, “Stratejik Yönetim”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt No: 23, Sayı No: 2 (2003) Ömer Dinçer, Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası, 7.b., İstanbul: Beta Basım A.Ş., 2004. Ömer Faruk Akyüz, Değişim Rüzgârında Stratejik İnsan Kaynakları Planlaması, İstanbul: Sistem Yayıncılık, 2001. Richard Podol, Sevk ve İdarenin Esasları, Ankara: TODAİE Yayınları, 1962. Tahir Akgemci, Stratejik Yönetim, Ankara: Gazi Kitabevi, 2007. Türk Dil Kurumu Sözlüğü, Yayın No: 603, Ankara: 1994. ÜLGEN Hayri ve MİRZE S. Kadri, İşletmelerde Stratejik Yönetim, 3.b., İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2006. Tahir Akgemci, Stratejik Yönetim, Ankara: Gazi Kitabevi, 2007. http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5216.html - 01.05.2009. http://halksagligi.med.ege.edu.tr/seminerler/2003-04/NitelArastirmaYontemleri_HB.pdf 10.05.2009. http://www.sp.gov.tr/default.asp - 10.03.2009. - Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 171 - 186 B.Neşet YILDIRIM ∗ Ayşe GÜNSEL ∗∗ Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama Özet Son yıllarda iş hayatında yapılan araştırmalar, bireylerin sahip oldukları “Entelektüel Zeka (IQ)” nın tek başına yeterli olmadığını, uzun yıllar boyunca ihmal edilmiş olan duyguların liderlik sürecindeki rolü ve duyguların bireyleri olumlu etkileyeceği inancının ve yeni yeni telaffuz edilmeye başlanan “Duygusal Zeka (EQ)” kavramının örgüt için hayati öneme sahip olduğunu göstermiştir. Ayrıca duygusal zekanın entelektüel zekadan farklı olarak geliştirilebilir olmasının günümüz rekabet ortamında liderlerin ve işletmelerin performanslarını arttırmak içinde duygusal zekaya önem vermesi bu konunun çalışmamızda amaç teşkil etmesine yol açmıştır. Bu kapsamda duygusal zekânın liderlik davranışları üzerindeki etkilerini incelemek amacıyla, İstanbul ilinde denetim ve finansal danışmanlık sektöründe faaliyet gösteren yurtdışı kaynaklı firmaların yöneticileri üzerinde duygusal zekâ seviyeleri ve liderlik özellikleri ölçülmeye çalışılmıştır. Anahtar Sözcükler: Duygusal Zeka, Liderlik Abstract Research in recent years indicates that sole “Intelligence Quotient (IQ)” is not sufficient to be successful in business life. Besides, research highlights the vital importance of emotion and leadership role interaction, belief of positive effects of emotions on individuals and "Emotional Intelligence (EQ)" concept, which has become widespread lately, for the company. In addition, unlike intelligence quotient, emotional intelligence could be improved and this leads the companies and the executives to give importance to the emotional intelligence in order to increase the performance. In this context, in order to study the impact of emotional intelligence on the leadership behaviors, emotional intelligence and leadership features of executives working at international audit and consultancy firms in Istanbul have been measured. Key words: Emotional Intelligence, Leadership ∗ Kocaeli Üniversitesi, İşletme A.B.D., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yönetim ve Organizasyon Yüksek Lisans Öğrencisi, Kocaeli ∗∗ Doç.Dr., Kocaeli Üniversitesi, İşletme A.B.D., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Öğretim Üyesi, Kocaeli 172• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Liderlik kavramı tarihin en eski çağlarından bu yana her dönemde değişik şekillerde karşımıza çıkmış ve daima önemini korumuştur. İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise değişen ve gelişen ekonomik koşullar karşısında örgütlerin rekabet gücünü etkileyen başlıca faktörlerden biri olan yönetici durumundaki liderlerin, yönetimdeki anlayış ve rollerinin farklılaşması sonucu daha fazla bilgi, beceri ve tecrübelerle donanmak zorunda olmalarını gerektirmiştir. Bu kapsamda uzun yıllar boyunca çalışma hayatında sadece bilişsel (IQ) zekâya verilen önem yerini insan ilişkilerinde asıl etken olan duygusal zekâ (EQ) ya bırakmıştır. Bilişsel zekanın (IQ) profesyonel ve özel hayattaki etkilerinin zannedildiği kadar yüksek olmadığının anlaşılması ile birlikte 80`lerden günümüze duygusal zeka kavramının (EQ) popülaritesinde ciddi bir artış yaşanmıştır. “Bireyin kendisinin ve başkalarının duygularını anlama, bunlar arasında ayırım yapma ve bu süreçten elde ettiği bilgiyi, düşünce ve davranışlarında kullanabilme yeteneğiyle ilgili olan sosyal zekânın bir alt formu” olarak tanımlanan duygusal zeka (Mayer ve Salovey,1993:433), bu haliyle iletişim, liderlik, örgütsel bağlılık ve iş tatmini gibi pek çok örgütsel kavram ile ilişkili bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada liderlik ve duygusal zeka kavramları hem teorik hem de ampirik olarak detaylı bir şekilde incelenmekte, liderlerin sahip oldukları duygusal zekanın, liderlerin kendilerinin ve organizasyonların gelişiminde ne derecede öneme haiz olduğu, izleyenlerini nasıl etkilediği ve sergiledikleri liderlik tarzlarında duygusal zeka ile etkileşimleri tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bu amaçla giriş bölümünün ardından duygusal zeka onu takip eden bölümde ise liderlik kavramları geniş bir literatür taraması ile tanımlanmakta; ardından da duygusal zekanın liderlik davranışları üzerindeki etkileri tartışılmaktadır. Metodoloji kısmında, geliştirilen hipotezler test edilmekte ve sonuç kısmında ise bulgular tartışılmaktadır. 2.Teorik Altyapı Bu çalışma kapsamında duygu, zeka, duygusal zeka ve liderlik konuları üzerinde durulmuş, duygusal zeka ile dönüşümsel ve yönetsel liderlik tarzları arasındaki ilişki incelenmiştir. Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama • 173 2.1. Duygusal Zeka Günümüzde insanı tanımaya yönelik çalışmaların başında yer alan “duygu” kavramına ilişkin araştırmalar geniş çevrelerin ilgi odağı haline gelmiştir. Duygu kavramı psikoloji ve felsefe alanlarında özellikle yoğun bir şekilde incelenmiş ve üzerinde durulmuş bir konu olmuştur ve olmaya devam edecektir. Duygusal zeka ise bireyin çevresinden gelen baskı ve taleplerle başarılı şekilde baş edebilmesinde bireye yardımcı olan, kişisel, duygusal ve sosyal yeterlilik ve beceriler dizini olarak tanımlanan popüler bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.(Acar,2002:55) Duygusal zekanın temeli, Thorndike'in 1920 yılında, bireyleri anlama ve yönetme yeteneği olarak ifade ettiği sosyal zeka kavramına dayanmaktadır.(Dağlı vd.,2008:24) Duygusal zeka kavramı ise ilk kez Yale Üniversitesinden Peter Salovey ve New Hampshire Üniversitesinden John Mayer (1990) adlı iki psikolog tarafından ortaya konmuştur. Salovey ve Mayer çalışmalarında duygusal zekayı “bireyin kendisinin ve başkalarının duygularını anlama, bunlar arasında ayırım yapma ve bu süreçten elde ettiği bilgiyi, düşünce ve davranışlarında kullanabilme yeteneğiyle ilgili olan sosyal zekânın bir alt formu” olarak tanımlamaktadırlar.(Mayer ve Salovey,1993:433) Duygusal zeka kavramının yaygınlaşmasını ve akademik çevrelerde incelenmeye başlamasını sağlayan ise Daniel Goleman’ın 1995 de çıkarttığı “Duygusal Zeka Neden IQ’dan Önemlidir? adlı kitap olmuştur. Kitap, kamuoyunda büyük bir ilgi toplamış ve duygusal zeka yazınındaki bir çok araştırmaya da temel teşkil etmiştir.(Çakar ve Arbak,2004:34) Goleman’a göre duygusal zeka, azim, sebat, kendi kendini harekete geçirebilmeyi kapsayan, diğerlerinin ne hissettiğini anlayabilme ve dürtülere hakim olabilmeyi sağlayan temel yaşam becerisidir.( Dağlı vd.,2008:24) Duygusal zeka kavramı, bireyin yaşamdaki başarısını büyük ölçüde belirleyen bir beceriler bütünü olarak ele alınmaktadır. “Başarı” sözü ile kastedilen ise yalnızca statü, kariyer veya zenginlik değil kişinin kendini iyi hissedip hayattan zevk alması, başkalarıyla olan olumlu ilişkileri ve yaşamındaki başarısını belirleyen faktörler olarak ön plana çıkmaktadır. (Dağlı vd.,2008:25) Goleman yaptığı araştırmalarda duygusal zeka yeteneklerini iş yaşamındaki faktörlerle eşleştirmiş ve duygusal zekayı dört boyut altında toplamıştır. Bunlar;(Goleman,2007:73,389) 174• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ a) Özfarkındalık; kişinin ruh halinin ve o ruh hali hakkındaki düşüncelerinin farkında olabilmesi ile kendi duygu, düşünce ve tepkileri arasındaki ilişkiyi kavrayabilmesi, b) Özyönetim; bir hissin temelinin farkına varmak, korku, kaygı, öfke ve üzüntü ile baş etmenin yollarını bulmak gibi yetenekleri içermektedir c) Sosyal Farkındalık; başkalarının duygularının farkında olmak, d) Sosyal İlişki Yönetimi; bireylerin karşılıklı ilişkilerini etkili bir şekilde yönetebilme becerisi olarak tanımlanmıştır. 2.2.Liderlik Liderlik, yöneltme fonksiyonunun başarısı ve işletme faaliyetlerinin etkinliği açısından sürekli gündemde olan ve ilgi çeken inceleme alanlarından biridir. Lider ve liderlik davranışları ile ilgili ampirik araştırmalar her ne kadar endüstri devrimi sonrasında yoğunlaşsa da aslında lider ve liderlik konusu insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. Bu nedenle,“Nasıl lider olunur? Kim lider olur? Liderin özellikleri nelerdir? Lideri, lider olmayanlardan ayıran özellikler nelerdir? gibi soruların cevapları sadece günümüzde değil, öteden beri merak edilen ve üzerinde çok sayıda araştırma yapılan konulardan biri olmuştur.(Sabuncuoğlu ve Tüz,2001:215) Araştırmacılar, liderliğin tanımını daha çok kişisel perspektiflerine ve önem verdikleri olgulara göre yapmışlardır. Ancak farklı tanımlar olmasına rağmen birleştikleri ortak noktalar genelde aynıdır. Ortak payda durumundaki kriterler; belli bir amacın olması, belli bir grup insanın olması ve bu grubu yönlendirebilecek bir liderin bulunmasıdır.(Zel,2001:91) Bir grup insanın kişisel ve grup amaçlarını gerçekleştirmek üzere takip ettikleri, emir ve talimatları doğrultusunda davrandıkları kişi liderdir. Liderlik sürecinin esasını, bir kişinin başkalarını etkileyebilmesi oluşturmaktadır. Bu süreç; lider, izleyiciler ve koşullar arasındaki ilişkilerden oluşan karmaşık bir süreçtir.(Koçel,2003:584) Bir liderin en önemli özelliği, heyecan yaratmasıdır. Liderin mesajı vardır. Lider mesajını izler, diğer insanlarda lideri izler. Gerçek bir lideri taklit liderlerden ayıran en önemli kriterlerden birisi, resmi olarak o koltuktan ayrılsa bile insanların o kişiyi lider olarak algılamaya devam etmeleridir.(Baltaş,2001:110) Ayrıca liderliğin oluşması için formal organizasyonların mevcudiyeti ve kişinin resmi yetkilerle donatılması da şart değildir. Mahallelerde oluşan çete faaliyetlerinde, çocukların kendi aralarındaki oyunlarında formal Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama • 175 olmayan organizasyonlarda rastlandığı gibi hiçbir resmi (formal) yetkisi olmadığı halde büyük bir grubu peşinde sürükleyen informal liderler ya da çok geniş yetkilere sahip olduğu halde bunları kullanarak, grubu peşinden sürükleyemeyen yöneticiler de olabilir.(Koçel,2003:584). Araştırmamızda çağdaş liderlik yaklaşımları yönetsel liderlik ve dönüşümsel liderlik tarzı olmak üzere iki başlık altında kategorize edilmektedir. Liderlerin a. Yönetsel Liderlik: sahip oldukları yetkilerini çalışanları ödüllendirmeyi, daha çok çaba göstermeleri için para ve statü verme biçiminde kullandıkları liderlik tarzıdır. Yönetsel liderler çalışanların geçmişten süregelen faaliyetlerini daha etkin ve verimli kılmak veya iyileştirmek suretiyle iş yapma ve yaptırma yolunu seçerler, çalışanların yaratıcı ve yenilikçi yönleri ile çok fazla ilgilenmezler.(Eren,1998:370) Yönetsel liderliği Bass ve Avolio, bir liderin takipçisini performansa göre cezalandırdığında veya ödüllendirdiğinde ortay çıkan liderlik biçimi şeklinde açıklarken; Burns ise iş standartlarının (gereksinimlerinin), görevlerinin ve vazife odaklı hedeflerin önemini vurgulayan lider şekli olarak tanımlamaktadır.(Mandell ve Pherwani,2003:387) b. Dönüşümsel Liderlik: Günümüz liderlik çalışmalarında en çok tartışılan konulardan birisi olan ve temelden bir değişim yaratma yeteneği olarak ifade edilen dönüşümsel liderlik, uzun dönemli bakış açısına sahip olmakla beraber örgüt vizyonunda, stratejisinde ve kültüründe değişim yaratma yeteneği üzerine odaklanmış bir liderlik tarzıdır.(Erkuş ve Günlü,2008:190) İlk kez Burns tarafından ortaya konulup, Bass tarafından daha da geliştirilen dönüşümsel liderlik kuramında asıl olan, örgütün geçmişi değil bugünü ve geleceğidir.(Gül ve Şahin,2011:239) Dönüşümsel ya da değişimci liderler, kendilerine bağımlı astlar yaratmak değil, bağımsız, eleştirisel düşünebilen ve böylece işletmeye önemli katkıları olabilecek, yenilikçi astlar yaratmayı hedeflemektedirler. Riskleri göze alabilir, hata yapmaktan korkmazlar. Hataların kendileri için bir gelişme fırsatı olduğunun farkındadırlar. Özetle transformasyonel liderler reformcu, değişimci ve yenilikçi bir kimliğe sahiptirler.(Tengilimoğlu,2005:6) 176• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 2. 3. Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi Duygusal zekânın liderlik sürecinde olmazsa olmaz bir özelliği olduğunun fark edilmesiyle birlikte liderlerden mevcut yeteneklerinin yanında duygusal zekâ yeteneklerine sahip olması ve kullanması da talep edilmeye başlanmış dolayısıyla da lider ve liderlik süreci ile duygusal zekâ arasındaki ilişkileri inceleyen araştırmalar da hız kazanmıştır. Özellikle duygusal zekânın, bireylerin iş yaşamındaki başarısını etkileyen kişilik ve zekâ gibi faktörlerden farklı olarak gelişime açık olması, duygusal zeka-liderlik ilişkisini daha da önemli kılmaktadır. Bunun yanı sıra birçok araştırmacı, duygusal zekânın liderlik sürecinde önemli bir işlevi olduğunu düşünmektedir.(Erkuş ve Günlü,2008:192) Zhou ve George liderlerin duygusal zekâlarının yaratıcılık sürecinde kritik bir öneme sahip olduğunu ve duygusal zekânın yaratıcılık oluşum sürecinin her aşamasında etkili bir değişken olduğunu belirtmişlerdir.( Cengiz vd.,2006:423) Bass ise bir liderin izleyicilere ilham verme ve iletişim kurma sürecinde, hem çoklu zekâ, hem de duygusal zekâ yeteneklerine sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Caruso, Mayer ve Salovey de duygusal zekânın liderin iletişim yeteneklerinin temeli olduğunu belirtmektedir.(Erkuş ve Günlü,2008:192) Duygusal zekâya sahip liderler farklı fikirlerdeki insanların duygularını, yetenekleri aracılığıyla yöneterek, daha ılımlı ve anlaşma yanlısı bir havayı oluşturarak yaratıcı ortamın geliştirilmesine katkı sağlayabilirler. Ayrıca takipçilerinin huzursuzluklarını ve içsel çatışma olasılığını hemen fark edebilir ve bu olumsuz havayı yönetebilirler. Böylece çalışanlar kendi fikirlerinin değerli olduğu inancına sahip olmaya devam ederler. Duygusal zekâya sahip liderler problem tanımlama veya fırsat belirlemenin altında yatan bilişsel süreçleri duyguları kullanarak kolaylaştırabilirler.(Cengiz vd.2006:426). Dolayısıyla; H1: Duygusal zeka ile yönetsel liderlik davranışları arasında olumlu bir ilişki mevcuttur. H2: Duygusal zeka ile dönüşümsel liderlik davranışları a) karizma ve ilham verme, entelektüel gelişim ve c) kişiselleştirilmiş ilgi arasında olumlu bir ilişki mevcuttur. b) Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama • 177 Yönetsel Liderlik Duygusal Zeka * İstisnalarla Yönetim * Öz Farkındalık * Sosyal Farkındalık * Öz Yönetim Dönüşümsel Liderlik * İlham Ve Karizma * Entelektüel İlgi Şekil 1: Teorik Model 3. Metodoloji Bu araştırmanın amacı, İstanbul ilinde denetim ve finansal danışmanlık sektöründe faaliyet gösteren yurtdışı merkezli firmalar içerisinde yönetici lider kadrolarında görev yapan personelin duygusal zekaları ve gösterdikleri yönetsel ve dönüşümsel liderlik davranışları arasındaki ilişkiyi incelemektir. 3.1. Örneklem Bu araştırmanın evrenini, denetim ve danışmanlık sektöründe faaliyet gösteren işletmeler ve bu işletmelerdeki lider rolü üstlenen uzman personel ve yöneticiler oluşturmaktadır. Türkiye`de bu sektörün yoğunlaştığı bölge İstanbul olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla bu evreni temsil etmek üzere kolayda örneklem yöntemi ile İstanbul’da denetim ve finansal danışmanlık alanında faaliyet göstermekte olan 85 adet denetim/danışmanlık firması arasından Dört Büyükler olarak addedilen KPMG, PWC, Deloitte, Ernst & Young firmalarındaki 100 adet uzman personel ve yöneticiden oluşan bir grup, örneklem olarak seçilmiştir. Liderlik düzeyini ölçmek üzere Avolio ve Bass `ın (1996) geliştirdiği 36 sorudan oluşan liderlik ölçeği kullanılarak katılımcıların hem yönetsel hem de dönüşümsel liderlik boyutları ölçülmeye çalışılmıştır. Duygusal zekayı ölçmek üzere ise bu çalışmada Bar-On’un (1996) 17 soruluk duygusal zeka ölçeği kullanılmış ayrıca katılımcıların kişisel bilgilerini toplamak amacıyla da bir demografik anket düzenlenmiştir. E-mail, yüz yüze görüşme ve telefon gibi çeşitli araçlardan istifade edilerek ana kütleye anketler dağıtılmış; nihayetinde 60 adet anketin geri dönüşü sağlanmıştır. Bu şekilde katılım oranı %60 olarak karşımıza çıkmaktadır. 178• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Araştırma sonuçlarına göre katılımcıların %58,3 çoğunlukla erkek ve %43,3 çoğunlukla 29-35 yaş grubunda daha yoğun bulunduğu görülmektedir. Çalışanların % 68,3 gibi yüksek bir oranla bekar , %51,7 oranla yüksek lisans mezunu olduğu ve kurumda çalışma sürelerinin de %43,3 oranla 1-5 yıl arasında olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca personelin %36,7 gibi bir dağılımla danışman pozisyonunda bulunduğu görülmektedir. Tablo 1: Örneklemin Nitelikleri Sıklık Bay 35 58,3 Bayan 25 41,7 22-28 20 33,3 29-35 26 43,3 36-42 10 16,7 43-49 3 5,0 50 ve Üzeri 1 1,7 Bekar 41 68,3 Evli 19 31,7 Lisans 27 45,0 Yüksek Lisans 31 51.7 Doktara 2 3,3 1Yıldan Az 3 5,0 1-5 yıl 26 43,3 6-10 yıl 14 23,3 11-15 yıl 11 18,3 Cinsiyet Yaş Medeni Durum Eğitim Kurum Tecrübesi Yüzde Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama • 179 Pozisyon 16-20 yıl 4 6,7 21 yıl ve üzeri 2 3,3 Danışman 22 36,7 Kıdemli Danışman 10 16,7 Müdür Yardımcısı 1 1,7 Müdür 8 13,3 Kıdemli Müdür 3 5,0 Direktör 10 16,7 Ortak 4 6,7 Kıdemli Ortak 2 3,3 Toplam 60 100 3.2.Geçerlilik ve Güvenilirlik Ölçümlerimizin geçerlilik ve güvenilirliklerini test etmek amacı ile faktör analizi ve Cronbach alfa testi kullanılmıştır. Yapılan araştırmada bağımsız değişkenler bir Keşifsel Faktör Analizi (EFA) modeline, bağımlı değişkenler de bir diğer EFA modeli içersine dahil edilmişlerdir. Sorunlu maddelerin elenmesinin ardından sonuçlar, beklendiği üzere bağımsız değişken olan duygusal zekanın öz farkındalık, sosyal farkındalık, öz yönetim ve sosyal ilişki yönetimi olmak üzere dört boyut altında, bağımlı değişken olan liderliğin ise yönetsel liderlik (bir boyutta) ve dönüşümsel liderlik i) karizma ve ilham verme, ii) entelektüel gelişim ve iii) kişiselleştirilmiş ilgi olmak üzere toplam dört boyutta toplandığı görülmüştür. Faktör analizinden sonra her bir faktörü oluşturan soru grupları ve ayrıca anketi oluşturan soruların tümü güvenilirlik analizine tabi tutulmuştur. Güvenilirlik analizi neticesinde elde edilen cronbach alfa değerleri duygusal zeka boyutları olmak üzere; özfarkındalık bileşenini ölçen ifadeler için 0,897; sosyal farkındalık bileşenini ölçen ifadeler için 0,757; özyönetim bileşenini ölçen ifadeler için 0,849; sosyal ilişkiler bileşenini ölçen ifadeler için 0,804 olarak hesaplanmıştır. Liderlik boyutları olmak üzere ise; Yönetsel liderliğin 180• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ istisnalarla yönetim bileşeni için 0,896; Dönüşümsel liderliğin ilham ve karizma bileşeni için 0,866; entelektüel gelişim bileşeni için 0,826; kişiselleştirilmiş ilgi bileşeni için ise 0,779 olarak hesaplanmıştır. Değişkenlere ilişkin alfa değerlerinin tablo 2’de çaprazlama olarak parantez içinde verilmektedir. Bu sonuçlar ölçeklerimizin geçerlik ve güvenilirlik koşullarını sağladığını göstermektedir. Araştırmamızda liderlerin duygusal zeka seviyeleri ve gösterdikleri yönetsel ve dönüşümcü liderlik tarzları arasındaki ilişkinin düzeyini ve yönünü belirlemek üzere basit korelâsyon analizi uygulanmıştır. Tablo 2’de gösterilen korelasyon analizi sonuçlarına göre bağımsız değişken olan duygusal zekanın sosyal ilişki yönetimi boyutu ile bağımlı değişkenlerin tümü arasında yani yönetsel ve dönüşümsel liderliğin tüm boyutları arasında karşılıklı ve anlamlı bir ilişki bulunduğu, bağımsız değişkenlerden öz farkındalık ve öz yönetim boyutlarının bağımlı değişken olan yönetsel liderlik ve dönüşümsel liderliğin ilham ve karizma boyutu arasında karşılıklı ve anlamlı bir ilişki bulunduğu, ayrıca yine bağımsız değişken olan sosyal farkındalık boyutunun da bağımlı değişkenlerden yönetsel liderlik ve dönüşümsel liderliğin ilham ve karizma boyutu ile entelektüel gelişim boyutu arasında karşılıklı ve anlamlı bir ilişki bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Tablo 2: Ortalama, Standart Sapma ve Korelasyon Değerleri O S 1 Ö.F 4 , 0 S.F. 4 , , 0 Ö. 3 , , , 0 S.İ. 3 , , , , 0 Y.L 4 , , , , , 0 D. 3 , , , , , , 0 D. 4 , , , , , , , 0, D. 4 , , , , , , , ,5 2 3 4 5 6 7 8 0 **. p< 0.01 *. p<0.05 3.3.Hipotez Testleri Hipotezlerimizi test etmek amacı ile lineer regresyon analizinden faydalanılmaktadır. Regresyon analizi bağlamında R2, bağımsız değişkenlerin bağımlı değişkendeki değişimin ne kadarını açıklayabildiğini göstermekte; F değeri de modelin tüm olarak anlamlılığını ortaya Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama • 181 koymaktadır. β değeri, bağımsız değişkenlerin bağımlı değişken üzerindeki etkisinin şiddetini göstermekte olup bu değerlerin yanlarındaki yıldızlar, bu etkinin istatistiksel olarak anlamlılığını sergilemektedir. Çift yıldız 0.01 seviyesinde, tek yıldız da 0.05 seviyesindeki anlamlılığa tekabül etmektedir. H1 Hipotezi İçin Tablo 3: Duygusal Zeka-Yönetsel Liderlik İlişkisi Bağımsız Değişkenler β Sig Öz Farkındalık ,209 ,096 Sosyal Farkındalık ,396** ,001 Öz Yönetim ,299* ,015 Sosyal İlişki Yönetimi -,048 ,686 Bağımlı Değişken: Yönetsel Liderlik İstisnalarla Yönetim, R2= 0,416, F= 11,486 **:q< 0, 01, *: q< 0,05 Regresyon analizi sonuçlarına bakıldığında ilk regresyon modelinin (bkz. tablo 3) bir bütün olarak anlamlı olduğu (F= 11,486, sig < 0,01) bağımlı değişken üzerindeki değişimin %42`sini açıkladığı görülmektedir. Bulgular bağımsız değişkenler açısından teker teker incelendiğinde H1 hipotezinde belirtildiği gibi duygusal zekanın sosyal farkındalık ve öz yönetim boyutlarının, yönetsel liderlik üzerinde pozitif ve anlamlı bir etkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Öz farkındalık boyutunun yönetsel liderlik üzerinde pozitif etkisi olmasına rağmen anlamlı bir ilişkinin olmadığı görülmektedir. Yine benzer şekilde sosyal ilişki yönetiminin de yönetsel liderlik üzerinde negatif etkisi olduğu ve anlamlı bir ilişkinin olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla sonuçlar duygusal zekanın sosyal farkındalık ve öz yönetim boyutlarının yönetsel liderlik davranışları arasında olumlu bir ilişki olduğunu destekler nitelikte iken; duygusal zekanın öz farkındalık ve sosyal ilişki yönetimi boyutları ile yönetsel liderlik davranışları arasında bir ilişkinin olduğu yönünde kanıt sağlanamamıştır. 182• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ H2a Hipotezi İçin Tablo 4: Duygusal Zeka-Dönüşümsel Liderlik İlham ve Karizma İlişkisi Bağımsız Değişkenler β Sig Öz Farkındalık ,029 ,818 Sosyal Farkındalık ,423** ,001 Öz Yönetim ,250* ,041 Sosyal İlişki Yönetimi ,173 ,152 Bağımlı Değişken: Dönüşümsel Liderlik İlham ve Karizma, R2= 0,408, F= 11,164 **:q< 0, 01, *: q< 0,05 Regresyon analizi sonuçlarına bakıldığında regresyon modelinin (bkz. tablo 4) bir bütün olarak anlamlı olduğu (F= 11,164, sig < 0,01) bağımlı değişken üzerindeki değişimin %41`ini açıkladığı görülmektedir. Bulgular bağımsız değişkenler açısından teker teker incelendiğinde H2a hipotezinde belirtildiği gibi duygusal zekanın sosyal farkındalık ve öz yönetim boyutlarının, dönüşümsel liderliğin ilham ve karizma boyutu üzerinde pozitif ve anlamlı bir etkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Öz farkındalık ve sosyal İlişki boyutlarının dönüşümsel liderliğin ilham ve karizma boyutu üzerinde pozitif etkisi olmasına rağmen anlamlı bir ilişkinin olmadığı görülmektedir. H2b Hipotezi İçin Tablo 5: Duygusal Zeka-Dönüşümsel Liderlik Entelektüel Gelişim İlişkisi Bağımsız Değişkenler β Sig Öz Farkındalık ,065 ,678 Sosyal Farkındalık ,192 ,192 Öz Yönetim ,085 ,573 Sosyal İlişki Yönetimi ,152 ,311 Bağımlı Değişken: Dönüşümsel Liderlik Entelektüel Gelişim, R2= 0,076, F= 2,613 **:q< 0, 01, *: q< 0,05 Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama • 183 H2b hipotezi için bulgular bağımsız değişkenler açısından teker teker incelendiğinde duygusal zekanın dört boyutunun da dönüşümsel liderliğin entelektüel gelişim boyutu üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı görülmektedir. Ayrıca regresyon analizi sonuçlarında da görüldüğü gibi regresyon modelinin (bkz. tablo 5) bir bütün olarak anlamlı olmadığı (F= 2,613, sig > 0,01) bağımlı değişken üzerindeki değişimin sadece % 7,6`sını açıklayabildiği görülmektedir. H2c Hipotezi İçin Tablo 6: Duygusal Zeka-Dönüşümsel Liderlik Kişiselleştirilmiş İlgi İlişkisi Bağımsız Değişkenler β Sig Öz Farkındalık -,054 ,736 Sosyal Farkındalık ,162 ,280 Öz Yönetim ,053 ,729 Sosyal İlişki Yönetimi ,204 ,185 Bağımlı Değişken: Dönüşümsel Liderlik Kişiselleştirilmiş İlgi, R2= 0,029, F= 1,436 **:q< 0, 01, *: q< 0,05 H2c hipotezi için de bulgular bağımsız değişkenler açısından incelendiğinde duygusal zekanın dört boyutunun da dönüşümsel liderliğin kişiselleştirilmiş ilgi boyutu üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı görülmektedir. Ayrıca regresyon analizi sonuçlarında da görüldüğü gibi regresyon modelinin (bkz. tablo 6) bir bütün olarak anlamlı olmadığı (F= 1,436, sig > 0,01) bağımlı değişken üzerindeki değişimin sadece % 2,9`unu açıklayabildiği görülmektedir. 4. SONUÇ Bireyin duygularının farkında olma, duygularla başa çıkabilme, kendini motive edebilme, başkalarına ait duyguları doğru olarak algılayıp değerleme ve ifade edebilme ile ilişkileri yönetebilme yeteneği olarak adlandırılan duygusal zeka, yönetici liderlerin insan ilişkilerinde ve çalışma hayatında başarılı olabilmesi için gerekli yetkinliklerin başında gelmektedir. Ayrıca duygusal zekanın geliştirilebilir olmasının günümüz rekabet ortamında liderlerin ve işletmelerin performanslarını arttırmak içinde duygusal zekaya önem vermesi bu konunun çalışmamızda amaç teşkil etmesine yol açmıştır. 184• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Bu çalışmada duygusal zeka kapsamına giren öz farkındalık, sosyal farkındalık, öz yönetim ve sosyal ilişki yönetimi olmak üzere dört temel boyutun denetim ve finansal danışmanlık sektöründe çalışan yönetici liderlerin sergiledikleri yönetsel ve dönüşümsel liderlik davranışları arasındaki ilişkileri teorik ve uygulamalı olarak araştırılmaktadır. Yapılan araştırma sonuçlarına göre, duygusal zeka ile yönetsel liderlik ve dönüşümsel liderlik arasında anlamlı ilişkiler tespit edilmiştir. Başka bir deyişle bireylerin duygusal zeka yeteneklerinin, yönetsel ve dönüşümsel liderlik özelliklerinin önemli bir belirleyicisi olduğunu ortaya çıkmaktadır. Yapılan araştırmada toplanan verilerin değerlendirilmesi ile duygusal zeka ile yönetsel liderlik ve yine duygusal zeka ile dönüşümsel liderliğin bir karizma ile takipçilerine ilham verme boyutu üzerinde pozitif ve anlamlı etkileri olduğunu gösterir şekilde sonuçlanmıştır. Bir diğer dikkat çekici sonuç ise duygusal zeka ile dönüşümsel liderliğin entelektüel gelişim ve kişiselleştirilmiş ilgi boyutları arasında olumlu bir ilişkinin olduğuna dair bir kanıt bulunamamış olmasıdır. Duygusal zekanın, bireyin belirli durumlarda ne hissettiğinin farkına varabilme ve kendini anlayabilme yetkinliği olarak tanımlanan öz farkındalık boyutu ile diğer bireylerle başarılı ilişkiler kurabilme yeteneğini ifade eden sosyal ilişki yönetimi boyutunun bu çalışmada dikkat çeken bir sonuç olarak yönetsel liderlik ve dönüşümsel liderlik üzerinde herhangi bir anlamlı etkisinin olmadığı görülmektedir. Duygusal zeka boyutlarından; kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlayıp hissetmesi olarak tanımlanan sosyal farkındalık boyutu ile farkına varılan duyguları uygun biçimde kontrol edebilme ve yönetebilme yeteneği olarak tanımlanan öz yönetim boyutlarının, yönetsel liderlik ile birlikte dönüşümsel liderliğin ilham ve karizma boyutunu etkileyen önemli değişkenler olduğu dikkat çekmektedir. Sonuç olarak elde edilen bulgulardan yola çıkarak yüksek duygusal zekaya sahip kişilerin yönetsel ve dönüşümsel liderlik davranışları sergilemeye daha yatkın olduklarını söylemek mümkündür. Bu çalışmanın sonuçları günümüz iş dünyasında özellikle başarıya ulaşmış ve farklılık yaratmış örgütlerin yüksek duygusal zekaya sahip, astlarıyla etkili bir iletişim kurup inisiyatif almalarını destekleyen yönetsel liderler ile ilham veren karizma sahibi dönüşümcü liderlerin omuzlarında yükseldiği gerçeğini desteklemektedir. Duygusal Zeka ve Liderlik İlişkisi: Hizmet Sektöründe Bir Uygulama • 185 KAYNAKÇA ACAR Fusun, “Duygusal Zeka ve Liderlik”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,2002, Sayı:12 s.53-68 BALTAŞ Acar, Ekip Çalışması ve Liderlik, Şubat 2001 Remzi Kitapevi,İst.,s:110 CENGİZ Ekrem, ACUNER Taner, BAKİ Birdoğan, Liderlerin Sahip Oldukları Duygusal Zekanın Örgütsel Yaratıcılık Üzerine Etkileri: Bir Model Önerisi, s.423 ÇAKAR Ulaş, ARBAK Yasemin, “Modern Yaklaşımlar Işığında Değişen Duygu-Zeka İlişkisi ve Duygusal Zeka”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2004, Cilt 6,Sayı:3 DAĞLI Gökmen, SİLMAN Fatoş, ÇAĞLAR Mehmet, Liderlerin Başarısında Duygusal Zekanın Rolü Ve Önemi, KKEFD,2008,sayı:17, s.24 ERKUŞ Ahmet, GÜNLÜ Ebru, Duygusal Zekanın Dönüşümcü Liderlik Üzerine Etkileri, İşletme Fakültesi Dergisi, Cilt 9, Sayı 2, 2008, ss.187-209 EREN Erol, Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi, İstanbul 1998, Beta Yayınları 5.baskı s:342 EREN Erol, Yönetim Psikolojisi, İstanbul: İ.Ü.İşletme Fakültesi Yayını, 1984,s;382 GÜL Hasan, ŞAHİN Kübra, “Bilgi Toplumunda Yeni Bir Liderlik Yaklaşımı Olarak Transformasyonel Liderlik ve Kamu Çalışanlarının Transformasyonel Liderlik Algısı” Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2011,ss.237-249 GOLEMAN Daniel,Duygusal zeka neden IQ’dan daha önemlidir?,Varlık yayınları 31.basım 2007 KOÇEL Tamer, İşletme Yöneticiliği, İstanbul, Eylül 2003 Beta Yayınları, 9.baskı, s:584-587 MANDELL Barbara, PHERWANİ Shilpa, “Relatıonshıp Between Emotional Intellıgence and Transformational Leadership Style: A Gender Comparıson”, Journal of Business and Psychology, Vol.17,No.3 Spring 2003, p.387-402 186• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ MAYER, J. D. ve SALOVEY P. “The Intelligence Of Emotional Intelligence”, Intelligence,(1993) 17(4): 433-442. p.433 SABUNCUOĞLU Zeyyat ve TÜZ Melek, Örgütsel Psikoloji, Ezgi Kitapevi: Bursa 2001, s:215 TENGİLİMOĞLU Dilaver, “Kamu ve Özel Sektör Örgütlerinde Liderlik Davranışı Özelliklerinin Belirlenmesine Yönelik Bir Alan Çalışması”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Güz 2005 c.4, s.14 (1-16) ZEL Uğur, Kişilik ve Liderlik, Ankara:2001, Seçkin Yayıncılık. s:113-114 Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 187 - 202 İbrahim Ethem Ortaköy * Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası Özet 1990’larda Türkiye düşünce hayatının gündemine gelen Medine Vesikası çoğulculuk, çok hukukluluk ve demokrasi kavramları eşliğinde tartışılmıştır. Ali Bulaç’ın başlattığı tartışma çerçevesinde söz konusu metinden yola çıkarak günümüzün toplumsal ve siyasi sorunlarına çareler bulunup bulunamayacağı sorusuna çeşitli kesimlerden kalemlerce farklı pencerelerden cevaplar verilmiştir. Vesika, kimilerince toplum sözleşmesi kuramcılarında eksik kalan tarihi örneği teşkil etmektedir. Bu çalışmada söz konusu tartışmalar betimlenerek söylem çözümlemesine gidildi ve vesikanın toplum sözleşmesi açısından nitel bir yaklaşımla incelenmesi amaçlandı. Anahtar Kelimeler: Toplum sözleşmesi, Medine vesikası, Ali Bulaç, çoğulculuk, çok-hukukluluk GİRİŞ Medine Vesikası, Müslümanların 622 yılında Mekke’ den Medine’ye hicretinin hemen ardından, Hz. Muhammed’ in öncülüğünde Medine toplumunu oluşturan Yahudiler, putperest Araplar ve Müslümanlar arasında imzalanmış bir antlaşmadır. Alman oryantalist Wellhausen ve 20. yüzyılın büyük İslam âlimlerinden Muhammed Hamidullah tarafından bilim çevrelerine tanıtılan bu antlaşma için Türkçe’ de “Medine Vesikası”, “Medine Sözleşmesi”, “Medine Anayasası” tabirleri kullanılmaktadır. Bu metin için İngilizce literatürde de türlü isimlendirmeler mevcuttur*. Biz çalışmamızda söz konusu metin için “Medine Vesikası” tabirini kullanacağız. Yukarıda sözünü ettiğimiz isimlerinin de işaret ettiği gibi bu metin, kimilerince yazılı ilk Anayasa olarak görülmüş, bazı araştırmacılar tarafından da, Aydınlanma filozoflarının geliştirdiği, siyaset biliminin ve felsefesinin temel yaklaşımlardan biri haline gelen toplum * Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset ve Sosyal Bilimler Yüksek Lisans öğrencisi 188• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ sözleşmesi kuramıyla ilişkilendirilmiştir. Bu görüş, vesikayı toplum sözleşmesinin ilk somut örneği kabul etmektedir. Çalışmamız; vesikanın Türkiye’ de hangi bağlamlarda, ne tür söylemler içinde tartışıldığını betimlemenin yanı sıra, vesikanın toplum sözleşmesi kuramıyla örtüşüp örtüşmediği sorusuna cevap aramaya yöneliktir. Hipotezimiz de bu iki nokta üzerine temellenmektedir. Bu amaçla; önce toplum sözleşmesi fikriyatının ve kuramını betimledikten sonra Medine Vesikası hakkındaki temel bilgileri verdik, vesika etrafında Türkiye’de gelişen tartışmaları sergileyerek bu çerçevedeki söylemleri analiz etmeye çalıştık. Son kısımda da, bu tarihi metnin toplum sözleşmesiyle muhtemel kuramsal ilişkisi üzerine bir açıklama denemesi yaptık. 1.Toplum Sözleşmesi Toplum Sözleşmesi; düşünsel köken olarak Eski Yunanda Sofistlere ve Platona kadar gitmekle birlikte siyaset felsefesindeki temel bir kuram olma özelliğini 17. Yüzyıl Avrupa’sında kazanmaya başlamıştır. Rönesans mirasını tevarüs eden toplum sözleşmesi kuramcıları toplumu insanların kurduğu, kendi yararları için kurduğu ve artık kendilerine hizmet etmiyorsa söz konusu toplumu yıkıp yerine bir yenisini kurabileceği düşüncesini savunur. Bu amaçla toplumun hangi temeller üzerine kurulduğunu, mevcut sorunların kaynağının ne olduğu ve nasıl çözülebileceğini araştırmış, bunu yaparken de kendi dönemlerinin çeşitli anlayışlarını da aktarmış ve onlar karşısında kendi tutumlarını dile getirmişlerdir. Bu dönemde sözleşme kavramı daha ziyade devletin varlığını haklılaştırmak, onun nasıl ortaya çıktığını açıklamak ve ortaya çıkan bu otoriteyi sınırlandırmak gayesine yönelik olarak kullanılmıştır. Siyasal iktidarın varlık nedenini ve sınırlarını belirleyen sözleşme kuramı, bireyler arasındaki genel bir mutabakata işaret etmekle birlikte, yönetilenlerin ortak iradesinin gerekliliğini de vurgular. Sözleşme kuramına göre yasal otoritenin meşruluğu, yönetilenlerin, yani bu otoriteye itaat edenlerin, ona itaat etmek istemiş olmalarından kaynaklanmakta ve bağlayıcılığını da, herkesin iradesini yansıtıyor olmasından almaktadır 1. 1.Ayşe Deniz Hakyemez, “Tebaadan Yurttaşa Geçiş: Hobbes, Locke ve Rousseau’da Toplum Sözleşmesi Kuramları”, ( Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006) s.9. 2. Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, çev. Necla Arat, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998, s.174. Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası • 189 Genel itibariyle toplum sözleşmesi kuramı, “Devletin kökeni nedir?” sorusuna verilmiş bir cevaptır. Burada hemen belirtmeliyiz ki, devletin başlangıcı ile ilgili olarak öne sürülen sözleşme kavramı, kronolojik bir başlangıcı ya da tarihî gerçekliği ihtiva eden bir manada kullanılmamıştır. Yeni Çağ’daki sözleşmeci düşünürlerin, insanlık tarihinde devletin ilk kez ne zaman ortaya çıktığı meselesiyle ilgilenmedikleri görüsünde olan Ernst Cassirer’e göre sözleşmeci düşünürler, köken sorununu, “tarihsel” bir sorun olarak değil de, “analitik (çözümleyici)” bir sorun olarak ele almışlardır. Bu bağlamda, onların siyasal-toplumsal hayata dair aradıkları şey, olgusal bir başlangıç olmayıp, devletin ilk ilkesinin, yani varlık nedeninin ortaya konulmasıdır. Burada, bireylerin devleti meydana getirmeye/kurmaya yönelik eylemleri, zamana ilişkin olarak değil de, zihnî, yani kurgusal anlamda değerlendirilmelidir 2. Buna göre devlet, insanın mevcut şartlarından akıl yürütmek suretiyle sıyrılıp, kendisi için daha emniyetli olacağını düşündüğü siyasal bir birlik haline geçişinin zorunlu (ve de zihnî) sonucudur. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, bireylerin böylesi bir akıl yürütmede bulunmaları tamamıyla farazi (hypotetical) düzeyde kalmakta ve devletin tarihsel varoluşu göz önüne alınmamaktadır. Bu durumda devlet ya da toplum, rasyonel bireyler tarafından gerçekleştirilen sözleşmenin, tarih içinde somutlaşması, yani gerçeklik kazanmasından başka bir şey değildir. Bu kabullerden hareket edecek olursak toplum sözleşmesini su şekilde betimleyebiliriz: Sözleşme kuramı, siyasî hayatı organik değil mekanik bir tarzda yorumlamış, siyasî zorunlulukların aklîleştirilmesinde ahlâkî ilkeleri değil, hukuk kurallarını esas almış ve siyasî otoriteyi ya da siyasal toplumu a priori ilkeler üzerinde temellendirmiştir. Bu özelliklere sahip olan sözleşme kuramı, iradenin hâkim olduğu yönetimi, hakların esas kabul edildiği siyasal düzeni ön görmektedir. Sözleşme kuramcıları arasında üç isim ön plana çıkmaktadır: Hobbes, Locke ve Rousseau. Hobbes’un siyaset felsefesi, kuramsal olarak doğal (toplum öncesi) durumtoplumsal (uygar) durum karşıtlığında temellenmektedir. Buna göre insanlığın doğal durumu, insanlar arasında sürekli şiddet eğiliminin ve ölüm korkusunun hüküm sürdüğü, herkesin kendi gücü ve imkânlarıyla hayatta kalabilmek için her şeyi yapmaya hakkı olduğu, * Araştırmamızda İngilizce’de vesika için: “Medina Constitution, Medine Document, The Charter of Medina, Medina Contract” gibi tabirlerin kullanıldığını tespit ettik. 190• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ bu anlamda zaman ve mekân tanımayan sürekli ve genel bir savaş durumudur. Ölüm korkusu ve yaşamı güvence altına alabilme umudu insanları doğal durumdan çıkıp uygar toplumu, yani devleti kurmaya yöneltir. Devlet olmadıkça herkes herkese karsı daima savaş halindedir. Bundan şu açıkça görülür ki, insanlar, hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş, herkesin herkese karşı savaşıdır 3. İnsanlar bu savaş durumundan çıkabilmek, sürekli barışı ve güvenliği sağlayabilmek için bazı haklarından feragat etmek, bazılarını da egemene devretmek zorundadır. Bu, sözleşmeyle mümkündür. Güvenliğin koşulu egemenlik kurumunun var edilmesidir. İnsanların toplumsal sözleşme ile var ettikleri egemenin yeryüzündeki kudreti sonsuzdur. Artık uyruk olan bireylerin birbirleri üzerindeki bütün hakları egemene geçmiştir ve her bireysel irade egemende cisimleşmiş genel iradede erir. Egemenlik Tanrıdan veya başka bir metafiziksel kökenden türetilemez. Egemen yargılanamaz ve cezalandırılamaz. Aksi takdirde sözleşme geçersiz kalır. Doğadaki tam bağımsızlığın yerini, sözleşmeye rıza gösteren ve bununla toplumsal özne olan insanın oluşturduğu kurumsal egemene bağımlılık ilkesi alır. Locke’da doğa durumunda özgürlük ve eşitlik olmasına rağmen insanlar yine sözleşme ile devleti oluşturur. Bunun sebebi ortaya çıkabilecek karmaşa ve savaş durumunu bertaraf etmektir. Çünkü Locke için bireylerin özgürlüğü çok önemlidir. Bireyler en rahat bir biçimde adil bir yönetimin olduğu ve mülkiyet hakkının güvence altına alındığı bir düzende yaşayabilirler. Locke’un sözleşmesi ile devlete yalnızca cezalandırma yetkisi devredilir. Buna karşılık devlet bireylerin yasama, çalışma ve mülkiyet haklarını koruyacaktır. Hobbes’un teorisinden farklı olarak burada devlet sözleşmenin tarafıdır ve icraatından sorumludur. Yetkinin kötüye kullanılması durumunda bireylerin devrettikleri haklarını geri almaları meşrudur 4. Rousseau, Hobbes’tan farklı olarak doğa durumundaki insanı özgür, doğa durumunu da insanlar arasındaki eşitliğin ortamı olarak görür. Doğa durumundaki yalnız insan tam anlamında iyi ve özgürdür 5. Rousseaucu perspektifte doğa durumundaki eşitlik, insan 3. Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, YKY, İstanbul, 2004, s.94. Hakyemez, a.g.e., s.35, 43 5 J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları, İstanbul, 1993, s. 38 4 Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası • 191 doğasındaki çeşitli değişim ve dönüşümler ile bir eşitsizliğe dönüşmüştür. Bu eşitsizlik zamanla kurumsallaşarak yerleşik bir olgu halini almıştır. Aklın evrimleşmesinin doğal süreçlerinde insan, doğa karsısındaki varlığını kavrar ve bu anlamda henüz kendisi için öteki olan diğer insanlar ile ilişki kurar. Buradan hareketle Hobbes’un doğa durumundaki insanı, a-sosyal bir varlık olarak belirlemesine karşıt olarak Rousseau’nun ortaya koyduğu düşünce sistematiğinde sivil toplum veya uygar toplum öncesi dönemde bir toplumsallık formu insana içkin bir nitelik olarak kendini gösterir. Rousseau’ya göre mülkiyet ve işbölümü üzerinden efendi-köle ayrışması ortaya çıkmış, bu da olumsuz anlamda sivil toplumun temelini atmıştır. Bu noktada eşitsizlik kurumsallaşmış ve artık geri döndürülemez bir gerçeklik halini almıştır. Bu kaçınılmaz durumu bir haklılık zeminine oturtmak, açıklamak ve mümkün olduğunca ideal şekilde formüle etmek gerekmektedir. İşte burada toplum sözleşmesi devreye girer. Sözleşmeyle kurulacak sivil toplum, tüm bireylerin iradelerinin ortaklaşması temelinde genel bir konsensüs üzerinden mümkün hale gelir. Bireysel iradeler kolektif bir bütün oluşturacak şekilde genel iradeye devredilir 6. Rousseau’nun sisteminde, söz konusu sözleşme neticesinde meydana gelen siyasal otoritenin en temel özelliği; tek ve sınırsız bir güç olmasıdır. Zira sözleşmede taraf olan bireyler, bütün haklarını topluluğa devrederken, aslında hiç kimseye bağlanmamış ya da haklarını bir başkasına devretmemiş olur; çünkü herkes için şartlar aynı derecede bağlayıcıdır ve bireyler, kendi oluşturdukları kanunlara itaat etmekle gerçekte kendilerine itaat etmiş olurlar. Böylece kendini topluma bağlayan kişi, aslında kendini hiç kimseye bağlamamış olmakta ve başkaları için tanıdığı hakkın aynısını kendisine de tanımış olmaktadır. Bu sayede insan, elindekini korumak için daha fazla güç kazanmış olmaktadır. Toplum sözleşmesi oybirliği ile yapılacaktır. Herkes kendi özgür iradesi ile toplumu ve devleti yaratacak sözleşmeye katılacaktır. Rousseau’ya göre, “Bu birlik sözleşmesi, o anda, sözleşmeyi yapanların kişisel varlığı yerine, toplantıdaki oy sayısı kadar üyesi olan tüzel ve kolektif bir bütün oluşturur, bu bütün ortak benliğini, yaşamını ve istemini bu sözleşmeden 6 David Boucher and Paul Kelly, The Social Contract from Hobbes to Rawls, Taylor & Francis e-Library, 2005, s. 119-120 192• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ alır 7.” Ortaya çıkan kolektif bütünün iradesi, bazı koşulları taşımak kaydıyla, genel irade olarak adlandırılır ve herkes bu iradeye uymakla yükümlüdür. Her yurttaş genel iradenin oluşumuna bizzat katılacağı için toplumu yöneten yasalar bu iradenin ürünü olacaktır. 2. Ana Hatlarıyla Medine Vesikası Şehri Mekke’de kendisine vahyedilen dini tebliğ etme ve yaşama imkânı bulamayan Hz. Muhammed, Müslümanlarla birlikte 622 yılında Medine’ye hicret etti. Medine’deki iki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazreç’in temsilcileri daha önce kendisine biat etmiş, onu koruyacaklarına, otoritesini tanıyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şartların zorlaması ve Medinelilerin davetiyle bu şehre hicret eden Müslümanları Mekke’dekinden çok farklı bir sosyal ve siyasi yapı bekliyordu. Hicret gerçekleştiği zaman, Medine yaşayan iki büyük Arap kabilesi Evs ve Hazreç, amansız bir rekabet içindeydi. Mekke’nin aksine merkezi güçlü bir otorite yoktu. Medine çevresinde yaşayan bedevi kabileler ve Yahudiler bu güçlü kabilelerden yalnız birisi ile müttefik idi. Medine’de özellikle Arap kabileler arasında sürüp gelen savaş ve düşmanlık ortamının da geleneksel kabile kuralları yerine ancak merkezî bir otorite sayesinde bertaraf edilebileceği gerçeği yeni bir siyasî oluşum için uygun şartları taşıyordu. Şehri oluşturan yaklaşık otuz kadar kabilenin her biri modern çağların milli devletleri kadar bağımsız ve özerkti. Gerek Araplar ve gerekse de Yahudiler arasında her bir kabile, müstakil bir hukuki birlik teşkil ediyor ve bizzat, kendi başkanları dışında hiçbir siyasi otorite tanımıyorlardı. Kabilelerden meydana gelen Medine’nin, belirli bir hukuk sistemi, genel ve herkesin kabul ettiği örf-âdete dayanan kuralları da yoktu. Bu durum şehirde sürekli olarak sürtüşmelerin çıkmasına neden oluyordu 8.Kısacası hicrete rastlayan yıllarda Medineliler genel olarak hukuki, iktisadi, ırki, dini ve hatta coğrafi olarak tam bir düzensizlik içinde bulunuyorlardı. Bu durum Hz. Muhammed’in Medine toplumunda hakem olarak tanınmasını kolaylaştırdı. Hicretin ilk yılında toplumsal hayata dâhil olan tüm tarafların katılımı ve 7. J. .J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları, İstanbul, 1993, s.26-29. 8. Mesela Evs ve Hazreç kabileleri arasında 120 yıldır süren bir iç savaş vardı. Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası • 193 müzakeresiyle hazırlanan ve Medine’nin siyasi ve sosyal hayatını şekillendiren bir anlaşmayı bütün taraflar imzaladı. Medine vesikası olarak bilinen bu anlaşma İslam devletinin İlk anayasası olarak kabul edilebilir. Hamidullah'a göre, "Bu anayasa, ilk İslâm Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik" ve ayrıcalığına da sahiptir 9. İtalyan tarihçi Caetani, "anayasa" tabirini kullanmadan "vesika" der ve şunları ekler: "Bu vesika Muhammed Peygamber'in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed'in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır." Caetani'nin bu sözleri peygamberin kendi hazırladığı metni diğer gruplara dayattığı imasını taşımaktadır. Fakat Enes'ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika'nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir 10. Araştırmacıların genel olarak kaydettiğine göre vesikanın Müslümanların birbirleriyle ilişkilerini belirleyen ilk 23 maddesiyle, Müslüman topluluğun diğer gruplarla ilişkisini ilgilendiren 23-47 arasındaki bölümü ayrı ayrı imzalanmıştır. Medine’ye geldikten sonra Hz. Muhammed’ in ilk önemli uygulaması Mekkeli muhacirlerle Medineli Ensar arasında sosyal ve ekonomik yardımlaşmayı, hatta bütünleşmeyi sağlayacak bir ilişki biçimi tesis etmek oldu. Muahat (kardeşleşme) denilen bir uygulamayla Müslümanlar kan bağını aşan bir birlik, bir dereceye kadar adeta komünal bir hayat tarzı geliştirdiler. Bunun ardından, Medine’nin demografik yapısını netleştirmek isteyen Hz. Muhammed’in emriyle bir nüfus sayımı yapıldı. Bu sayıma göre 10000 nüfuslu Medine’de 1500 Müslüman, 4000 Yahudi ve 4500 müşrik Arap yaşamaktaydı 11. Peygamber ikinci bir adım atarak Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve Hamidullah’ın tabiriyle “site- 9. Hamidullah, “Medine’de Kurulan İlk İslam Devletinin Esas Teşkilat Yapısı ve Hz. Peygamberin vazettiği Yeryüzündeki İlk Yazılı Anayasa”, der. Salih Tuğ, İslam Anayasa Hukuku, Beyan Yayınları, İstanbul, 1998, s. 87-104. 10. Ali Bulaç, “Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler”, Birikim Dergisi, Sayı: 38-39, (1992), ss. 102111 11. M. Tayyip Okiç, “İslam Tarihinde İlk Nüfus Sayımı”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 7, ss.11-20. 194• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ devlet” in toprağını belirlemiş oldu. Bu bölge vesikanın 39. Maddesinde “Yesrib vadisi içindeki korunmuş (haram) toprak” olarak yer alacaktır 12. Hz. Muhammed, kozmopolit yapıdaki Medine halkının bir arada barış içinde yaşamasını temin etmek amacıyla, bütün toplum kesimlerinin katılımı ve müzakeresiyle, tarihe Medine Vesikası olarak geçecek bir anlaşmanın imzalanarak yürürlüğe girmesine öncülük etmiştir. 47 maddeden oluşan bu metin Medine şehir devletini oluşturan toplulukları, bunların birbirleriyle ve yabancılarla olan münasebetlerini, bu toplulukların idari ve adli yapılarını, fertlerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini belirli esaslara bağlamıştır. 3. Günümüz Türkiye’sinde Vesika Üzerine Yapılan Tartışmalar Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de özellikle 90’lı yıllardan itibaren gündeme gelen Medine vesikasının hangi bağlamlarda ve zeminlerde tartışıldığını, konunu kimlerce ne şekilde ele alındığını incelemeden önce, bu tartışmaların üzerinde yürüdüğü siyasi ve fikri konjonktürü tasvir etmek gereklidir. Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından daha da tartışılır hale gelen ulus-devlet artık toplumların ihtiyaçlarına cevap veremeyen eskimiş bir yapı olarak görülmeye başlamıştı. 1990’larda belirginleşen dünya ekonomisinin hızlı küreselleşmesi bir yandan küresel ölçekli düzenlemelerle ulus devletlerin alanlarını daraltırken bir yandan da ulus altı cemaat biçimlerini güçlendirdi. Hukuk bir yandan ulus devleti aşan bölgesel mekanizmalarla işlerken bir yandan da ulusal alanda devletin tekelinden çıkma eğilimi gösterdi. Bu gelişmelere paralel olarak liberal dünya görüşünün yaygınlaşmasıyla birlikte; belli bir toprak parçası üzerinde uygulanan tek bir hukuk yerine farklı kimliklere karşılık gelecek çok-hukukluluk, hâkim bir kültür yerine çok-kültürlülük, homojen bir toplum yerine bütün etnik, dini ve ideolojik kimliklerin bir arada yaşamasına imkân sağlayacak bir sosyo-politik yapılanma teklif edilir hale geldi. Bu eğilimlerin postmodernizmle gözlerden kaçmayacak bir irtibatı da mevcuttu. Postmodernizmin temel politik hareket noktasını modernizmin aydınlanmacılığına tepki olarak evrenselciliğin reddi oluşturuyordu. Heller ve Feher 13’in de belirttiği 12. Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1991, s.206-210. 13. F. Heller-F. Feher, Post Modern Politik Durum, Öteki Yayınları, Ankara, 1983, s.33 gibi Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası • 195 postmodernizmin iddiası, toplumsal yapı içinde farklı kültürlerin (dinler, yaşayış tarzları, politik tutumlar) olabileceği ve en üst politik yapının bu çoğulculuğu kabullenecek ve ortadan kaldırmayacak tarzda yeniden düzenlenebileceğiydi. Bu (en başta aydınlanmacı akılcılığın ve modernleşmenin de içinde bulunduğu) evrensel anlatıların (grand theory) reddi anlamına geliyordu. Modernizmin “kültürleri yıkıcı” etkisinden ve modernleşme sürecinin er geç kültürel yapıya etki ederek onu bozacağından bahseden post modernizm, mikro kültürün kaderinin sonunda mutlaka modernleşmenin büyük anlatısı içinde erimek olacağını iddia ediyordu. Bu endişe, sadece Türkiye’deki Müslüman entellektüeller ve siyasiler tarafından değil, tüm dünyadakilerce de paylaşıldı. Bu tartışmaların Türkiye’deki yansımaları ise kendisini Süleyman Kürügülle’nin “Akevler projesi”, Ali Bulaç önderliğindeki İslamcı entellektüeller tarafından savunulan “Medine sözleşmesi” ve Refah Partisi tarafından dile getirilen çok hukukluluk adı altında göstermiştir 14. Çalışmamıza konu olan Medine Vesikası etrafında gelişen tartışmalar, Ali Bulaç’ın 1991 yılında bir çoğulcu ümmet tasarımı olarak Kitap Dergisi’nde başladı, Prof. Dr. Ahmet İnsel’in davetkâr yazısıyla Birikim dergisine taşındı ve orada devam etti 15. Buradan hareketle İslam, çoğulculuk ve demokrasi ilişkisi masaya yatırıldı. İslami, liberal ve sol çevreler, siyasal İslam’ın yükselişe geçtiği, Kürt sorununun tırmandığı, yeni bir toplum ve devlet fikriyatının dillendirildiği bir siyasi ve fikri ortamda vesika üzerinden İslam’ın mevcut sorunlara çözüm üretme imkânlarını değerlendirdiler. Tartışmayı başlatan ve İslamcılar arasında, bu konuda tutarlı ve bütüncül bir söylem geliştirme çabasıyla dikkat çeken Ali Bulaç vesikaya çoğulculuk, çok kültürlülük ve çok hukukluluk ekseninde yaklaşmış ve vesikayı bir arada yaşamayı mümkün kılacak bir formül olarak sunmuştur. Öncelikle ifade etmemiz gerekir ki Bulaç, vesikaya toplum sözleşmesi penceresinden bakmamıştır. Bulaç’ın yapmaya çalıştığı daha ziyade kendi tasavvur ettiği 14. Mete K. Kaynar, “Türkiye’ deki İslamcı Sivil Toplum Söylemi Üzerine: Sivil Toplum mu? Antagonizmik Toplum mu?”, www.metehankaynar.com 15. Bu tanışmanın ve bir araya gelmenin anlatımı için bkz. Ali Bulaç, “Birikim: Komşu’nun sohbet meclisi”, Birikim, Sayı: 100,( Ağustos 1997), ss.95-97. Ahmet İnsel’in davet yazısı için bkz. Ahmet İnsel, “Ali Bulaç’ın çoğulcu ümmet tasarımı üzerine Totalitarizm, Medine Vesikası ve özgürlük”, Birikim, Sayı: 37,( Mayıs 1992), ss. 29-32. 196• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ modeli İslamileştirmeye çalışmak, bu modele İslam tarihinde bir karşılık aramaktır. Burada Oliver Roy’dan bir alıntıyla söze devam etmek yerinde olacaktır: “Modernlik Müslüman ülkelerde İslam’ın dışında yerleşmektedir ve İslamcılar da dinin laikleşmesi sürecinin ilgili taraflarından biridirler. Edinilmiş olan bir Batılılaşmayı reddederken, otantiklik mitosunu, ödünç aldıkları bir dilde, otantik olmayan içinde dile getirmektedirler. Çünkü bu modernlikten, hayal edilen bir gelenek adına, gerçek geleneğe dönüşün reddini ödünç almaktadırlar.” 16 Burada akla İsmail Kara’nın İslamcılıkla ilgili tespitleri geliyor. Kara’ya göre günümüz İslamcılığı epistemolojik ve metodolojik olarak İslam tarihinden kopmuş, bu sebeple anti-modern bir retoriğe sahip olmasına rağmen modernizme eklemlenmiştir. Ayrıca İslamcılar, çağdaş değerleri ve fikirleri İslam’a mal etme, bunlara İslami referanslar bulma gayreti ve temayülü içinde olmuşlardır. Buna koşut olarak Tezcan da, Bulaç’ın temsil ettiği duruşun, günümüz kategori ve kavramlarını tarihe uygulama hatasına düştüğünü ifade etmektedir 17. Bu durum, haliyle “İslamcı toplum projesi” nin anakronik bir dile mahkûm olmasına sebebiyet vermiştir. Sözü edilen proje için tarihi bir referans metni olan Medine Vesikası, Ali Bulaç için otoriter, farklılıklara imkân tanımayan, tek-tipleştirici ulus devletten çoğulcu bir topluma imkân tanıyacak bir devlet modeline geçişin imkânlarını taşımaktadır. Bu yöndeki arayışlarında asr-ı saadetin yerini ise şu sözlerle açıklamaktadır: “Bugünün şartlarında dahi, İslâm'ın genel ilkelerinden hareketle insan toplumlarının örgütlenmesi modeli üzerinde kafa yoranlar, kendilerine Asr-ı Saadet'ten meşru ve ikna edici dayanaklar bulmak durumundadırlar. Bu genel İslâmî metodoloji açısından böyle olması gerektiği gibi, müslüman aklı ve vicdanı tarafından genel kabul görmesi açısından da böyledir ve böyle olması zorunludur.” 18 16. Oliver Roy, Siyasal İslam’ın İflası, çev. Cüneyt Akalın, İstanbul, 1994, s. 41. 17. Levent Tezcan, “İslamcılık ve toplumun kurgusu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İletişim Yayınları, İst. 2005 içinde, s. 517. 18. Ali Bulaç, “Asr-ı saadette bir arada yaşama projesi: Medine vesikası”, Birikim Dergisi, Sayı:47(1993), ss. 46-47. Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası • 197 Aslına bakılırsa yukarıda sözünü ettiğimiz epistemolojik ve metodolojik zaafların bir ifadesi olan bu satırların ardından Bulaç, Medine Vesikasının tarihi ve sosyal şartlarını ortaya koyduktan sonra vesikadan bazı kurucu ilkeler çıkarma yoluna gitmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Barışçı ve yaşanabilir bir toplum sözleşme temelinde, ortaya çıkmalı, bütün sosyal blokların temsilcileri hazır bulunarak sözleşmeyi müzakere ile oluşturmalıdır. 2. Sözleşmenin tüm maddeleri oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Burada hâkimiyet değil katılım esastır. (Md. 1-11 ve 25-33) 3. Çoğulcu bir toplumda tek değil bir çok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Çatışan hukuklar arasında ihtilaf doğarsa bu türden davalara bir üst mahkeme bakar. (Md.23) 4. Suçun şahsiliği esastır. Hangi kabileden olursa olsun suçlular korunamaz ve kanun önünde eşittirler. (Md. 22 ve 31) 5. Vesika 39. Madde ile kabile yapısını aşan siyasi bir birliği getirmiş, bu birlik içinde çatışmalar ve hukuk ihlalleri yasaklanmıştır. 6. Vesikadaki ümmet tabiri Müslümanlar, Yahudiler ve müşrikleri içine almakta, bunlar arasındaki ilişkilerde de evrensel ahlakı geçerli kılmaktadır. (Md.1,2,16 ve 25) 7. Vesika yargı, savunma savaş ilanını merkezi otoriteye devrederken yasama, ekonomi, eğitim, sağlık gibi hizmetleri sivil topluma bırakmıştır. Bizce bu hükümleri verirken Ali Bulaç, sözleşmenin gerçekleştiği tarihi ve sosyal şartları objektif bir şekilde değerlendirmemiş ve aslında daha baştan belirlediği ilkeleri vesikanın maddelerinden çıkarmaya girişmiştir. Diğer taraftan vesikanın imzalandığı tarihten kısa bir süre sonra gelişen olaylar ve ortaya çıkan siyasi yapıya değinmediği gibi, İslam tarihinin sonraki dönemlerinde gayr-i Müslimlerin konumuna temas etme ihtiyacı da hissetmemiştir. Bunlara ek olarak Bulaç’ın vesikayı incelerken sözleşme teorilerine hiç atıf yapmaması, bizce vesikayı dayanak yaptığı toplum tasarımının Batılı düşünce birikiminden etkilenmediğini göstermeye matuftur. Sözleşme teorilerini ele alarak, bunlara eleştiriler getirmesi ve alternatif teklif etmesi herhalde çok daha yerinde olurdu. Bütün bunlara rağmen Bulaç’ın Medine Vesikasından hareketle ortaya koyduğu düşünceler, özellikle coğrafyamızda 198• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ barışın ve sükûnun hâkim olduğu bir sosyo-politik düzenin şartlarını arama adına değer taşımaktadır. Çalışmamızın bu kısmında Bulaç’ın ve meseleye temas eden kalemlerin eksik bıraktıkları bir denemeye girişmek ve vesikayı toplum sözleşmecilerinin kuramları ışığında değerlendirmek istiyoruz. 4. Toplum Sözleşmesi ve Medine Vesikası Sözleşme kuramcılarından Hobbes, doğa durumunu sürekli bir savaş hali olarak tanımlamış ve bu durumda insanlar arasında sürekli bir korkunun ve güvensizliğin hâkim olduğunu söylemişti. Locke’a göre ise doğa durumunda insanların sahip oldukları cezalandırma hakkı, kendi davalarının yargıcı olmalarına ve insani zaafların işe karışmasına yol açabilir. Bu karışıklık ve düzensizlik ihtimali insanların siyasal toplumu kurmalarına sebep oluşturur. Bu aynı zamanda siyasal toplumun sınırlarının belirlenmesindeki temel hareket noktasıdır. Özgürlüğün, eşitliğin ve güvenliğin mevcut olduğu doğa durumunu her an tehdit edebilecek bir savaş durumunun ortaya çıkması ihtimaline karşı siyasal toplum kurulmuş ve başvurulacak üstün bir güç teşkil edilmiştir. Üstün gücün varlık sebebi, insanların her tür saldırıdan korunmasıdır. Medine Vesikasının imzalandığı sosyo-politik şartlara baktığımızda Medine’ de tam bir kaos, hukuksuzluk ve otorite boşluğu görürüz. Bu durum Hobbes’un sözünü ettiği doğa durumunu akla getirmektedir. Zira insanlar can güvenliğinin olmadığı bir ortamda, her an çatışmalara kurban gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Yine dönemin Medine’sinde işlenen suçların ve bunların cezalandırılma şeklinin toplumda yarattığı huzursuzluk ve çatışmalar, Locke’un doğa durumuyla bir analoji kurmamızı kolaylaştırır. Zira suçları ve cezaları tanımlayan net hukuki kaideler bulunmamaktadır. Yaralama ve öldürme gibi vakalarda cezalar geleneksel teamüllere göre uygulanmakta, fakat bu teamüller de güçlülerin lehine esneyebilmekte, hatta bazı durumlarda uygulanamamaktadır. Bu sebeple, herkes adaleti kendi eliyle tesis etmeye yönelmekte ve kan davaları yaygınlaşmaktadır. İşte toplumsal barışı tesis etmek ve mevcut hukuksuzluğu ortadan kaldırmak için Medineliler vesika ile birtakım suç ve cezaları yazılı hükümlere bağlamış ve bunların uygulanması için yargılama haklarını üst bir otorite olarak Hz. Muhammed’e devretmişlerdir. Bilindiği gibi Locke’un mülkiyete verdiği anlam ve önem, teorisinin temel taşını oluşturur. O’na göre mülkiyet, insanların canlarının, özgürlüklerinin ve mal varlıklarının bir Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası • 199 bütün olarak ifadesidir. Her şey, bu mülkiyetin korunması ve geliştirilmesi esasına dayanmaktadır. Bunu sağlayacak en önemli unsur ise, yasama gücünde odaklaşmaktadır. Vesika da bu anlamda mülkiyeti garanti altına almaktadır. Yine Locke’un modeline uygun olarak yönetici otorite sözleşmeye taraf olmakta ve anayasa ile sınırlandırılmaktadır. Sözleşme kuramcılarından Rousseau’nun toplum sözleşmesi, Medine Vesikası ile birlikte değerlendirilmeye oldukça müsait özellikler taşımaktadır. Rousseau’ya göre yasaların genelliği, yasaların toplumu oluşturan bütün fertler tarafından, yine toplumu oluşturan bütün fertlere uygulanmak üzere çıkarılması gerekliliğini deyimler. Yani, yasaların çıkarılmasında, uygulanmasında ve değiştirilmesinde toplumu oluşturan bütün fertler aynı ve eşit hak ve yükümlüklere sahip kılınmalıdır. Aksi durumda yasalar ‘genellik’ niteliklerini yitirmiş olurlar. “Genel irade” toplumu oluşturan bütün fertlerin iradelerinin toplamından oluştuğuna göre, “genellik” niteliğini yitiren yasalar, genel iradeyi değil, olsa olsa özel iradeyi yansıtır; bu durumda ise toplum düzeni bozulmaya doğru gidiyor demektir. Medine Vesikasının oluşturulmasında bütün sosyal grupların katılımı burada öngörülen şarta yaklaşmaktadır. Diğer taraftan Rousseau’ nun sözleşmesinde egemen irade, sözleşme oluştuktan sonra tek tek fertleri değil yekvücut olan ulusu muhatap alır. Vesikada ise, kabileler arasında bir sözleşme söz konusudur ve otoritenin muhatabı olarak kabileler tanınmaktadır. Rousseau’ya göre toplum sözleşmesinin amacı sözleşmeyi yapanların korunmasıdır. Bu koruma genel istencin işlemleri olan yasalar aracılığıyla yapılır. Yasaların konusu ise geneldir: Bu, yasaların hiç bir ayrım yapılmaksızın bütün yurttaşlara eşit bir şekilde uygulanması gerekliliğini kapsar, yasalara herkes uymalıdır. “Toplum sözleşmesi şöyle ifade edilebilir: İçimizden her biri, varlığını, bütün kuvvetini, müştereken genel iradenin emrine verir ve biz, her ortağı bütünün bölünmez birer parçası olarak kabul ederiz” 19. Her bireyin kendisini bütünüyle topluma vermesi ve herkesin aynı durum içinde bulunması, gerçekte her bireyin hiç kimseye bağlanmaması anlamına gelecektir. Toplumun her ferdi kendisi üzerinde başkalarına tanıdığı hakların aynısını elde ederken herkes hem yitirdiğinin tam karşıtını alacak, hem de elindekini korumak amacıyla daha çok güç kazanacaktır. Herkes tüm sahip olduğu haklardan eşit bir şekilde vazgeçeceğinden yeni 19. Rousseau, age., s. 19. 200• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ kurulacak toplumda hiç kimse ayrıcalıklı konumda olmayacaktır. Medine Vesikasının bütün grupları belli bir amaçta buluşturan, ayrıcalıkları ortadan kaldıran ve kanun önünde eşitliği getiren maddeleri bu yaklaşıma uygun düşmektedir. Rousseau’da özleşme, pek çok bencil birey yerine, doğru bir toplumda kolektif bir kimlik sayesinde birleşen ahlaki bir varlık ortaya çıkarmaktadır. Bu, sözleşmeyi yapan tarafların her birinin yerine, birleşmiş bir iradeye sahip olan “ahlaki ve kolektif bir varlık”tır. Vesikanın bütün sosyal blokları çatışmalara son vererek ahlaki ilkelerde buluşmaya davet eden ruhu ise burada sözü edilen birleşmeye örnek teşkil etmektedir. SONUÇ 1990’larda Türkiye gündemine giren Medine Vesikası İslamcı, sol ve liberal çevrelerde ciddi tartışmalara konu olmuştur. Vesika özellikle İslamcı kalemler tarafından çok hukukluluk, demokrasi ve çoğulculuk kavramları ekseninde ele alınmıştır. Kanaatimizce bu eğilim, İslamcılığın tarihi serüveni kadar dönemin siyasi şartlarının da etkisini taşımaktadır. Medine Vesikası, Müslümanların hicretiyle büyük bir değişim geçiren Medine toplumuna siyasi bir birlik ve düzen getirmiştir. Sözleşme maddeleriyle teşekkül eden siyasi yapı, bir kabileler federasyonu özelliği göstermektedir. Buna göre tarihi şartların ürünü olmakla birlikte günümüzün meselelerine de ışık tutabilecek ilkeler taşımaktadır. Bu çerçevede İslam dünyasında ve Batıda pek çokları tarafından toplum sözleşmesi kuramının tarihi bir örneği olarak görülmüştür. Vesika sözleşme kuramcılarının teorileriyle kimi noktalarda örtüşmekle beraber, onun sözleşmecilerin bulamadığı tarihi örnek olduğunu söylemek hatalı bir yaklaşım olacaktır. Zira vesika, vahiy tarafından belirlenen bir dünya görüşünün eseri olmakla kendisini ilahi otoriteye bağlamaktadır. Ayrıca bireyleri değil kabileleri esas almakla, insanları dini ve etnik aidiyetleriyle tanımlamakla toplum sözleşmesinden ayrılır. Bunun da ötesinde, sözleşme kuramcılarının düşünceleri, ister bireyleri, isterse devleti merkeze alsın, Batının siyasi tarihinde tezahürlerini gördüğümüz üzere; insanları bir siyasi projenin öngördüğü bir toplumsallığa, hatta hayat tarzına sevk etmekte ve toplumu bu doğrultuda doğrudan ya da dolaylı biçimlendirmeye yol açmaktadır. Medine Vesikası ise, insanların barış içinde, bir arada yaşamalarını temin etmenin yanı sıra, onların, üzerinde ittifak edilmiş temel ahlak ve adalet ilkelerine riayetle, kendi Toplum Sözleşmesi Açısından Medine Vesikası • 201 inançlarına uygun bir varoluşu gerçekleştirmelerine imkân tanımayı hedefleyen bir sözleşmedir. Bu öze uygun olarak, özel ve medeni hukuka ait meselelerde, insanların kendi dinlerinin ahkâmına uyabilmelerini sağlayacak bir modelin geliştirilmesinde Medine Vesikası, kendisinden faydalanılabilecek örnek bir metin özelliği taşımaktadır. KAYNAKÇA Baucher, David- Kelly, Paul, The Social Contract Theory From Hobbes To Rawls, Taylor & Francis e-Library, 2005. Bulaç, Ali, “Asr-ı saadette bir arada yaşama projesi: Medine vesikası”, Birikim Dergisi, Sayı:47(1993), ss. 46-47. Bulaç, Ali “Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler”, Birikim Dergisi, Sayı: 38-39, (1992), ss. 102-111. Cassirer, Ernst, Devlet Efsanesi, çev. Necla Arat, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998. Hakyemez, Ayşe Deniz, “Tebaadan Yurttaşa Geçiş: Hobbes, Locke ve Rousseau’da Toplum Sözleşmesi Kuramları”, ( Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006) Hamîdullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1991. Heller, F.-Feher, F. Post Modern Politik Durum, Öteki Yayınları, Ankara, 1983. Hobbes, Thomas, Leviathan, çev. Semih Lim, YKY, İstanbul, 2004. Mete K. Kaynar, “Türkiye’ deki İslamcı Sivil Toplum Söylemi Üzerine: Sivil Toplum mu? Antagonizmik Toplum mu?”, www.metehankaynar.com Okiç, M. Tayyip, “İslam Tarihinde İlk Nüfus Sayımı”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 7, ss.11-20 202• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Özel, Ahmed, “Yönetici Peygamber Olarak Hz. Muhammed”, Divan İlmi Araştırmalar, Sayı: 20, (2006), ss.1-44. Rousseau, J.J., Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları, İstanbul, 1993. Roy, Oliver, Siyasal İslam’ın İflası, çev. Cüneyt Akalın, İstanbul, 1994 Tezcan, Levent, “İslamcılık ve toplumun kurgusu”, Modern Türkiyede Siyasi Düşünce, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. Tuğ, Salih, (der.), İslam Anayasa Hukuku, Beyan Yayınları, İstanbul, 1998. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 203 - 232 Harun ACAR ∗ Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış Özet Sözde Arap Baharı'nın yansımaları Suriye'de Mart 2011'de bir grup çocuğun duvarlara "İnsanlar rejimin yıkılmasını istiyor." yazmalarıyla ortaya çıkmış ve günümüze kadar uzanan süreçte ülke, rejim güçleri ile muhalefetin silahlı mücadelesine sahne olmuştur. Suriye de dahil olmak üzere Arap halklarının isyanı uluslararası toplum tarafından çoğunlukla olumlu karşılanmış; bu ülkelerdeki huzursuzluklar siyaset kuramı dışında, mevcut yaşananlar, gelecek senaryoları, Batı’nın rolü vs. gibi konular çerçevesinde tartışılmıştır. Bu çalışmanın amacı Suriye’de yaşanan ayaklanmanın meşruluğunu birbirinden ayrı görüşler sunan üç sözleşmeci düşünür, Hobbes, Locke ve Kant’ın bakış açıları ekseninde tartışmaktır. Çalışmanın bulguları Suriye’de halkın direnme hakkının Arap Baharı’nda yaşananlar ile ortaya çıkmadığı, insanların rejime karşı ayaklanmalarını doğuracak nedenlerin çok önceden beri bu ülkede var olduğu ve Hobbes, Locke ve Kant’ın direnme hakkı ile ilgili yargılarının modern totaliter devletler karşısında eksik fakat birbirini tamamlar nitelikte olduğuna yöneliktir. Anahtar Kelimeler: Direnme Hakkı, Suriye, Hobbes, Locke, Kant Right to Resist of Syrian People to Bashar Assad: Three Contractarian Perspectives Abstract In Syria, implications of so called Arab Spring became visible in March, 2011 and the country faced the outbreak of nationwide protests, escalation of tension and armed struggle between regime forces and opposition. These ongoing uprisings in Arab world including Syria continue to be studied in the contexts of current events, future scenarios, the role of the West etc. but political theory. The main aim of this study is to discuss the legitimacy of people’s demand for a regime change according to the political philosophies of Hobbes, Locke and Kant which all of them have different perspectives. The findings of this study are the right to resist of Syrian people to their regime did not emerge with the Arab Spring, that the reasons for a regime change has been there a very long time, and can be found in the political system, economic conditions and civil society of Syria. Furthermore judgments of these three contractarian theorists on right to resist cover the weaknesses of each others’ philosophies yet are not enough in an era which people experiences the modern totalitarian state. Keywords: Right to Resist, Syria, Hobbes, Locke, Kant ∗ Kocaeli Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü. 204• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Tunus’ta başlayan ve oradan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın diğer ülkelerine yayılan reform talepleri, rejim karşıtı gösteriler, muhalif hareketler ve son tahlilde devrim ateşi Suriye’de Ocak 2011’de hissedilmeye başlanmış; rejimin herhangi bir önlem almasını gerektirmeyen ve geniş katılımlı olmayan eylemler düzenlenmiştir. Mart’ta Suriye’nin güneyindeki Dera şehrinde bir grup çocuğun duvarlara “İnsanlar rejimin yıkılmasını istiyor.” yazmaları nedeniyle tutuklanmalarını protesto eden gruba güvenlik güçlerinin ateş açması sonucu gösteriler kitlesellik kazanmış ve günümüze kadar uzanan süreçte ülke, rejim güçleri ile muhalefetin silahlı mücadelesine sahne olmuştur. Konuyu doğru okuyabilmek ve çalışmamızın kapsamını belirlemek adına öncelikle belirli birkaç soruya cevap aranması gerekmektedir. Bunlardan ilki direnmeden ne anladığımız, ikincisi direnme hakkının (bir hak olmasından ötürü) hukuki karşılığı, son olarak “sözleşmeci” ile kimleri kastettiğimizdir. Bu sorulara vereceğimiz cevaplar bu çalışmanın çerçevesini çizmek adına önemlidir. Direnmek sözlükte herhangi bir düşüncede, bir istekte veya bir durumda ayak diremek, inat etmek, ısrar etmek, taannüt etmek olarak açıklanmıştır. Direnmek aynı zamanda müdafaa, himaye, savunma anlamlarında da kullanılabildiği gibi karşı koymak, başkaldırmak, isyan etmek ve ayaklanmak anlamlarına da gelebilmektedir. Herhangi bir düşünceyi ya da eylemi kabul etmemek de direnmek anlamında kullanılmaktadır. Tüm bu anlamlarından yapılabilecek çıkarım direnmenin çok boyutluluğu olacaktır. Çok boyutluluktan kasıt, direnmenin kabul etmeme, savunma gibi daha çok pasif tutumlardan, başkaldırı ve isyan gibi aktif hareketliliklere kadar geniş bir anlamlar alanını kapsayan bir sözcük olduğudur. Dolayısıyla direnmek ne sadece yumuşak ne de sadece sert bir eylemi ifade eder. Bu ikisinden herhangi biri veya bunların bir karışımı da olabilir. Bu sebepledir ki onun yansımaları da yine reform veya devrim şeklinde (yumuşak/sert) tezahür edecektir. Bu ise direnme hakkının neye karşı ve hangi koşullar altında eylemselleştiğine bağlı olarak değişir. Direnme hakkı, anayasaya ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla yasallığını yitiren bir iktidara karşı koyma, meşruluğunu yitiren iktidara karşı çıkma ya da baskı rejimi kuran bir iktidara karşı başkaldırma hakkı olarak tanımlanabilir. Fakat bu tanım sadece anayasal bir düzenin olduğu ve bu düzenin yozlaşması, bozulması vs. ile yönetenlerin, yönetimi altında olanlara karşı haksız bir tutuma giriştiği durumları ifade etmesi açısından yetersizdir. Hâlbuki anayasal bir yönetimden yoksun, meşruluğun söz konusu dahi olmadığı Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 205 durumlar, toplumlar ve devletler için de direnme hakkından söz edilmesi gerekmektedir. Daha doğru bir ifadeyle direnme: (a) meşru veya yasal olmayan, (b) meşruluğunu veya yasallığını yitiren, (c) meşru ve yasal ama baskı rejimi kuran yönetimlere karşı bir hak olması şeklinde geliştirilmelidir (Taşkın, 2004: s. 37-46). Çalışmamızda direnme hakkı ile ilgili siyaset kuramlarına yer vereceğimiz sözleşmeciler Hobbes, Locke ve Kant olacaktır. “Sözleşmeci” düşünürlerin direnme hakkına bakış açıları özünde karmaşıktır ve çelişkiler barındırdığı düşünülür. Bu düşünürlerin direnme hakkını tanıdığı ya da tanımadığı şeklindeki genel kabullerden daha fazlası onları anlamada gereklidir. Örneğin Hobbes’un mutlak egemenine bakılarak direnme hakkını tanıyamayacağını, ya da liberal düşüncenin babası sayılan Locke’un bireylere de devrim hakkını vereceğini veya Kant’ın yüce ahlak yasasıyla, pozitif yasaların çatışması durumunda insanlara ahlak yasasını takip etmelerini ve yöneticiye direnmelerini söyleyebileceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Direnme hakkı ile ilgili bu üç sözleşmeci düşünürün yazıları onların genel felsefe çizgilerinden bir kopuşu gösterebileceği gibi tam tersine savundukları fikirler, siyaset kuramlarının iskeleti ile bütünlük de arz edebilir. Buradan çıkacak sonuç özellikle Hobbes ve Kant’ta direnme hakkının demir leblebi olduğudur. Bunda doğaldır ki günümüzde çoğunlukla kabul edilen otoritesini kötüye kullanan yöneticiyi eleştirme, itaatsizlik etme ve ona direnme hakkını geçmişe dönük olarak anlama çabamızın da etkisi vardır. Bu bilinçle, çalışmamızın birinci bölümünde bahsi geçen sözleşmeci düşünürlerin direnme hakkı konusundaki görüşleri ile teorik altyapı kurulacaktır. İkinci bölümde Suriye’nin genel siyasi, sosyal ve ekonomik görünümü analiz edilerek halkın reform/değişim taleplerin altında yatan sebepler aranacak; Beşar Esad yönetimi altında 2011 ayaklanmasını hazırlayan sürece değinilecektir. Üçüncü bölümde Arap Baharı’nda Suriye’de yaşananlar ve bu gelişmeler karşısında ülkedeki grupların tutumu üzerinde durulacaktır. Sonuç kısmında ise Suriye’deki olaylar düşünürlerin bakış açılarından anlamaya çalışılacak; önceki başlıklar altında anlatılanlar bütünlüklü bir şekilde ele alınacaktır. 1. “Sözleşmeci” Düşünürlerde Direnme Hakkı Hobbes, yönetici güç karşısında yönetilenlerin haklarını öncekinin lehine sınırlaması ile bilinir ve uyruklara sahip oldukları yöneticiye mutlak şekilde itaat etmelerini tembihler. Leviathan'ın egemenin haklarını sıraladığı on sekizinci bölümünde Hobbes, hükümet şeklinin değiştirilemeyeceğini, egemen güçten vazgeçilemeyeceğini, egemene karşı gelinemeyeceğini, 206• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ egemenin eleştirilemeyeceğini ve cezalandırılamayacağını ilan eder (Hobbes, 2011: s. 137-140). Ona göre tüm yönetim biçimleri insan hayatını koruduğu takdirde aynıdır, herkesin üstünde uzlaşacağı bir yönetim bulmak imkânsızdır, bir şeyin adil veya adaletsiz olduğu öznel bir yargıdır ve insan hoşlanmadığı bir şeyi zorbalık olarak nitelendirir; bu nedenle Hobbes uyrukları egemene karşı itaatsizlik etmekten men eder (Arnhart, 2008: 258-260). Fakat daha önce de değinildiği gibi direnme hakkı çok geniş anlamlar içerir ve Hobbes’un düşüncesinden tamamıyla dışlanmış değildir. Hobbes’ta insanların yabancılaşamayacakları, ondan vazgeçemeyecekleri en temel doğa yasası olarak benimsenen şekliyle direnme, nefsi müdafaa hakkıdır. “İnsan, canını almak için cebren saldıranlara direnmek hakkını bırakamaz; çünkü bu hakkı bırakmakla, kendisi için herhangi bir yarar elde etmeyi amaçladığı düşünülemez.” (Hobbes, 2011: s. 106). Dolayısıyla fertler kendi hayatlarını himaye etmek adına sahip oldukları gücü ve bütün yolları kullanmada özgürdürler. Bu özgürlük sadece uyruklar arası ilişkileri düzenleyen bir yargı değildir. Kişi, güvenliğini tehdit eden egemen dahi olsa ona karşı gelmekte haklıdır; tehdidin kaynağının hiçbir önemi yoktur. Doğa durumunda yalnız, zavallı, çirkin, kaba ve kısa olan insan hayatından kurtulma isteğine dayalı sözleşme sonucu kurulan medeni toplumun öncelikli görevi, bireysel güvenliktir. Bu yasa aynı zamanda uyrukların egemene olan itaatinin de sınırlarını çizer: uyrukların egemene itaati güvenlikleri sağlandığı ölçüde gereklidir; aksi takdirde itaat zorunluluğu da ortadan kalkar (Hobbes, 2011: s. 171). Fakat mutlak otorite sahibi egemene direnme hakkı nasıl meşru görülebilir? Steinberger bu durumu Hobbes’ta direnme hakkının hiçbir zaman devlete/egemene direnme hakkı olmadığı şeklinde açıklamaktadır. Bireyin hayatını korumakla görevli devletin kuruluş amacını yerine getirmeyip fertlerin güvenliğini tehdit etmesi sözleşmenin ilk elden feshi anlamına gelir. Dolayısıyla ortada bir devlet yoktur ki itaatsizlik edilsin; devlet olduğunu iddia eden bir varlık vardır. Hasılı, egemenin uyruğun hayatına yönelttiği tehdit onu uyrukla olan ilişkisinde savaş durumuna sokar ve ne uyruğun uyrukluğu kalır, ne de egemenin egemenliği (Steinberger, 2002: s. 859-860). Hobbes şiddete karşı direnme hakkına yabancılaşmama konusunda bir yanıyla özellikle farklılaşır; onun düşüncesi ilk bakışta anlaşılandan, genel kabul gören, yüzeysel egemenin kılıcına direnme hakkından çok daha ötedir ve aslında bireylere diğer düşünürlerin üzerinde dahi durmadığı bir hak tanır: adil yasayla gelen cezaya direnme hakkı. Hobbes’ta kendini koruma hakkı o denli esastır ki kişi sözleşmeye taraf olurken yasalara uymadığı takdirde ceza Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 207 görmeyi kabul ettiği halde kendini koruma hakkını yine de muhafaza eder (Schrock, 1991: s. 860). İnsan yalnız egemenin kılıcını boğazında hissettiğinde mi kendini koruma hakkını elde eder? İtaatsizlik, yalnız tehdidin açık olduğu durumlarda mı kabul edilebilir? Uyruklar kendi kişisel yargılarına dayanarak egemen tarafından tehdit edildikleri gerekçesi ile ayaklanabilirler mi? Hobbes’un epistemolojisini takip eden yazarlar direnme hakkının tehdit algısının ortaya çıktığı ilk andan tanındığı sonucuna ulaşmış; dahası onun sözleşme kuramı liberal bir bakış açısından ele alınmış (Jaume, 2007: s. 199-216), sözleşmenin amacının hayatın korunmasından çok, kaliteli bir hayatın korunması anlamına geldiği ifade edilmiştir. Esasen kişinin tehdit altında olduğuna hükmetmesi, tehlikenin ciddiyetinin uyrukların kararına bağlı olması Hobbes tarafından da kabul edilmiştir (Sreedhar, 2010: s. 85). Bu kararın uyruklara bırakılması direnme hakkının kapsamını genişletmekte kullanılabilir fakat Hobbes zaman zaman uyrukların kaliteli bir hayat sürme hakkını göz önünde bulundurmuş olsa da, (insan hayatının idame ettirilebilmesi adına temel yaşam gereksinimlerinin ulaşılabilir olması bir yana) bu kaliteli hayat beklentisi kendi başına direnmeyi haklı bulmaya yeterli gözükmemektedir (Sreedhar, 2010: s. 65-66). Hobbes'da direnme hakkı salt nefsi müdafaaya indirgenemez. Ölümden, yaralanmadan ve hapsedilmekten korunma haklarıyla birlikte, kişi kendisini ve yokluklarından acı duyacağı sevdiklerini suçlamaktan, insan onuruna sığmayan ya da tehlikeli gördüğü emirlere uymaktan ve gönüllü olarak katılmadığı sürece savaşmaktan da özgürdür (Sreedhar, 2010: s. 77-89). Hobbes’un düşüncesinden hareketle kendini koruma hakkının fertlere verildiği, topluluğun bir bütün halde bu hakkın dışında tutulduğu görülecektir. Baumgold defansif kendini koruma hakkı ile agresif diğerlerini koruma arasında Hobbes’un kesin bir çizgi çektiğini öncekinin müsaade edilebilir olmasına rağmen sonrakine izin verilemeyeceğini belirtir (Baumgold, 1993: s. 14-15). “Hiç kimse, suçlu veya masum başka birini savunmak için devletin kılıcına direnmek özgürlüğüne sahip değildir.” (Hobbes, 2011: s. 169). Uyruklar bu hakkı egemene devretmişlerdir ve egemenin korumadığı ya da egemen tarafından hayatı tehdit edilen bir kişiyi, egemen ve kişinin kendisinden başkasının koruması sözleşmeye aykırı ve adaletsizdir. Fakat Hobbes’un düşüncesinde kolektif nefsi müdafaa hakkı konusunda bir istisna bulunmaktadır. Bu istisnadan direnişe devam etme ve tehdit altında olanların ortaklaşa birbirlerini koruması hakkı doğar. 208• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Direnişe devam etme hakkı isyancıların affedilmemesi durumunda direnmeye devam etmezlerse büyük olasılıkla öldürülecek olmalarından kaynaklanmaktadır. Birincil öldürülmeme güdüsü nedeniyle de isyancılar direnişe devam etmelidirler; ilk ayaklanmaları her ne kadar adaletsizlik ise de yaptıkları şeyi sürdürmeleri yeni bir adaletsizlik değildir (Hobbes, 2011: s. 170). Kolektif nefsi müdafaa hakkı da egemenin yalnız bir bireyi değil bir topluluğu (bütün mavi gözlü insanları, Humus şehri sakinlerini vs.) hedef alması ve bu topluluğunun her bir üyesinin ölüm tehlikesi altında olması nedeniyle bir araya gelerek birbirlerini kollaması üzerine kuruludur ve kesinlikle egemene karşı adaletsiz bir direniş değildir (Burgess, 1964: s. 68). Bununla beraber Hobbes devletin affediciliğine dayanarak bu istisnai hakların hükümsüz kılınabileceğini belirtir. Egemene karşı ayaklanmış uyruklar devletin bağışlama önerisi ile direnişe devam etme haklarını kaybederler (Sreedhar, 2010: s. 137-139). Hobbes egemene karşı uyrukların sınırlarını çizerken, Locke yönetilenlerin selameti adına yönetimi sınırlamaktadır. Hükümet Üzerine İki İnceleme’nin yasama iktidarının kapsamını belirlediği on birinci bölümünde yasamanın insanların yaşamları ya da kaderleri üzerinde keyfiliğe sahip olmadığını, yasamanın ya da egemen otoritenin, kendisini gündelik keyfi kararlarla yöneten bir iktidar olarak göremeyeceğini, egemen gücün, herhangi bir kişiden, mülkiyetinin herhangi bir bölümünü, bu kişinin onayı olmadan alamayacağını ve yasamanın yasalar yapma iktidarını başka ellere devredemeyeceğini söyler (Locke, 2004: s. 111-119). Bu çerçevenin dışında uyrukların güvenlerine aykırı bir şekilde hareket eden bir iktidara karşı halk, yönetimi veya kişileri değiştirme hakkına sahiptir. Başta itaatsizliğin ve en nihayetinde devrimin dayanak noktası egemene duyulan güvenin ihlalinde yatmaktadır ve yetkiye dayalı olmayan kuvvete karşı kuvvet kullanarak muhalefet etmede Locke bir sakınca görmemektedir. Locke, yalnızca uyrukların güvenine aykırı tutum içerisine giren ve yönetimde keyfiliğe kaçan egemene karşı devrim hakkını savunmamaktadır. Locke'un siyaset felsefesinde fertlerin tiranlığı önleme ve kolektif direnme hakları da mevcuttur. Buna göre insanlar sadece mevcut tirana ve onun tecavüzlerine karşı direnme hakkına değil, yasal ve meşru bir yöneticinin de “tiran olma yolunda soysuzlaşmasını” (Locke, 2004: s. 168) önleme hakkına sahiptirler, aksi takdirde tiranlığa karşı asla güvencede olmayacaklardır (Locke, 2004: s. 183). Benzer bir şekilde Locke’da birey nefsi müdafaa hakkına ek olarak insanlığı korumakla da görevlidir. Egemen, uyrukların belli bir kesimine karşı şiddet uygulayarak riyaseti altında olanların Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 209 mülkiyet haklarına tecavüz ederse - ister bu durum uyrukların geri kalanlarının zihinlerinde en ufak bir endişe ve korkuya sebep olsun, ister olmasın - doğrudan tehdit altında olmayan uyruklar da hem insanlığı koruma yasası hem de tiranlığı önleme hakkı gereği önceki kurbanların yardımına koşma hakkına sahiptirler (Kilcullen, 1983: s. 325-328; Dunn, 1969: s. 179). Locke devrime kadar giden direnme hakkını meşru görmesinin yanında onu tek çözüm olarak sunmamakta, insanların her koşulda, en ufak bir zararda dahi devrime başvurmalarını tavsiye etmemektedir. Çünkü “Zarar görmüş tarafın, yasaya başvuru yoluyla acısı dindirildiğinde ve zararları giderildiğinde, bir insanın, sadece yasaya başvurusunun engellendiği durumda başvurabileceği güç kullanımı bahanesine yer olmaz.” (Locke, 2004: s. 172). Öyleyse zararın tazmininin mümkün olduğu durumlarda uyrukların direnme hakkından da söz edilmesi mümkün değildir. Locke’a göre güven ihlalinin olmadığı ya da zararın onarılabilir olduğu durumların dışında uyruklar her istediklerinde direnme hakkına, mevut yönetimi kendisine veya topluma daha faydalı olacağına inandığı yenisiyle değiştirme hakkına da sahip değildirler (Marshall, 1994: s. 270). Böyle bir örnekte meşru egemen ne sözleşmeye aykırı hareket etmiş, ne de uyruklar egemenin uyguladığı politikalardan bir zarar görmüşlerdir. (Zarar görmüş olsalar bile devlet eliyle çektikleri ceremeler tazmin edilebilir.) İsyan, Locke’un düşüncesinde, günahtır; bu günah egemene direnen uyruklara değil, bizzat kendisine teslim edilen güvene aykırı, keyfi ve yasal olmayan bir şekilde hareket ederek direnme hakkını doğuran egemene isnat edilmiştir (Dunn, 1969: s. 184). Uyrukların ekonomik durumlarının daha iyi olacağı, daha mutlu olacakları vs. beklentisi ile keyfilikten uzak, sözleşmeye bağlı ve yasal yollarla siyasal toplumu yöneten egemeni devirmeleri isyanı başlatmak olur ve bir önceki durumda egemene yöneltilen suç/günah bu kez uyruklara yüklenir. Locke’un devrim hakkı, kabul edilmesi durumunda, sık sık ayaklanmaların yaşanacağı, insanların haksız gördükleri her olayda iktidarı devirmeye çalışacağı ve medeni toplumun tersine çevrilip doğa durumunun anarşik toplumuna geri dönüleceği gerekçeleriyle eleştirilmiştir. Buna cevaben Locke, insanların devrimle eski zorba yönetimlerinden uzaklaşabileceklerini ve bu süreci doğa durumuna düşmeden atlatabileceklerini ifade eder. Ona göre eski yönetimin dağılması mutlak surette doğa durumuna dönüşü temsil etmemektedir (Arnhart, 2008: s. 310-311). Bununla beraber anayasal devrim hakkının tanınması, egemen gücün rızaya dayalı sözleşmede belirtilen sınırlar içerisinde kalmaya 210• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ zorlayacağından isyana karşı en iyi çit çekilmiş olacak ve anarşi gerçekleşmeyecektir. (Ebenstein, 2009: s. 217). Dahası Locke, devrimin rahatsızlığın toplumun çoğunluğuna yayılmadığı sürece de gerçekleşmeyeceğini düşünür. “Direnme yoluyla kendilerini doğrultmaktan çok acı çekmeye daha yatkın olan insanlar, ortalığı karıştırmaya eğilimli” olmadıklarından “kötülük genele yayılmadığı ve yöneticilerin kötü entrikaları görünür hale gelmediği ya da yöneticilerin bu girişimleri insanların büyük kısmı tarafından hissedilir olmadığı sürece” her küçük yanlış yüzünden isyan etmezler. (Locke, 2004: s. 190). Locke’un direnme hakkını tanıması konusunda önemli bir nokta genellikle ihmal edilmiştir. Locke yayınlanmamış yazılarında uyrukların egemene direnme haklarının olmadığını ifade etmekte ve fertlerin sessizce yasalara boyun eğmelerini telkin etmektedir. Her ne kadar daha sonra bu fikirlerinin tam aksini iddia etse de Locke, uzunca bir süre itaatsizlik ve aktif silahlı direnmeye karşı görüşlerini katı bir şekilde muhafaza etmiştir. İki İnceleme’nin direnme hakkının meşrulaştırılması üzerine kurulu olması ve ondaki direnme hakkı savunusu Locke’un bu ciddi dönüşümünü gizlemiş, direnme hakkının reddi doğrultusundaki önceki tutumu adeta yok hükmü görmüştür. Marshall ondaki bu dönüşümü tarihsel bir perspektiften mercek altına almışsa da Locke’un direnme hakkını tanımasını açıklayabilecek tatmin edici bir nedene ulaşamamıştır (Marshall, 1994: s. 52, 92-93, 205-222). Devrim hakkının kabulünde özellikle bir mevzu oldukça tartışmalıdır. Devrime kimin karar vereceği, bireylerin tek tek böyle bir girişimde bulunmaya haklarının olup olmadığı vs. soruları etrafında dönen bu tartışma bir anlamda Locke'daki direnme hakkının gerçek doğasını da belirlemektedir. Benzer nitelikte devlet-birey ilişkisinde Locke tarafından bireye verilen ağırlığın yoğunluğu da bu sorular yoluyla mercek altına alınmış, müzakere edilmiştir. Locke'un düşüncesinde azınlıkların yahut bireylerin egemene direnişi mevcut yönetimi benimseyen ve meşru gören çoğunluğa karşı bir hareket olarak algılanacağı için ya aptalcadır ya da kışkırtma niyeti gütmektedir. Böyle bir devrim hakkı yalnız egemeni değil toplumu hedef alan anlamsız bir kavramdır. Grady, buradan hareketle Locke'a oldukça sert eleştiriler getirmiş, her ne kadar uyruklara egemen karşısında geniş haklar tanıyan bireyci bir düşünür olarak tanınsa da bireyin Locke'da çoğunluk prensibinin altında kaldığını, Hobbes gibi onun da bireyi gömdüğünü iddia etmiştir (Grady, 1976: s. 285-291). Arnhart da benzer argümanlarla, Locke'un bireylerden sosyal düzen ve kamu yararı adına mutlak özgürlüklerden vazgeçmeleri talebinde bulunduğunu dile getirmiştir (Arnhart, 2008: s. 312). Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 211 Scott, Locke'un bireylerin direnme hakkındansa çoğunluğun direnme hakkından bahsetmesinin böyle bir hakkı kişilere verip vermemesinden çok düşünürün ihtiyatlı davranmasına bağlamaktadır. Ona göre Locke İki İnceleme'de fertlerin ve azınlıkların direnme hakkını kabul eder fakat metnin dili devrim hakkının eyleme dönüşebileceği durumları vurgulamak üzerine kuruludur (Scott, 2000: s. 552). Dunn ise Locke'un ferdi direnme hakkını mutlak monarşi ve benzeri yönetimlere karşı tanıdığı görüşünü benimsemiştir. Devrim kararının "insanlara" bırakılmış olması gelişmiş politik topluluklarda halkın kurumsal temsilcilerinin bulunması ile anlam kazanır. Dolayısıyla bu tip kurum ve temsilcilerin olmadığı mutlak monarşi ve benzeri yönetimlerde adil direnme hakkı daha doğrudan, fiziksel ve bireyseldir (Dunn, 1969: s. 182). Yine yakın bir çizgide Kilcullen, yozlaşmış bir hükümete karşı çoğunluk kararından bağımsız olarak bireysel direnme hakkının Locke'da mevcut olduğunu söylemiştir. Var oluş sebebini yerine getiremeyen hükümet kendini feshetmiş sayılır ve bir kimsenin devlet görevlisi ya da başkanı olması onu yetkisiz güç kullanma durumunda özel şahıs durumuna düşmekten kurtarmaz; Scott'ın bahsettiği gibi Locke'da çoğunluğun devrime katılmasına olan vurgu yeterli sayıda kişi aynı hükmü verirse genel bir devrimin ortaya çıkacağını göstermede kullanılabilir fakat Grady ve Arnhart'ın iddialarının aksine Kilcullen, devrimin bir azınlık hareketi olarak da çoğunluğun onayına gereksinim duymadığı görüşünde ısrar etmektedir (Kilcullen, 1983: s. 338). Marshall da sürekli olarak direnme hakkını "bireysel" önekiyle anarak bir anlamda Locke'un böyle bir hakkı tanıdığını ima etmektedir; lakin Locke'daki çoğunluk ve kamu yararı vurgusu birey vurgusunun önüne geçmekte, bu da bireysel direnme hakkını tanıdığını doğrudan Locke'dan öğrenemediğimiz gibi böyle bir çıkarımda bulunmamızı da güçleştirmektedir. Kant’ın direnme ile ilgili görüşleri Locke ve Hobbes’la kıyas kabul etmeyecek şekilde karmaşık ve tartışmalıdır. Üzerinden geçen iki yüz yıla rağmen bu hususta bir uzlaşma sağlanamamış, sadece devrim konusunda kesin bir yasaklamanın mevzu bahis olduğu kabul görmüştür. The Metaphysics of Morals’da bahsettiği “egemenin uyruklara karşı herhangi bir sorumluluğu ve görevi yoktur yalnız hakları vardır” anlayışı Kant’ı uyrukların egemenden şikâyetçi olabilecekleri ama direnemeyecekleri sonucuna götürmektedir. Kant için devrim hakkından bahsedilmesi, devrimin meşru görülmesi mümkün değildir. Rejimin insanlar üzerinde baskı kurması, yasal olmayan güç uygulaması, belli haklarından uyrukları mahrum bırakması vs. gibi durumlarda dahi devrim yapmak gibi bir haktan söz edilemez; uyruklar egemenlerine karşı zor kullanarak ya da egemenlerini tehdit ederek haklarını elde etmeye kalkışamazlar. Aksi yönde tutum takınan ve halkı kışkırtan, isyan eden veya egemenin 212• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ şahsına yönelik doğrudan bir saldırıda bulunan her kim olursa olsun Kant, vatana ihanetten ölümle cezalandırılması gerektiğine hükmetmektedir. (Kant, 1996: s. 95-96; Nicholson, 2010: s. 152-153). Kant’ın devrime karşı geliştirdiği düşüncenin altında yatan mantık içerisinde Hobbesvari bir anarşi korkusu veya devrimin kötü sonuçlanması beklentisi yer almamaktadır. Ona göre devrim, sonuçlarından bağımsız olarak kötüdür. Kant devrimle elde edilebilecek fayda ile ilgilenmez; insanların devrimden sonra daha mutlu bir yaşama kavuşmaları onun için devrimi haklı kılmaz, ya da baskıların ve zorbalığın giderilmesi hatta insanlığın evrensel iyiye doğru gelişim göstermesi de devrimi meşrulaştırmaz (Nicholson, 1976: s. 227). Kant devrimin bütün yasal düzeni ortadan kaldıracağı, devletin tamamını tehlikeye atacağı ve genel bir kanunsuzluk durumunun ortaya çıkacağı gerekçelerine ek olarak düstur (maxim) olarak devrimin ve devrim gibi şiddet içeren eylemlerin evrenselleştirilemeyeceği ve pozitif yasaların da kendi içlerinde itaatsizliği yasal kılacak düzenlemeler barındıramayacağını düşünmektedir. Locke’un anayasal isyan hakkını tanımasına karşılık Kant’a göre anayasada böyle bir yasanın bulunması ikinci ve hatta üçüncü bir devlet başkanını gerektireceği için kendi içinde çelişkilidir (Çörekçioğlu, 2010: s. 250; Reiss, 1956: s. 189; Kant, 1996: s. 96-97). Her ne kadar Kant devrim’e yasal bir hak olarak odaklansa da, Ripstein, yasallığın ahlaki (moral) bir zor kullanmanın ön koşulunu oluşturması nedeniyle yasal bir direnme hakkının olmadığı yerde ahlak felsefesinin de devrime izin veremeyeceğini iddia etmiştir. Böylelikle devrim, Kant’ın felsefesinde yasal ve moral sınırlar dâhilinde yasaklanmıştır (Ripstein, 2009: s. 333). Kant her devletin üç otoriter yapıyı - Rousseau'dan devralınmış izlenimi veren ve uyrukların genel birleşmiş iradesinden başka bir şey olmayan yasama, devlet yönetimini elinde bulunduran, onun bir vasıtası şeklinde algılanabilecek yürütme ve en klasik anlamında yasalara uygunluğu denetleyen yargı - içinde barındırdığını söyler. Devletin bu üç erki bünyesinde barındırması gerekliliği, onların ayrı kişilerde bulunacağı anlamına gelmemekte, despotizm tam da böyle bir durumu ifade etmektedir. Yönetimin despotik olmadığı devletlerde direnme hakkı yalnız yasama organını temsil eden egemene karşı yasaklı, yürütme ve yargı söz konusu olduğunda ise müsaade edilebilir değildir. Bu üç erkle ilgili olarak Kant, yasamanın suçlanamaz, yürütmenin direnilemez ve en yüksek yargı organının kararlarının da değiştirilemez olduğunu öne sürerek her koşulda üçüne de itaat etmek gerektiğini dile getirmiştir (Kant, 1996: s. 90-94; Nicholson, 1976: s. 216). Fakat yönetimde Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 213 reform yapılması amacıyla uyrukların şikâyet etme, eleştirme, otoritenin kötüye kullanıldığını ortaya çıkarma gibi hakları ise saklı tutulmuştur (Beck, 1971: s. 420). Yönetici reform yapmaya istekli değilse, eleştirilere kulak tıkar, protestoları ve reform taleplerini bastırmaya çalışırsa uyruklar yine de sabırlı olmalı, devrimden kaçınmalı ve yöneticilerinin reform yapacağı zamana kadar beklemelidirler. 1 (Kersting, 2010: s. 75). Çünkü Kant, bireyin ahlakiliğinin yüzyıllar içerisinde değişmediğini fakat insanlığın ahlaki bir evrenselliğe doğru geliştiğini, evirildiğini düşünmektedir. İnsanlık tarihinin artan rasyonelliğin, ahlakın ve özgürlüğün tarihi olduğu varsayımı Kant’ı devrim yerine sabra yönelten olgudur. Hegel’in tarih felsefesinin öncüsü niteliğindeki bu anlayış gereği daha iyi bir yönetim arzusu ile devrim yapmak fuzuli ve yıkıcı görülmüştür. Çünkü devrim şiddet içeren ve sonucu belli olmayan bir eylemken insanlık tarihi hali hazırda daha iyi bir yönetime doğru gitmektedir (Axinn, 1971: 425, 427-428). Dolayısıyla Kant'ın ne yasal, ne ahlak ne de tarih felsefesinde devrime yer yoktur. Kant’la ilgili buraya kadar yaptığımız anlatı devrimin yasaklandığı görüşünü hakim kılmaktadır. Ne ki, tartışmalar burada bitmemektedir. Öncelikle Kant’ın devrime koyduğu yasak bizi onun şiddet içermeyen bir itaatsizlik biçimini tasvip edip etmeyeceği sorununa götürmektedir. Nicholson, Kant’ın konuyu bu şekilde tartışmadığını, onun duruşunun sivil itaatsizliğe izin verir bir görüntüde olmasına rağmen şiddet içeren ve içermeyen itaatsizlik biçimleri arasında bir ayrımın onda gözükmediğini söylemektedir. Yine Nicholson, otoriteyi hedef almayan adi bir suçlunun yasalara aykırı hareket etmesinin devrime teşebbüs sayılamayacağı gibi, itaatin adil davranmama anlamına geldiği durumlarda da itaatsizliğin meşru olduğunun altını çizerek bu iki örnekteki itaatsizlik türlerinin Kant'ın düşüncesinde bulunduğunu kaydetmektedir (Nicholson, 1976: s. 219). Pike ise devrimin ahlaki boyutuna yapılan vurgunun genellikle Kant’ın bu görüşü üzerine çalışanların ortaya koydukları kadar yoğun olmadığını savunmaktadır. Ona göre devrim hakkına karşı görüşlerin kaynağı evrensellik ve gayeler krallığı (kingdom of ends) kavramlarının bir sonucudur. Pike, mevcut yönetimi devirme ibaresinin evrensellik formülüne aykırı düştüğünü kabul etmekle birlikte, yönetimi zorbalaştığı takdirde devirme kuralının evrenselleştirilebileceğini iddia eder; fakat gayeler krallığı kavramı ideal bir Nicholson da Kant'ın vatandaşlar yönetimi devirmedikleri takdirde, yönetimin kendi kendini reforme etme olasılığı nedeniyle uyrukları sabra yönelttiğini belirtir (Nicholson, 2010: s. 157). 1 214• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ toplumda böyle bir düstura izin vermeyecektir. Çalışmasının devamında Pike, yalnız düsturun evrenselleştirilmesi hususunda değil ampirik olarak da Kant’ın direnme hakkını tanıdığını, daha da önemlisi iyi bir niyetle ortaya çıktığı takdirde her şey gibi devrimin de meşru görülebileceğini yazmaktadır (Pike, 2004: s. 1-12). Hill, Pike’ın evrensellik formülü önermesine “belli şartlar altında devrim yapmak” şeklinde revize edilmiş bir düsturun dahi evrenselleştirilemeyeceği, böyle bir kuralın ne anayasaya girebileceği, ne de bireylerin böyle bir hak iddiasında bulunabilecekleri doğrultusunda cevap vermektedir. Buna rağmen sadece yasal devrim hakkının olmamasının kesin bir şekilde ifade edildiğini, bunun dışındaki durumlarda Kant'ta ne evrensellik yasası, ne moral ödevler, ne de insan onuru gereği direnme hakkının kesin bir şekilde yasaklandığı varsayımının yapılamayacağını belirtmiştir. Bu yüzden Hill, sivil itaatsizliğin yanında belli koşullarda aktif devrimci bir direnme hakkının da kabul edilebileceği sonucuna ulaşmıştır (Hill, 2002: s. 292-297). Haensel, yasal direnme hakkı konusunda Hill’le uzlaşmaktadır; fakat Kant’ın, pozitif yasaların doğa yasasının prensipleriyle uyuşmadığı yerde direnme hakkını tanıması gerektiğini düşünmektedir. Hanckock da itaatin ölümle sonuçlanacağı ve uyrukların açık ve özgür bir şekilde tartışmalarına izin verilmediği durumlarda bir kimsenin itaat yükümlülüğünün olmadığını savunur. Westphal ise Kant’a göre uyrukların ahlaki olmayan emirlere uyma zorunluluklarının olmadığını ve itaatin sadece meşru, ideal devlete karşı bir yükümlülük olduğunu nakletmiştir. (Aktaran: Arntzen, 1996: s. 410-411). Arntzen, yasaların insanlar arası ilişkileri düzenlemede geçerli oldukları, dolayısıyla bireyin yalnız kendini içeren ve yine yalnız kendini etkileyen eylemlerinin yasayla bir bağlantısının olmadığını, bu gibi durumlarda ahlak öğretilerinin geçerli olduğunu ifade etmektedir. Bu ahlak öğretileri ise, kişinin kendi içinde bir sonuç olduğunu, araç muamelesi yapılamayacağını belirten insan onuru kavramını öne çıkarmaktadır. Dolayısıyla bir tarafta insan onurunu ilgilendiren kişinin kendisine karşı ödevleri, diğer tarafta da egemene itaat borcu söz konusu olduğunda Arntzen, öncekinin ağır bastığını ve kişinin itaat yükümlülüğünün bulunmadığını ilan etmektedir. Haensel ve Westphal’in görüşlerini reddeden ve kendi fikirlerinin Hancock’unkiyle benzerlik taşıdığını ileri süren Arntzen, Kant’ın ifade özgürlüğünü kısıtlayan yönetimin hala meşru bir yönetim olduğunu iddia etmesini, ifade özgürlüğüne karşı bir yasa olamayacağı şeklinde okumaktadır. Yani devlet ifade özgürlüğünü kısıtlasa bile uyruklar buna uymak zorunda değildirler (Arntzen, 1996: s. 411-424). Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 215 Kersting, Kant’ın devrime koyduğu yasağın devlet terörü uygulayan bir rejime itaat etme görevine işaret etmediğini, kitle cinayetlerinin yaşandığı Nazi Almanya’sı gibi 20. yüzyılın modern totaliter devletlerine direnişi gayri meşru ilan etmek için kullanılamayacağını, bir devlette adaletsiz yasaların bulunması ile terör ve şiddetin farklı şeyler olduğunu belirtmektedir (Kersting, 2010: s. 75-76). Benzer bir sonuca ulaşan Ripstein de Kant’ın özgürlük ve yasaların olmadığı, sadece gücün bulunduğu toplulukları barbarlık olarak tanımlamadığını, Kersting’in de uyardığı şekilde Nazi Almanya’sı gibi rejimlerin devletten çok barbar topluluklar olarak sınıflandırıldığını, dolayısıyla bu tip örgütlü yapıların şiddet içeren eylemlerine karşılık verilebileceğini yazmaktadır. Bu barbar toplulukları özgürlüğün olmadığı fakat yasaların ve gücün bulunduğu despotik devletlerden ayırt eden Kant, onu, gücün yokluğunda yasa ve özgürlüğün olduğu ve aklın bir idesi olarak algıladığı doğa durumuyla eş değer görmektedir. Dolayısıyla bu barbar topluluğun eylemlerine maruz kalan kimseler doğa durumundan kurtulup bir devlet kurmak adına zor kullanma hakkına sahiptirler. Uyrukların bu eylemleri bir itaatsizlik değil, devlet kurma teşebbüsüdür (Ripstein, 2009: s. 336-343). Kant üzerine yapılan bu tartışmalardan sezinlenilebileceği gibi onun itaatsizlik, direnme ve hatta devrim konusundaki görüşleri ile bu görüşlerden çıkarılanlar arasında farklılıklar bulunmaktadır ve tam olarak Kant şu görüşü savunmaktadır gibi bir çıkarım yanlışlamaya mahkum gözükmektedir. Ayrıca kendisinin değil de düşüncesinin ulaştığı birçok konu, çoğu zaman Kant’ın tutarsızlıkla 2 suçlanmasına neden olmuştur. Son olarak Kant’ın devrim hakkını açık açık tanıdığı istisnai bir durumdan söz etmek gerekir. Kant eğer bir devrim gerçekleşir ve yeni bir anayasa ile devlet kurulursa uyrukların yeni yönetimi devirerek eskiye dönmeyi veya yeni bir yönetimle tekrar değiştirmeyi düşünmemeleri gerektiğini, devrimden sonra kurulan yönetime itaat etmelerini öğütlemektedir. Fakat devrik egemenin yeni yönetimin uyruğu olmayı kabul etmediği Kant’ın direnme hakkı/devrim ile ilgili görüşlerinde birçok tutarsızlık göze çarpmıştır. Onun önceki yazıları ile sonraki eserleri arasındaki direnme hakkını tanımadan tanımamaya geçişi, yayınlanmayan notlarında direnme hakkını tanıması, dipnotlarında itaatsizliğe verdiği ayrıcalık, ahlak felsefesi ile devlet otoritesinin çatıştığı yerde takındığı tutum, apriori yasaları ile ampirik yasaları arasındaki uyuşmazlık, çelişkisinin sansüre bağlanması, Fransız Devrimi’ne karşı tutumu ve kendisinin devrimi yasaklamasına rağmen düşüncesinin bizi devrime götürmesi hep bir tutarsızlık örneği olarak görülmüş ve bu çerçevede tartışılmıştır. Kant’ın bahsi geçen konular üzerinde tutarsız olmadığını açıklamaya çalışan yazılar da literatürde mevcuttur (Kersting, 2010: s. 58; Nicholson, 2010: s. 151, 153-154, 159-162, 166-168; 1976: s. 226-227; Reiss, 1956: s. 184-189; Beck, 1971: s. 411-412, 417-418; Axinn, 1971: s. 424). 2 216• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ durumlarda Kant ona yeniden yönetime geçmenin yollarını arama hakkını vermiştir. Çünkü ilk başta yönetimi devirerek yapılan yasalara aykırıdır ve devrik yöneticiye haksızlıktır (Reiss, 1956: s. 183). Kant burada uyruklara tanımadığı hakkı egemene tanımakta, uyruklara yapılan bir haksızlıkta sabrı tavsiye ederken, eski yöneticiye karşı “haksız” olduğunu savunduğu devrime, yöneticinin bu “haksızlığı” referans göstererek karşı devrim yapma hakkının olduğunu iddia etmektedir. Kant'ın önemli öğütlerinden biri uyrukların mevcut otoritenin kökenlerini, dolayısıyla meşruluğunu araştırmamaları, sorgulamamalarıdır. Devletin böyle bir kökenine inme girişiminin anlamsız olduğunu ve mevcut yapıyı tehdit edeceğini öne süren Kant, iktidar ister zorla, ister yasayla kurulsun uyrukların itaat yükümlülüklerinde bir değişiklik olmayacağını dile getirmektedir. İnsanların bu konular üzerinde fazla meraklı olmamalarını isteyen Kant devrik egemene, karşı devrim hakkını tanırken ise meşruluk kartını öne sürer; öyle ki uyruklar egemenlerinin meşru yollarla iktidara gelmemiş olmasına bakmaksızın itaat etmeliyken, devrik egemen meşru olmayan devrim yoluyla görevden edilmesi hasebiyle itaat etme zorunluluğundan muaf tutulmuştur (Kant, 1996: s. 95, 98). 2. Suriye’nin İç Dengeleri Ve Beşar Esad Yönetimi İlk uygarlıklardan bu yana birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olmasıyla beraber, Avrupa ve Asya’yı Ortadoğu’ya bağlayan yol üzerinde bulunması nedeniyle de Suriye, farklı etnik ve mezhepsel grupların üzerinde yaşadığı, heterojen bir devlet olmuştur. Çoğunluğun Araplardan oluştuğu, Kürtlerin etnik azınlıklar içerisinde başı çektiği, aynı zamanda Ermeni, Çerkez ve Türklerin de bulunduğu ülkede etnik ayrılığın dışında mezhepsel farklılıklar da göze çarpmaktadır. Toplamda ülkenin % 90’ını oluşturan Arap nüfusun yaklaşık % 12’si Nusayri diye de bilinen Arap Alevilerinden oluşmaktadır. Yine Dürzi ve İsmaili olan Arapların toplam nüfusa oranı da % 3 ile % 5 arasında değişmekte, böylece Sünni Arapların nüfus içerisindeki oranı % 70’ler civarına düşmektedir. Bunun yanında etnik orijinleri değişmesine rağmen ülke içi politik tutumlarında pek bir farklılık gözükmeyen % 10 Hıristiyan nüfus da Suriye’nin medeniyetler mozaiğinin bir parçası durumundadır (Holliday, 2011: s. 10; Dinçer ve Coşkun, 2011: s. 5-9). Suriye’deki bu nüfus dağılımı ülkenin içinde bulunduğu durumu anlamada ve gelecek senaryolarında belirleyici görev görmektedir. 250 koltuklu bir parlamentonun bulunduğu ve vatandaşlara oy hakkının tanındığı Suriye’de karar alma mekanizmasına etki sınırlıdır ve güç başta Devlet Başkanı olmak üzere, çevresindeki yönetici elit grubun ellerinde toplanmıştır; halkın ülkede demokratik ve yasal yollardan kayda değer bir değişiklik yapması Anayasa ile engellenmiştir (Dinçer ve Coşkun, Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 217 2011: s. 10). Suriye çoğunlukla uluslar arası kamuoyunda Arap Alevilerin azınlık yönetimi olarak bilinmektedir fakat bu tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Suriye’deki rejim için Esad’ın ailesi ve mensubu da olduğu Kalbiya Aşireti’nin yönetimi demek daha doğru olacaktır çünkü askeri ve istihbarat birimlerinin kontrolü bu aşiretin üyelerinin elindedir. Alevilerin askeriyenin % 90’ını oluşturmasının yanında ülke yönetimi Esad ailesinin tekelindedir ve bir mezhepsel gruba mal edilmesi yanlış olur (International Crisis Group [ICG], 2004: s. 2; Goldsmith, 2011: s. 36). Buradaki yanlışlık ülke içinde mezhepsel bir silahlı mücadeleyi doğurmaya yetecek büyüklüktedir ve Suriye yönetimi de bu durumu günümüze kadar bir koz olarak kullanmıştır. Suriye’de siyasi yapılanmanın köşe taşı Baas Partisi’dir ve ülke Baas ideolojisi ile yönetilmektedir. Baas Partisi ülkenin siyasi partilerinin şemsiye kuruluşu olan Ulusal İlerici Cephe’nin lider partisi konumundadır ve bu şemsiye kurum altında Baas dışında ama Baas ideolojisine yakın çizgide diğer partilerin kurulmasına da izin verilmiştir. Ulusal Cephe içerisinde yer almayan (bu şekilde faaliyet gösteren özellikle birçok Kürt partisi mevcuttur.) partiler yasadışı olarak nitelendirilmektedirler ve seçimlere giremezler (Dinçer ve Coşkun, 2011: s. 11). 250 koltuklu parlamentonun 167 üyesi Ulusal İlerici Cephe için ayrılmıştır. Bunun dışındaki koltuklar için herhangi bir parti ile bağlantısı olmayan bağımsız adayların seçimlere girmesine izin verilmiştir fakat bu bağımsız koltuklar da daha çok yönetime yakın iş çevreleri, din adamları ve aşiret reisleri tarafından doldurulmaktadır. Böyle bir parlamento kurgusu Baas hükümetinin oluşumunu seçimlerden önce garantiye aldığından Suriye’deki seçimler herhangi gerçek bir siyasi etkiden uzak, göstermelik tiyatrolardır. Bunun ötesinde Başkan’ın donatılmış olduğu güçler nedeniyle hükümet ve parlamento da ülke siyasetini etkilemede seçmenlerden çok farklı değildir. Suriye Devlet Başkanı parlamento toplanmasa dahi yasa çıkarabilmekte ve parlamentoyu istediği an feshetme yetkisini elinde bulundurmaktadır (Democracy Reporting International[DRI], 2008: s. 5-7). Tüm bu nedenlerden ötürü Suriye’de herhangi bir mezhebin yönetimde olduğunu tahayyül etmek zordur. Devlet Başkanı’nın bütün organların üzerinde ve onları kontrol eden bir yapıda olduğu Suriye’de devlet işlerine ancak sıkı bağları olan küçük bir grup etki edebilmektedir. Suriye’de siyasi hayat ve siyasi partiler için geçerli olan ne varsa aynısı sivil toplum kuruluşlarında (STK) da karşımıza çıkmakta, rejimin etkisi siyasal alandan ayrı olması gereken sivil toplum alanında da hissedilmektedir. Siyasetle hemen hemen ilgilenmeyen Suriye’deki STK’lar ilgilerini ve enerjilerini daha çok ekonomik liberalleşme çabalarına 218• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ aktarmakta, insan hakları, özgürlük gibi konulardan uzak durmaktadırlar. Bu sivil toplum kuruluşları varlıkları gereği rejimle organik bir bağ içerisinde ve devletten maddi yardım almaktadırlar (Sarı, 2011, s. 63-73). Suriye devleti STK’lar üzerinde geniş yetkilere sahiptir ve ülkede faaliyet gösteren tüm STK’ların devlet tarafından lisans alması gerekmektedir. Dolayısıyla Suriye devleti insan hakları, özgürlük gibi amaç beyan eden sivil toplum örgütlerinin kurulmasını ilk baştan engellemektedir. Bunun yanında STK’ların yönetim kuruluna devlet tarafından atama yapılabilmekte ve devlet STK’lara temyiz hakkı tanımdan onları lağvedebilmektedir. Kuruluş aşamasından itibaren istihbarat birimlerince denetlenen STK’lar ayrıca oturumlardan 15 gün önce ilgili bakanlığa bilgi vermek zorundadır (The Cairo Institute for Human Rights Studies[CIHRS], 2010: s. 6-7). Suriye 1963 yılından Nisan 2011’e kadar güvenlik güçlerine ve devlet organlarına geniş yetkiler sunan Olağanüstü Hal Yasası ile yönetilmiştir. Bu olağanüstü hal, vatandaşların istihbarat birimlerince evlerinden ve sokaklardan alınmasına, herhangi bir suçlama veya duruşma olmadan tutuklanmalarına, sivillerin askeri yargı tarafından yargılanabilmesine, rejimin tehdit olarak gördüğü her türlü yayını yasaklamasına, toplanma ve hareket özgürlüğünün sürekli ihlaline ve her türlü iletişim yollarının devlet tarafından denetlenmesine kadar giden uygulamaları içermektedir. Olağanüstü hal yasası yüzünden Suriyeli vatandaşlar rejimden, yöneticilerinden ve hatta yöneticilerinden bağımsız hareket edebilen istihbarat birimi mensuplarından gelebilecek her türlü tehdide karşı savunmasız bir pozisyondadırlar. Suriyelilerin bu savunmasızlığı mahkeme salonlarında da devam etmekte, savunma avukatı hakkı kendilerine tanınmamakta ve askeri yargının kararları herhangi bir üst organa taşınamamakta, nihai karar görevi görmektedir (CIHRS, 2010: s. 4-5; DRI, 2008: s. 4). Suriye ekonomisi de siyasi ve adli yapısı gibi bir sürü sorunla boğuşmaktadır. Bu sorunların başında işsizlik gelmektedir; resmi rakamlarla % 10 civarında olduğu belirtilen işsizliğin gerçekte % 20’lere yakın olduğu bildirilmektedir (Atlıoğlu, 2007: s. 106). İşsizliğin arka planında yatan nedenler ise yüksek doğum oranları ve Irak Savaşı’ndan sonra ülkeye göç eden nüfustur. Ülkenin gelirinin büyük kısmını petrolden sağlaması ve petrol kaynaklarının da ekonomi içerisindeki oranın giderek düşmesi ve petrolün yerini alabilecek bir gelir hanesinin ülke ekonomisine kazandırılamaması ekonomik durumu daha da kötü bir konuma sürüklemektedir (Prados ve Sharp, 2005: s. 10). Suriye’de gerçekleşen ekonomik reformların da sıradan insanları hedef almadığı, halkın sorunlarına çare olmadığı, rejime yakın çevrelerin Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 219 işlerini geliştirebilmesine olanak sağlayan reformların uygulamaya konulduğu eleştirileri sık sık dile getirilmektedir. Babasının ölümünden sonra devletin başına geçeceği kesin olan Beşar Esad, Suriye Meclisi'nin seçilme yaşını 40'dan 34'e indirmesi ile tek aday olarak girdiği seçimlerden oyların %97.29'unu alarak 2000 yılında Cumhurbaşkanı seçilmiştir (Ayhan, 2011: s. 7). Devlet başkanlığı, rejimin eski yöneticilerinin hem Hafız Esad yönetiminde kurdukları düzene meydan okumayacak, hem de kendi içlerinde güç mücadelelerine düşmelerine neden olmayacak bir aday üzerinde uzlaşmaları gerekliliğinin bilincinde olmaları nedeniyle Esad ailesi içerisinde kalmıştır (ICG, 2004: s. 4-5). Hafız Esad'ın 30 yıllık idaresinin ardından Suriye halkı Beşar'ın gerek Batı'da eğitim görmüş olmasından, gerek yaşından, gerekse de teknolojiye açıklığından dolayı umutlanmış, Beşar'ın ilk yıllardaki uygulamaları ve söylemleri de halkın bu umutlarını artırmış, Suriye yeni bin yıla demokrasiye doğru hızlı adımların atılacağı, özgürleşmenin gerçekleşeceği beklentileri ile başlamıştır (Zisser, 2005: s. 117). Beşar'ın göreve gelmesi ile yeşeren bu umutlar Güz 2000 ve Bahar 2001 arasında yaşanan göreli demokratikleşme sürecini ifade eden "Şam Baharı" ile siyasi ve sosyal hayata taşınmış, Suriye yarım asra yakın bir süredir tatmadığı ifade, toplanma ve siyaset yapma özgürlüğüne kavuşmuştur. Toplumun ileri gelenleri ve entelektüeller bu dönem zarfında rejimden taleplerini açık bir şekilde dile getirebilmiş, organize olabilmiş, rejimi eleştirebilmiş ve ona karşı muhalefet yapabilmişlerdir. Beşar Esad da reform taleplerine olumlu yanıt vermiş, rejimin gaddarlığının simgesi olan hapishaneleri kapatmış, siyasi hükümlüleri serbest bırakmış, yolsuzlukla mücadele etmiş ve Ulusal İlerici Cephe içerisindeki diğer partilere de kendi yayın organlarını basma hakkı tanımıştır (Landis ve Pace, 2006: s. 47; Yılmaz, 2011: s. 17; ICG, 2004: s. 7). Bu ortamda Suriyeli reform yanlıları önce 99'lar bildirisini, daha sonra da 1000'ler bildirisini yayınlayarak Olağanüstü Hal'in kaldırılması, siyasi tutukluların serbest bırakılması, basın özgürlüğü, demokratik bir seçim yasası, bağımsız yargı vs. gibi özgürlük taleplerini dile getirmişlerdir (Ayhan, 2011: s. 9; Wikas, 2007: s. 5). Fakat reform taleplerinin daha fazla palazlanması öncelikle rejimin kadroları daha sonra Beşar Esad tarafından endişeyle karşılanmış ve Şam Baharı muhaliflerin tutuklanması ile sonuçlanmıştır. Lübnan’da Eylül 2004’te Suriye yanlısı Devlet Başkanı’nın görev süresinin anayasa değişikliği ile uzatılması ve Şubat 2005’te ülkenin eski Başbakanı Refik Hariri’nin konvoyuna yapılan saldırı sonucu ölmesi ile ülke bir Suriye yanlısı ve karşıtı kamplaşmalarla karşı karşıya gelmiş; Şii Müslümanlar Lübnan’da Suriye’nin varlığını desteklerken Sünni Müslümanlar, 220• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Hıristiyan Maruni ve Dürziler ise otuz yıldır istihbarat servisleri ve güvenlik güçlerinin de yardımıyla Lübnan’ın iç işlerine sürekli müdahale eden Suriye’nin ülkeden çekilmesini talep etmiş, bu çerçevede gösteriler düzenlemişlerdir. Hariri suikastının Beşar Esad’ın kardeşi Mahir ve enişteleri Asıf Şevket’e uzanması Suriye üzerindeki uluslararası baskıyı artırmış, sonuçta Suriye ordusu otuz yıldır bulunduğu Lübnan’dan çekilmek zorunda bırakılmıştır (Kino, 2005: s. 225-229; Zisser, 2005: s. 127). Dışarıda rejime yönelik uluslararası baskıyı içerde fırsata çeviren Suriyeli muhalifler reform taleplerini tekrar dile getirmeye başlamışlar; ülke, rejimin iç sorunlarla uğraşamamasından dolayı görece yeni bir özgürleşme evresine girmiştir. Ekim 2005’te ülkenin muhalif liderlerinin bir araya gelerek mutabık kaldıkları, Kürt, Arap, sosyalist, liberal ve İslamcı grupların ortak bildirisi olması nedeniyle de ayrı bir önem taşıyan geniş tabanlı Şam Deklarasyonu yayınlanmıştır (Landis ve Pace, 2006: s. 55; Wikas, 2007: s. 8). Suriye’nin demokratikleşmesi yolunda Deklarasyonun çok önemli bir yeri bulunsa da rejim, uluslararası baskıları başından savması ile içerde de muhaliflere karşı önlem almaya başlamış ve demokratikleşme ve özgürleşme çağrılarını tekrar susturmuştur (Landis ve Pace, 2006: s. 60). Şam Baharı’ndan sonra yaşanan tutuklamalar ve insan hakları ihlalleri Şam Deklarasyonu’ndan sonra da tekrarlanmış, muhalefet ya hapse atılmış ya da ülke dışına kaçmak zorunda kalmıştır. Suriye’nin insan hakları açısından son on yılı içler acısı bir görüntü sunmaktadır. Rejim Ceza Kanunu’nun 285, 286 ve 307. maddelerine dayanarak muhalifleri ulusal birliği zayıflatmak, kamuoyunu yanlış bilgilendirmek ve halkı etnik ve mezhepsel ayrımcılığa sürüklemek suçlarından suçlamakta ve hapse atabilmektedir. Yine Beşar Esad yönetimi aktivistlere seyahat yasağı getirmekte, insan hakları gruplarına lisans hakkı tanımamakta, basın özgürlüğünü kısıtlamaktadır. Suriye’de yayınlar sansüre yakalanmakta, gazeteciler ve blog yazarları tutuklanmakta, bir neden gösterilmeksizin tutuklananlar dış dünyadan tamamen izole ederek, kendilerine aileleri ile görüşme hakkı tanınmamakta ve bir savunma avukatı atanmamaktadır. Aynı zamanda Suriye hapishanelerinde tutuklulara işkence yapıldığı da daha sonra serbest bırakılanlar tarafından dile getirilmiştir. Beşar Esad bu güne kadar medya ve basın özgürlüğü, siyasi partiler yasası, sivil toplum örgütleri ve Kürtlerin vatandaşlık hakları konusunda reform yapılacağını ifade etmiş fakat rejim bu konularda bir adım atmamıştır (Human Rights Watch[HRW], 2010: s. 1-35). Suriye’de siyasi reformlar gerçekleştirilemezken ekonomik liberalleşme anlamında ülke son on yılda birçok reform hareketine imza atmıştır. Ekonomide liberalleşme hareketleri Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 221 izleyen Esad bu çerçevede Planlama Bakanlığını kapatmış, bir reform programı hazırlamış, yatırımlar teşvik edilmiş, kredi faiz oranları % 1’e düşürülmüş, özel bankaların kurulmasına izin verilmiş, yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için çalışmalar yapılmış, yeni kur politikaları benimsenmiş, uluslar arası ekonomiye eklemlenmeye çalışılmış ve dış borçların yeniden yapılandırılması gündeme gelmiştir (Sarı, 2011: s. 48-49; Atlıoğlu, 2007: s. 104-106). Fakat tüm bu reformlar ve serbest piyasa anlayışı ekonomik dengeleri çok fazla değiştirmemiş, on yıl boyunca enflasyon yüksek seyretmiş, yüksek işsizlik oranları gerçekleşmiş, büyüme oranları yeterli seviyeye çıkarılamamıştır (Öztürkler, 2011: s. 43). Beşar Esad’ın liberal ekonomiye geçiş çabalarından en çok faydalanan grupların artan ekonomik güçlerini siyasete de yansıtmaları sonucu Beşar Esad’ın da göreve geldiği ilk yılların aksine kendine olan güveninin arttığı ve rejimin eski kadrolarını tasfiye ettiği gözlemlenmiştir. Esad bu değişimi öncelikle rejimin ekonomi kadrolarında gerçekleştirmiş, liberal ekonominin gereklerini yerine getireceğini inandığı genç ekonomistleri göreve getirmiştir (Atlıoğlu, 2007: 107-108). Ekonomi kadrolarını değiştirmede vakit kaybetmeyen Esad başkanlığının ilk yıllarında rejimin güçlü politik figürlerinin bir kuklası şeklinde algılanırken 2006’dan itibaren bu algı kırılmaya başlanmış, Esad ekonomi kadrolarında olduğu gibi güvenlik ve istihbarat birimlerinde de değişikliğe giderek babasından miras kalan güçlü siyasi isimleri ya daha çok tavsiye niteliği gören pozisyonlara atayarak etkinliklerini kırmış ya da tamamen görevden uzaklaştırmıştır. (Carnegie Endowment for International Peace[CEIP], 2006: s. 6; ICG, 2009: s. 18-19). Böylelikle Suriye’de uygulanan politikalar daha çok Beşar’ın politikaları, çıkarılan yasalar daha çok Beşar’ın yasaları ve politik söylem daha çok Beşar’ın söylemi haline gelmiştir. 3. “Eş-Şaab Yurid İskat En-Nizam” 3 2011’de Suriye’de ilk huzursuzluk Ocak’ta yaşanmış, rejimin herhangi bir önlem almasını gerektirmeyen ve geniş katılımlı olmayan eylemler düzenlenmiştir. Mart’ta Suriye’nin güneyindeki Dera şehrinde bir grup çocuğun duvarlara “İnsanlar rejimin yıkılmasını istiyor.” yazmaları nedeniyle tutuklanmalarını protesto eden gruba güvenlik birimlerinin silahla müdahale etmesi ile gösteriler kitlesellik kazanmıştır. Nisan ayında ülkede reform yapılacağı açıklanmış, hükümet istifa etmiş, öğretmenlerin başörtüsü takma yasağı kaldırılmış, Kürt kökenli yüz bini aşkın uyruksuz insana vatandaşlık verilmiş, olağanüstü hal kaldırılmış 3 “İnsanlar rejimin yıkılmasını istiyor.” anlamına gelen Arap Baharı’nın siyasi sloganı. 222• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ (Orhan, 2011: s. 8) fakat rejimin barışçıl gösterilere yönelik tutumunda bir değişiklik olmamıştır. Ülkede gösterilerin ilk başladığı günden bu yana halkın taleplerinde ciddi farklılıklar gözükmektedir: Suriye halkı başta Esad’a karşı olmadığını, hedeflerinin halka kötü muamelede bulunan polis ve Esad’ın çevresindeki ekiple sınırlı olduğunu belirtmekteyken, Esad kendisini çevresindeki gruptan ayırmayarak halkın gözündeki meşruiyetini zamanla kaybetmiştir (Orhan, 2011: s. 7). Muhalefetin Nisan ayı itibari ile rejim değişikliği talebinden uzak olduğu Suriye’de halkın reform taleplerinin zor kullanılarak bastırılması, Esad’ın güvenlik güçlerinin devam eden cinayetleri sonucu muhalif gruplar Haziran’da rejimi devirmek amacıyla silahlı mücadeleye girişmişlerdir. Rejimin tepkisi sert olmuş, göstericilere karşı ağır silahlar ve Mahir Esad’ın başında bulunduğu makinize birlikler kullanılmıştır. Bütün ülkedeki protestoları aynı anda bastırmaktansa ayaklanma olan bölgelere sırayla müdahale etme yoluna giden Suriye ordusu Hama’nın dışında bir ay süreyle beklettiği tankları Ramazan ayında insanların camilerde toplanarak örgütlenmesini önlemek amacıyla şehre sokmuş ve iki hafta boyunca şehri kontrol altında tutmuş ve tekrar çekilmiştir. Son beş ayda Suriye’de çatışmaların şiddeti artmış (Holliday, 2011: s. 13-23), Suriye Ulusal Konseyi kurulmuş ve ülke, Libyalı muhaliflerin Kaddafi’ye karşı galip gelmesi ile çatışmaların son bulması üzerine 2011 yılının güz aylarında uluslararası toplumun bir numaralı gündem maddesi haline gelmiştir. Keskin nişancıların gösterilere katılanları doğrudan hedef aldığı, birçok göstericinin kafalarına isabet eden mermilerle hayatlarını kaybettiği ülkede, rejime bağlı güçler yaralıların da sağlık hizmetlerinden faydalanmalarını engellemekte, sağlık personeli ve hastaneler de hedef alınmaktadır. Bu güne kadar geçen bir yıllık süre içerisinde tutuklanan muhalifler çeşitli işkencelere maruz kalmış, tutuklu iken ölenlerin vücutlarında işkence izine rastlanmış, gösterilerde tutuklanıp daha sonra serbest bırakılan muhalifler de ya işkence gördüklerini ya da işkenceye tanık olduklarını belirtmişlerdir. Kuşatma altında olan şehirlerde insanlar su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmiş, toplu ibadet yasaklanmış ve rejim ülkede yaşananların dış dünyaya yansımasını önlemek adına tüm iletişim araçlarını engellemiş, yabancı basın mensuplarının ülkeye girişine izin verilmemiş, sosyal medya yasaklanmış veya manipüle edilmiştir. Rejim tüm bu uygulamalarını çoğunlukla kendisine sadık kalan ordu sayesinde gerçekleştirebilmiş, aynı zamanda rejim yanlısı “shabeeha” militanları da silahlı mücadelenin önemli aktörlerinden olmuştur (HRW, 2011(a): s. 1-54; 2011(b): s. 1-63). Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 223 Suriye’de ilk ayaklananlar yıllardır Alevi azınlığın yönetimi altında yaşayan, kaynaklara erişimi kısıtlanan ve devlet organlarında yeterince temsil edilmeyen Sünniler olmuştur. Sünni nüfus her ne kadar gösterilerin itici gücünü oluştursa da gösterilere katılanların sadece Sünnilerden oluştuğu söylenemez; Hıristiyan ve Dürzilerin çoğu Esad yönetimi altında görece dini özgürlüklere sahip olmaları ve aynı ortamın Sünni ağırlıklı bir yönetimde gerçekleşmeyeceği beklentisi ile rejim tarafında yer almaya devam etse de ülkedeki bazı Hıristiyanların da protestolara katıldığı ve Müslümanlarla beraber camilerde örgütlendikleri gözlemlenmiştir. Bununla beraber Sünnilerin tamamının da rejime karşı olduğu önermesi doğruyu yansıtmamaktadır. Büyük şehirlerde ticaretle uğraşan Sünni elit gruplar ekonomik çıkarlar nedeniyle Humus ve İdlib gibi şehirlerdeki Sünni grupların aksine - alevi ve diğer azınlık grupları gibi rejimle kader bağı yapmamış olsalar da - Esad’a bağlılıklarını korumaktadırlar (Wieland, 2011: s. 52-53). Her ne kadar Suriye’de rejimin bir Alevi yönetimi olmadığını iddia etmişsek de Esad yönetiminden hiçbir fayda görmeyen, fakir bir hayat süren Alevi grupların çoğu radikal İslam korkusu nedeniyle muhaliflere karşı Esad’ı desteklemekte ve rejimin geleceği ile ilgili denklemde belirleyici rol üstlenmektedirler (Goldsmith, 2011: s. 52-54). Fakat bu yine tüm Alevileri rejim taraftarı, dolayısıyla Suriye’de yaşananları bir mezhepsel güç mücadelesi konumuna oturtmamaktadır. Suriye’de yaşananların demografik görünümü Sünnilerin çoğunun rejime karşı olmasına rağmen Esad’ı destekleyen Sünnilerin de bulunması ve Alevi, Hıristiyan ve Dürzi grupların çoğunun da rejimi desteklemesine rağmen rejime yönelik protestolarda azınlıkların da yer alması nedeniyle yin ve yang topunu anımsatmaktadır. Suriye muhalefeti tıpkı ülkenin etnik yapısı gibi çeşitli fraksiyonlara ayrılmıştır: Ülkede yıllardır yasaklı olan Müslüman Kardeşler, yaşları bir hayli ilerlemiş muhalefetin düşünsel arka planını ortaya koyan toplumun ileri gelenleri, gösterileri düzenleyen gençler ve eski Baas yöneticileri. Her ne kadar rejimin devrilmesi durumunda geçiş sürecine yönelik aralarında bir anlaşma sağlanmışsa da bu muhalif gruplar strateji, taktik ve silahlı mücadele vs. gibi konularda çoğu zaman farklı bir anlayış benimsemektedirler. Silahlı direnişçilerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu da bir ordudan ziyade yerel direnişçilere verilen ortak bir isimdir ve rejim güçlerine karşı koordineli bir mücadele söz konusu değildir. Suriye muhalefetinin bölünmüşlüğü sadece ülke içindeki gruplarla da sınırlı kalmamakta, yurt içindeki muhaliflerle dışarıdakiler arasında da anlaşmazlıklar sürmektedir. Bunun yanında Özgür Suriye Ordusu muhaliflere üstünlük sağlayacak stratejik bir bölgenin kontrolünü ele geçirememiştir. Rejim bazı bölgelerden çekilmek zorunda kalmışsa da Esad’a ait güçler hala 224• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ülkenin kontrolünü elinde bulundurmaktadır. 4 Ayrıca göstericilere ateş açmak istemeyen ve saf değiştirerek Özgür Suriye Ordusu’na katılan askerler mevcutsa da Suriye Ordusunun rütbeli personeli rejime bağlılığını korumaktadır (Nerguizian, 2011: s. 18). Rejim tarafında mücadeleye devam edenler sadece yüksek rütbeli askerler değildir. Elitler ve bürokratlar da rejime sadık kalmışlar, muhalif kanada geçmemişlerdir (Lund, 2011: s. 20). Muhalefetin bu bölünmüşlüğü ve zayıflığı ile beraber rejimin ana dayanak noktalarının sadakati nedeniyle de Suriye’de henüz muhalifler rejim güçlerine karşı bir üstünlük kuramamışlardır. Suriye rejiminin muhaliflere karşı tutumu giderek sertleşen bir eğilim gösterse de Arap Baharı’nda yaşananlar Beşar Esad’ın on yılı aşkın bir süredir benimsediği yönetim anlayışıyla süreklilik arz etmektedir. Şiddetin dozu yalnız muhalefetin boyutlarının geçmiş yıllara oranla artması sonucu gerçekleşmiş, rejim yıllardır olduğu gibi muhalif grupları öyle ya da böyle bastırma politikasından bir şey kaybetmemiştir. Görevde olduğu zaman boyunca insanları temel haklarından mahrum bırakan Esad, Arap Baharı’nın özgürleştirici havasının insanlarda yarattığı heyecandan tedirgin olmuş, tehdit altında olduğunun bilinciyle sahip olduğu zor kullanma gücüne daha da sarılmış, insanların özgürlük taleplerini dile getirmelerini dışarıdan destekli silahlı çetelerin eylemleri şeklinde lanse etmiş, mezhepsel ayrışmaları ve korkuları körükleyen açıklamalarda bulunmuştur. Arap Birliği temsilcilerinin ülkeye gelmesiyle beraber rejimin tutumunda belli bir yumuşama gözlenmiş ve 15 Mart 2011 ile 15 Ocak 2012 arasında olaylara karıştıkları gerekçesiyle tutuklu bulunanlara genel af çıkartılmıştır. Ülkede aynı zamanda Şubat ayı içerisinde anayasa referandumu yapılmış, halkın % 40’ının katılmadığı referandumda % 90 civarında “Evet.” oyu çıkmıştır. SONUÇ Suriye’den gelen haberlerin ikiliği, medyanın şüpheli söylemi, Şam ve Halep’te görece sakin giden hayat, her iki tarafın da (muhalefet ve rejim güçleri) güç kullanmış olması, Sünni ağırlıklı muhaliflerin Suriye’nin azınlık gruplarına karşı şiddet eylemleri, güvenlik gücü zayiatları vs. gibi durumlar belli çevrelerde Suriye halkının Beşar Esad’a yönelik mücadelesinin haklı olmadığı ya da haklılığını kaybettiği şeklinde eleştirilerin yapılmasına, muhalefetin dolayısıyla Suriye halkının özgürlük taleplerinin yadsınmasına varmaktadır. Bu Suriye’den gelen haberler özellikle Humus’ta çatışmaların yoğun yaşandığına yönelikse de muhalif Özgür Suriye Ordusu ile rejime bağlı Suriye Ordusu arasında devam mücadelede muhaliflerin üstünlük sağladığını söylemek güçtür. Ülkenin iki büyük ve önemli şehri olan Şam ve Halep’te hayat çoğunlukla sakindir ve olağanüstü bir durum göze çarpmamaktadır. 4 Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 225 çalışmanın da gösterdiği gibi Suriye’de halkın Beşar Esad’a rağmen özgürlük arayışı 2011 yılına, Arap Baharı’na özgü bir fenomen değildir. Arap Baharı’nda yaşananlar gözetilmeksizin Suriye halkının Beşar’a karşı direnme hakkı iddiası yukarıda gösterildiği şekliyle bu ülkenin siyasi, sosyal, adli ve iktisadi yapıları gereği meşrudur. Devrim hakkı ile ilgili görüşlerine yer verdiğimiz düşünürlerin, özelde Suriye örneğinde, genelde direnme hakkının kabul edilebilirliğinde hem bu çalışma, hem de literatür, kuramların ikilikler, belirsizlikler ve en nihayetinde tutarsızlıklarla dolu olması nedeniyle belli bir noktaya kadar ve belli bir noktadan sonra kaçınılması mümkün olmayan yanlış okumalar barındırmaya mahkumdur. Buna ek, Hobbes, Locke ve Kant'ın düşüncelerinin liberal siyaset felsefesinin etkilendiği ve üzerine inşa edildiği kuramlar olmaları nedeniyle, her üç düşünürde de uyrukların egemenin yanlış uygulamaları ve kötü muamelelerine belli derecelerde tahammül etmeleri ve birtakım ferdi ve kolektif haklardan yasal ve ahlaki çerçeve içerisinde mahrum bırakılmaları öğretisi - her ne kadar bugünün kazanımları ile geriye dönük bir inceleme yapmak doğru değilse de - düşünsel anlamda hayal kırıklığıyla karşılanmıştır. Düşüncem odur ki direnme hakkının kaynağı bir kuramın bireye verdiği önemle bizzat bağlantılıdır. Bu, siyaset kuramlarını incelediğimiz düşünürlerin birey-devlet ilişkisine bakarak direnme hakkını okumak şeklinde anlaşılmamalıdır. Tam tersine direnme hakkı, hem bu düşünürlerin birey-devlet ilişkisine bakış açısını, hem de kuramlarının gerçek doğasını analiz etmede önemli bir kaynaktır. O nedenle Locke, genel kanının aksine ne devrim hakkının ateşli bir taraftarı ne de bireycidir. Kamu çıkarı ve çoğunluk nosyonları Locke’da bireye öncüldür. Yine Hobbes da mutlak iktidar karşısında bireyi tamamen yutmamakta, siyasal olanın dışında itaatsizliği tanımakta dolayısıyla liberal okumalara kapı aralamaktadır. Kant ise insanlığın ahlaki evrimine rağmen bireylerin ahlakiliğinin yüzyıllar içerisinde değişmediği, genel iradenin egemen olması ve egemenin uyruklara karşı sorumlu olmaması doktrinleri ile önceliğini “toplu” olandan tarafa koymakta, devrim hakkını tanıyıp tanımadığı tartışmasına mahal bırakmadan savunusunu yaptığı devlet ve toplum anlayışının özelliklerini açık etmektedir. Bu öyle bir anlayıştır ki Kant’ı haksızlık gerekçesiyle uyruklara tanımadığı devrim hakkını, egemen devrimin nesnesi olduğunda tanımaya götürmüştür. Hobbes’un zorbalığın veya adaletsizliğin kişisel bir yargı olduğu savunusu, pratikte doğrulanabilir bir iddiadır. Gerçekten de Hobbes’un belirttiği şekilde zorbalık, genelde insanların yönetimle olan ilişkilerinde hoşlarına gitmeyen durumlarda başvurdukları bir çıkış kapısıdır. Fakat her durumda bu böyledir demek de doğru değildir. Egemene yöneltilen 226• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ zorbalık suçlamasının Hobbes’un belirttiği şekilde öznel bir yargı olması, bu suçlamanın geçerliliğinin olmadığı, her durumda bireylerin bu iddiaya haksız bir şekilde başvurdukları sonucunu doğurmaktan uzaktır. O nedenle Hobbes’un zorbalığa karşı bu öznelliği kaynak göstererek direnme hakkını tanımaması, halka itaati öğütlemesi tam anlamıyla açıklayıcı değildir. Zira Locke’un haksızlığın toplumun çoğunluğuna yayıldığı takdirde devrimin ortaya çıkacağı önermesinde zorbalık iddiası öznellikten fazlasını içermektedir. Böyle bir durumda adaletsizliğin kişisel bir çıkış kapısı olduğunu iddia etmek beyhudedir; çünkü aynı sonuca ulaşan kitlelerin varlığı konuyu kişisellikten öte toplumsal boyuta taşımaktadır. Güven ihlalinin olmadığı, yönetimin keyfiliğe kaçmadığı durumlarda uyrukların mevcut yönetimi daha faydalı olacağına inandıkları yenisiyle değiştirmelerinin isyan olduğu gerekçesiyle Locke tarafından yasaklanması da Kant’ın devrim yerine reformu olumlaması ve devrimin yasal düzeni tamamen ortadan kaldırması tezi ile anlam kazanmaktadır. Ne var ki belli bir noktaya kadar tatmin edici gözüken Locke’un devrim hakkı kuramı bireysel direnme hakkının tanınması hususunda beklentilerin gerisinde kalmakta, Locke’un bireyciliğine yönelik eleştirileri meşrulaştırmaktadır. Hobbes’un direnme hakkına ilişkin söylenebilecek bir diğer söz, onun egemenin mutlak iktidarını hedef almayan itaatsizlik ve kişinin yabancılaşamayacağı yaşam hakkının devamını sağlayan nefsi müdafaa hakkını siyasetin konuları olarak okumaması üzerindedir. Bu durumlarda ortaya çıkan direnme hakkı kişinin kendisini ilgilendiren yargılarla ilintili olmakla sınırlıdır; devlet ve kamusal olan bunun dışında bırakılmıştır. Dolayısıyla Hobbes’da devrim hakkından bahsedilemez fakat devrimi kaçınılmaz kılacak bir direnme hakkından bahsedilebilir. Bu direnme hakkı bireylerin kendi çabaları ya da tehdit edilen toplulukların ortaklaşa mücadeleleri ile tehdidi ortadan kaldırması sonucunu doğurabilir; tehdidin ortadan kalkması rejimin yıkılması anlamına gelse bile siyasal olmaktan uzaktır. Suriye’ye dönecek olursak, Hobbes'un siyaset kuramı açısından bu ülke vatandaşlarının Esad'ın mutlak iktidarını eleştirmeleri veya değiştirmeye teşebbüs etmeleri adaletsiz bir tutumdur. İktidarın yaptığı hiçbir şey, yönetimin amili halkın kendisi olduğu için eleştiri kabul etmez ve uyrukların mutlak itaatini talep eder. Bu yüzden Esad'ın birinci ve ikinci muhalif dalgayı bastırması, eleştirileri susturması Hobbes’a göre meşruluk zeminine oturmaktadır. Buna rağmen Arap Baharı’nın bu ülkeye taşınması sonucu protestolara rejimin güç kullanarak karşılık vermesi halkın nefsi müdafaa hakkını doğurmuştur. Bu, sadece birey bağlamında böyle değildir; tankların şehirleri ablukaya aldığı, ağır mekanize silahların Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 227 protestolara katılanları ve protestoların yoğunlukla yaşandığı yerleşim bölgelerini hedef aldığı, keskin nişancıların, silahlı milislerin ve istihbarat birimlerinin insanların yaşam haklarını tehdit ettiği durumlarda, Humus, Hama, Dera, İdlib vs. sakinlerinin kolektif direnişe başvurmaları Hobbes için meşrudur. Fakat görece sakin bir yaşam süren Şam ve Halep halklarının direnişe katılmalarının söz konusu olamayacağı gibi Esad yönetimi, Ocak ayında çıkardığı genel af yasası ile direnişçilerin meşruluk kartlarını da ellerinden almış bulunmaktadır. Locke için Suriye’de yaşanan mücadeleyi açıklayabilecek ve meşru gösterecek birçok neden sayılabilir: ekonomik kayırmacılık, kamu çıkarını koruma amacı gütmeyen keyfi yasalar, halkın zararlarının yasayla tazminin mümkün olmaması, ülkenin ileri gelen muhalif figürlerinin mütemadiyen hapse atılması, rejimin çoğunluğun yönetiminden ziyade bir aile diktası görünümünde olması ve daha ilk başından Beşar’ın devlet başkanlığına seçilmesini mümkün kılan kişiye özgü yasa değişikliği. İncelenen dönemde Locke’un kuramı gereği Suriye halkının Beşar Esad’a direnme hakkı Cumhurbaşkanlığı yaşının 40’dan 34’e indirilmesi ile ortaya çıkmış, Esad’ın on bir yıllık yönetimi yukarıda sıralanan nedenlerden ötürü devrim hakkının geçerliliğini daha da pekiştirmiş, uyruklara başka çıkar yol bırakmamıştır. Hobbes’un yalnız tehdit altında olan uyruklara tanıdığı kolektif nefsi müdafaanın aksine Locke, insanlığı koruma yasası ve tiranlığı önleme hakkı nedeniyle sadece rejimin hedef aldığı muhaliflerin değil, yaşamın normal seyrine yakın aktığı Suriye’nin büyük şehirlerindeki insanların da muhaliflerle birleşerek rejime karşı eylem içerisine girme haklarını tanımaktadır. Aynı zamanda Suriye, Locke'u devrim hakkı konusunda haklı çıkaran bir örnek çalışma alanıdır; ondaki devrimin çoğunluğa dayalı olmadığı sürece gerçekleşmeyeceği varsayımı, birinci ve ikinci muhalif dalgaların başarısızlığa uğraması ve 2011 yılının Ocak ve Mart aylarında gösterilerin etkisiz kalması örnekleri ile doğrulanmıştır. Kant’ın Suriye’de yaşananlara bakış açısı ise hem Hobbes’un hem de Locke’un zıddıdır. Hobbes’a göre egemenin eleştirilemez oluşu kesinken, Kant kalemin gücüne yaptığı vurgu ile uyrukların yönetimi eleştirmelerini buyurmakta, Suriye muhalefetinin birinci ve ikinci muhalif dalgada gerçekleştirmeye çalıştıkları demokratikleşmeyi olumlamaktadır. Buraya kadar Locke’la ortak paydada buluşan Kant, Dera duvarlarına “İnsanlar rejimin yıkılmasını istiyor.” yazılmasını ve halkın bu doğrultuda eyleme girişmesini ise Locke’un aksine meşru görmemektedir. Her ne kadar muhalefet geçen yıllarda rejim tarafından bastırılmış, susturulmuş, sürgün edilmiş, hapse atılmış olsa da o, Suriye’nin Beşar Esad döneminde 228• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ demokratikleşmeye, rasyonelleşmeye ve özgürlüğe doğru evirildiğine kanidir ve Suriye halkını bu konuda sabra davet etmektedir. Kersting ve Ripstein’ın aydınlattığı şekliyle devlet terörüne karşı Suriye halkının devrim mücadelesi meşru gösterilebilirse de Suriye’de bugünkü durumun barbarlık tanımı içerisine düştüğü de kesinlikten uzaktır. Şubat ayı içerisinde halkın %60’ının katıldığı Anayasa referandumu örnek gösterilerek Suriye, yasaların ve özgürlüğün olmadığı, sadece gücün hüküm sürdüğü barbarlıkla bir tutulamaz. Teorideki barbarlık ve despotizm farkı pratikte sakıncalar doğurmakta; özellikle Suriye örneğine uygulandığında eksik kalmaktadır. Nazi Almanya’sı örnek gösterilerek Kant’ın devrim yasağının bu tür modern totaliter devletlere itaati meşrulaştırmak için kullanılamayacağı önermesi kabul edilse bile Suriye’de iddia olunan, rejimin kendisine karşı ayaklananları bastırmak için şiddete başvurduğudur ve Kant’a göre de devrime kalkışanların ölümle cezalandırılması gerekir. Bu durumda Esad yönetimi sistemli bir şekilde kendi halkını hedef almamış, ülkede baş gösteren ayaklanmanın önüne geçmek adına önlem almaya çalışmıştır. Bu cevap da Kant’ın bakış açısıyla Suriye’yi okumak için yeterli değildir; belki en nihayetinde rejim ülkede kontrolü sağlama amacını aşarak devlet terörü uygulamış, dolayısıyla halkın devrim taleplerini meşrulaştırmıştır ifadesi daha doğru olacaktır. Sonuç olarak her üç düşünürün de ne direnme hakkı teorileri ne de Suriye’ye yönelik olası yaklaşımları bugünün ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaktır. Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 229 KAYNAKÇA Kitaplar ARNHART, Larry (2008), Siyasi Düşünce Tarihi Plato'dan Rawls'a (Çev. Ahmet Kemal Bayram), Ankara: Adres Yayınları. ATLIOĞLU, Yasin (2007), Beşşar Esad Suriyesi’nde Reform: Demokratikleşme-Güvenlik İkilemi, İstanbul: Tasam Yayınları. ÇÖREKÇİOĞLU, Hakan (2010), “Kant’tan Bir Sivil İtaatsizlik Teorisi Türetmek Mümkün mü?”, Şu kitapta: Ed. Hakan Çörekçioğlu, Kant Felsefesinin Politik Evreni, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 243-261. DUNN, John (1969), The Political Thought of John Locke: An Historical Account of the Argument of the “Two Treatises of Government”, Cambridge: Cambridge University Press. EBENSTEIN, William (2009), Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri (Çev. İsmet Özel), İstanbul: Şule Yayınları. HOBBES, Thomas (2011), Leviathan (Çev. Semih Lim), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. JAUME, Lucien (2007), “Hobbes and the Philosophical Sources of Liberalism”, The Cambridge Companion to Hobbes's Leviathan, Ed. Patricia Springborg, New York: Cambridge University Press, 199-216. KANT, Immanuel (1996), The Metaphysics of Morals (Çev. Mary Gregor), Cambridge: Cambridge University Press. KERSTING, Wolfgang (2010), “Politika, Özgürlük ve Düzen: Kant’ın Politika Felsefesi”, Ed. Hakan Çörekçioğlu, Kant Felsefesinin Politik Evreni, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 57-79. LOCKE, John (2004), Hükümet Üzerine İki İnceleme (Çev. Fahri Bakırcı), Ankara: Babil Yayıncılık. MARSHALL, John (1994), John Locke: Resistance, Religion and Responsibility, Cambridge: Cambridge University Press. NICHOLSON, Peter (2010), “Kant, Devrim ve Tarih”, Ed. Hakan Çörekçioğlu, Kant Felsefesinin Politik Evreni, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 151-170. 230• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ RIPSTEIN, Arthur (2009), Force and Freedom: Kant’s Legal and Political Philosophy, Massachusetts: Harward University Press. SARI, Özgür (2011), Suriye’de Liberalleşme Hareketleri ve Sivil Toplum Örgütleri, Konya: Çizgi Kitabevi. SREEDHAR, Susanne (2010), Hobbes on Resistance: Defying the Leviathan, New York: Cambridge University Press. Makaleler ARNTZEN, Sven (1996), “Kant on Duty to Oneself and Resistance to Political Authority”, Journal of the History of Philosophy, 34(3), 409-424. AXINN, Sidney (1971), “Kant, Authority, and the French Revolution”, Journal of the History of Ideas, 32(3), 423-432. BAUMGOLD, Deborah (1993), "Pacifying Politics: Resistance, Violence, and Accountability in Seventeenth-Century Contract Theory", Political Theory, 21(1), 6-27. BECK, Lewis W. (1971), “Kant and the Right of Revolution”, Journal of the History of Ideas, 32(3), 411-422. BURGESS, Glenn (1994), "On Hobbesian Resistance Theory", Political Studies, 42(1), 62-83. GOLDSMITH, Leon (2011), “Syria’s Alawites and the Politics of Secterian Insecurity: A Khaldunian Perspective”, Ortadoğu Etüdleri, 3(1), 33-60. GRADY, Robert C. (1976), "Obligation, Consent, and Locke's Right to Revolution: Who Is to Judge?", Canadian Journal of Political Science, 9(2), 277-292. HILL, Thomas E. (2002), “Questions About Kant’s Opposition to Revolution”, The Journal of Value Inquiry, 36(2), 283-298. KILCULLEN, John (1983), "Locke on Political Obligation", The Review of Politics, 45(3), 323344. KINO, Karim (2005), “Lebanon: Cedar Revolution or Neo-Sectarian Partition?”, Mediterranean Politics, 10(2), 225-231. LANDIS, Joshua, Joe Pace (2006), "The Syrian Opposition", The Washington Quarterly, 30(1), 45-68. Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Sözleşmeci Üç Bakış • 231 NICHOLSON, Peter (1976), “Kant on the Duty Never to Resist the Sovereign”, Ethics, 86(3), 214-230. ÖZTÜRKLER, Harun (2011), “Suriye Ekonomisinin Genel Özellikleri ve 2001 Sonrası Dönemdeki Gelişimi”, Ortadoğu Analiz, 3(29), 41-47. PIKE, Kenneth R. (2004), “Reason to Revolt: On Kantian Ethics and Revolution”, Aporia, 14(1), 1-12. REISS, H. S. (1956), “Kant and the Right of Rebellion”, Journal of the History of Ideas,17(2), 179-192. SCHROCK, Thomas S. (1991), “The Rights to Punish and Resist Punishment in Hobbes's Leviathan”, The Western Political Quarterly, 44(4), 853-89. SCOTT, John T. (2000), "The Sovereignless State and Locke's Language of Obligation", The American Political Science Review, 94(3), 547-561. STEINBERGER, Peter J. (2002), “Hobbesian Resistance”, American Journal of Political Science, 46(4), 856-865. TAŞKIN, Ahmet (2004), “Baskıya Karşı Direnme Hakkı”, TBB Dergisi, (52), 37-65. YILMAZ, Muzafer Ercan (2011), "Suriye: Süreklilik ve Değişimin Çatışması", Ortadoğu Analiz, 3(30), 15-23. ZISSER, Eyal (2005), "Bashar Al-Assad: In or Out of the New World Order?", The Washington Quarterly, 28(3), 115-131. Raporlar AYHAN, Veysel (2011), "Suriye'de İktidar Mücadelesi, Uluslararası Toplumun Tepkisi ve Türkiye'nin Konumu", Ankara: ORSAM, Rapor No 46. Carnegie Endowment for International Peace (2006), Reform in Syria: Steering between the Chinese Model and Regime Change, Carnegie Papers, The Democracy and Rule of Law Project, Middle East Series, No 69. Democracy Reporting International (2008), Flawed by Design: The 2007 Syrian Parlimentary and Local Elections and Presidential Referandum, Post-Election Briefing No 2. DİNÇER, Osman Bahadır, Gamze Coşkun (2011), Mayınlı Arazide Yürümenin Adı: Suriye’de Değişimi Zorlamak, Ankara: USAK, Rapor No 11-04. 232• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ HOLLIDAY, Joseph (2011), The Struggle for Syria in 2011: An Operational and Regional Analysis, Washington: Middle East Security Report 2, Institute for the Study of War. Human Rights Watch (2010), A Wasted Decade: Human Rights in Syria during Bashar alAsad’s First Ten Years in Power, New York. Human Rights Watch (2011), “We Live as in War”: Crackdown on Protesters in the Governorate of Homs, New York. Human Rights Watch (2011), “We’ve Never Seen Such Horror”: Crimes against Humanity by Syrian Security Forces, New York. International Crisis Group (2004), Syria Under Bashar (2): Domestic Policy Challenges, Amman/Brussels, , Middle East Report, No 24. International Crisis Group (2009), Reshuffling the Cards? (2): Syria’s New Hand, Middle East Report, No 93. LUND, Aron (2011), The Ghosts of Hama: The Bitter Legacy of Syria’s Failed 1979-1982 Revolution, Stockholm: Swedish International Liberal Centre. NERGUIZIAN, Aram (2011), Instability in Syria: The Regional Implications of U.S. and Iranian Strategic Competition, Center for Strategic & International Studies, Burke Chair in Strategy. ORHAN, Oytun (2011), Suriye’de Demokrasi mi İç Savaş mı?: Toplumsal-Siyasal Yapı, Değişim Senaryoları ve Sürecin Türkiye’ye Etkisi, Ankara: ORSAM, Rapor No 41. PRADOS, Alfred B., Jeremy M. Sharp (2005), Syria: Political Conditions and Relations with the United States After the Iraq War, CRS Report for Congress. The Cairo Institute for Human Rights Studies (2010), Ten Years in Al-Assad's Grip: Country Report on the human rights situation in Syria during the past decade, Kahire. WIELAND, Carsten (2011), Between Democratic Hope and Centrifugal Fears: Syria’s Unexpected Open-ended Intifada, Internationale Politik und Gesellschaft (IPG), No 4. WIKAS, Seth (2007), Battling the Lion of Damascus Syria’s Domestic Opposition and the Asad Regime, The Washington Institute for Near East Policy, Washington: Policy Focus No 69. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 233 - 250 İlkut Taha TASLI * Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak Özet Dersim Olayları, genellikle tarih perspektifinden değerlendirilmekte ve belgeler üzerinden yorumlar geliştirilmektedir. Bu çalışma, tarih disiplininin belgesel niteliğine ek olarak siyaset biliminin toplum sözleşmesi kuramı üzerinden bir Dersim okuması niteliğindedir. Makalede, Rousseau’nun genel irade kavramının ve Locke’un direniş hakkı kavramının Dersim Olaylarıyla nasıl bir etkileşime sahip olduğu ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Çalışmada, sonuç olarak, genel irade kavramının etkisinin gözlemlenmesi olgusal olarak kolay olurken; direniş hakkı bağlamında soyut yorumlar ve varsayımlar üzerinden akıl yürütmek gerekmiştir. Anahtar Kelimeler: Rousseau, Locke, Genel İrade, Direniş Hakkı, Dersim Olayları. Using “Resistance” and “General Will” Consepts For Discussing Dersim Cases Abstract Dersim Cases are discussed with a historical perspective. This study aims to be a political science paper by using social contract concept. In this article, it is tried to show the relationships between the social contract concept and the resistance concept. In conclusion the social contract consept is seen basicly. On the other hand, the resistance concept needs spekulative approach to understand Dersim Cases and to find relationship between the resistance concept and the cases. Key Words: Rousseau, Locke, General Will, Resistance Right, Dersim Cases. * Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset ve Sosyal Bilimler Programı Yüksek Lisans Öğrencisi. ilkuttt@hotmail.com. 234• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Gündüz Vassaf, Tarihi Yargılıyorum adlı eserinde şöyle bir cümle kullanır: “Tarih, gerçeklerden zarar görecek kimsenin kalmaması ile gün ışığına çıkar.” Vassaf, bu cümlesinin devamında ülkelerin tarihlerinde, söz edilmesi/hatırlanması arzu edilmeyen ve sessizliğe gömülmeye çalışılan olayların-tecrübelerin varlığından bahseder. Vassaf, bu yaklaşımını İngilizlerin Avustralya kıtasında kurduğu hâkimiyetle örneklendirir. İngilizler, on dokuzuncu yüzyılın başından Avustralya’ya hâkim olmuş, yirminci yüzyılın başında da Avustralya’nın kuruluşunun yüzüncü yılını kutlamışlardır. Vassaf’ın anlatımlarına göre, söz konusu yüzüncü yıl kutlamalarında (adanın yerli halkı olan ve İngilizlerin katlettiği) Aborjinler anılmamıştır. Aborjinlerin “bizleri katlettiniz”, “kültürsüzleştirdiniz” ve “topraksızlaştırdınız” şeklindeki söylemlerle (aslında daha uygun ifade “haykırışlarla”) seslerini duyurabilmeleri ise yirmi birinci yüzyılda, yani bir yüz yıl sonra mümkün olabilmiştir (2007: 26-27). Gündüz Vassaf, birçok ülkenin geçmişlerinde benzer gayri insani tecrübeler olduğunu vurgular. Bu vurgu Türkiye için de geçerlidir. Son birkaç yılda (popülerleşmenin olanca olumsuzluğuna rağmen, sesini duyurabilme ve kamuoyu oluşturma imkânı doğuran olumlu yanı dikkate alındığında) popüler hale gelen gayri insanî tarih tartışmalarından biri de 1930’lu yıllarda Dersim’de olup bitenlerle ilgilidir. 1 Vassaf’ın söylemine göre, tarih, ondan zarar görecek insanların olmadığı bir ortamda gerçeklerini ortaya koyacaktır. Dersim Olayları düşünüldüğünde mağdur edilen insanların, çocuklarının dahi hayata veda ettiği ifade edilebilir. Bununla beraber nesilden nesile aktarılarak bugüne ulaşan bir 1930’lar algısının olduğu da düşünülmektedir. Bir başka ifade ile yaşanan travmatik tecrübelerin, ilk elden muhatapları bugün yaşamdan uzaklaşmış olsa bile sonraki nesillerin zihninde, acılar tazeliğini korumaktadır. Tarihten zarar görecek insanların olmadığı bir durumun nasıl mümkün olabileceği konusunda tahayyül geliştirmek, Dersim Olayları’nın nesilden nesile aktarılan olumsuz birikimi düşünüldüğünde ciddi bir problemdir. Böyle bir ortamda, Dersim Olayları gibi duyarlı bir sosyal bilim konusu üzerinde çalışma yapmak, gerçeklere ulaşmak anlamında zor ancak oldukça gerekli görülmektedir. 1 En başta belirtmek gereklidir ki 1930’ların Dersim’i, Dersim İsyanı, Dersim Direnişi, eşkıyalık, katliam, soykırım, tertele gibi farklı söylemlerle dile getirilebilir/getirilmektedir. Bu çalışmada, göreli olarak daha nesnel kavramsallaştırmalar olduğu varsayılan “1930’lu yılların Dersim’i” ve “Dersim Olayları” ifadeleri kullanılacaktır. Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak • 235 Dersim’i konu alan çalışmalar çoğunlukla 1937 ve 1938 yıllarında gerçekleşen askeri operasyonlar ile zorunlu göçleri konu alır. Bu çalışmaların genel eğilimi, o dönemden bugüne ulaşan sınırlı sayı ve içerikteki belgeler ile sözlü tarih 2 çalışmaları üzerinden analizler yapmak şeklindedir. Bir başka ifade ile tarih disiplinin temel metodu olan birincil kaynaklar üzerinden çalışmalar yapma geleneği devam ettirilmektedir. Bu gelenek içerisinde okunan makalenin örtük hedefi, Dersim Olaylarını siyaset bilimi zemini üzerine inşa etmek çabasıdır. Daha açık bir anlatımla tarih eksenli Dersim çalışmalarına, siyaset bilimi perspektifinden bir katkı sunma çabası, bu çalışmanın esas güdüsüdür. Dersim Olayları, söz konusu güdü doğrultusunda John Locke ve Jean-Jacques Rousseau’nun sunduğu kavramlar üzerinden tartışılacaktır. Rousseau’nun ve Locke’un bugün dahi tartışıla gelen kavramlarından bahsedilebilir. Bu makale, söz konusu bazı kavramlar üzerinden Dersim Olaylarını betimleme ve açıklama girişimidir. Bu kavramlar, Rousseau’nun Genel İrade ve Locke’un Direniş Hakkı kavramıdır. Makale içinde direniş ve genel irade ile bağlantılı bir takım kavramlarla ilgili düşüncelere de yer verilecektir. Örneğin, genel iradeden bahsederken egemenliğe değinmek ya da direnişten bahsederken rızaya değinmek olağan karşılanmalıdır. 1. J. J. R, Genel İrade ve Dersim Olayları Rousseau’nun genel irade kavramı, 1920 ile 1940’lar arası olarak nitelendirilebilecek erken dönem Cumhuriyet yıllarının çözümlenmesinde oldukça işlevsel bir araç olarak varsayılmaktadır. Birçok söylem ve uygulamanın -örneğin 1924 Anayasası- genel irade kavramından ilham aldığı ifade edilebilir. Bu bağlamda Dersim Olayları ele alınırken Rousseau’dan da yararlanmak, disiplinler arası bir yaklaşım imkânı sunarak konuyu tarih disiplininin yanında siyaset bilimi ile de yorumlamayı mümkün kılacaktır. Bu amaçla ilk olarak Rousseau’nun genel irade kavramı üzerinde durulacaktır. Rousseau, devletin kuruluş amacını herkesin iyiliğinin sağlanması olarak ifade eder. Devletin kuruluş amacına ise devletin güçleri kullanılarak ulaşılmaya çalışılır. Söz konusu devlet güçlerini, herkesin iyiliği için değerlendirmek ise yalnızca genel irade’nin gerçekleştirebileceği bir durumdur (Rousseau, 2011: 23). Genel iradenin nasıl belirleneceği/ortaya çıkacağı ise ciddi bir sorundur. Hazır’a göre genel irade, bir oylama 1930’lu yılların Dersim’ine tanıklık edenlerin aktarımları ya da tanıklıkları dinleyenleri anlattıklarıyla oluşan birikim. 2 236• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ işlemi sonrasında vücut bulmaktadır ve her zaman oy birliği sağlamak mümkün olmadığına göre ortaya çıkan çoğunluk genel iradeye işaret etmektedir (2004: 66). Ancak Alaattin Şenel, ne oy çokluğunu ne de oy birliğini genel iradenin ortaya çıkması için gerekli görür. Şenel’e göre Rousseau’da genel irade kavramı bulanıktır. Toplumu soyut bir genel irade yönetmeyeceğine göre genel iradeyi kullanan bir egemen olması gerekir. Rousseau, bu egemenin kim ya da hangi kurum olduğunu açıkça belirtmez. Rousseau’dan takip edilebilecek iz, genel iradenin ne olmadığıdır. Buna göre bir konuda oy çokluğu sağlanmış olsa bile toplumun yararı sağlanmamış olabilir. Dolayısıyla çoğunluk da olsa genel iradeye uygun olmayabilir. Diğer taraftan çoğunluğun katılmadığı bir görüş ve hatta tek bir kimsenin görüşü dahi toplumsal yararı ortaya koyuyor olabilir ve genel iradeye uygundur (Şenel, 1982: 461). Bu iki farklı görüşün ötesinde Rousseau’da genel irade kavramının işlevlerinden biri, kurguladığı toplum sözleşmesine katkıda bulunmak olarak ifade edilebilir. Buna göre herkes, bütün gücünü ve varlığını genel iradenin buyruğuna verir ve böylelikle herkes bütünün bölünmez parçası kabul edilir. Söz konusu bütüne eski dönemlerde site denirken Rousseau’nun çağında cumhuriyet ya da politik bütün denmektedir (2011: 15). Rousseau, genel iradeyi devletin kuruluş amacını gerçekleştirebilecek yegâne güç olarak ifade ettikten sonra genel iradenin her zaman doğru olduğundan ve kamusal yararı tesis edeceğinden bahseder. Bu noktada insanların her zaman iyiyi arzu ettiğini ifade eden Rousseau, “ama, [halk] bunun [iyiliğin] ne olduğunu her zaman kestiremez” der. Devamında ise halkın bozulmayacağını ancak aldatılabileceğini iddia ederek “İşte, ancak o zaman [halk] kötülüğe eğilimli görünür” şeklinde fikir belirtir (2011: 26). Rousseau, genel iradeyi açıklamaya çalışırken -yukarıda da gözlemlenebildiği gibihalkın eksiklikleri üzerinden bir anlatım yapar. Buna göre halkın hep iyi olanı istediğine atıf yapan Rousseau, halkın iyi olanın/iyiliğin nerede olduğunu göremeyeceğinden bahseder. Rousseau, bu sorunu genel iradenin her zaman doğru olduğunu ileri sürerek aşar. Rousseau, halkın bu yetersizliği/eksikliğine dayanarak “çoğu kez ne istediğini bilmeyen gözü bağlı kalabalık böylesine büyük, yasa koyma gibi güç bir işi kendi başına nasıl başarabilir” (2011: 36) şeklinde bir soru ile genel iradeye kazandırmaya çalıştığı meşruiyet derecesini artırmaya çabalar. Bu bağlamda tek tek kişilerin iyiliği idrak edebildikleri ancak iyiliği kendilerinden uzaklaştırdıklarını ifade eder. Diğer yandan halkın iyiyi istediği ancak onun da iyiliği göremediği belirten Rousseau, tek tek bireylere de halka da yol gösterilmesi gerekliliğinden Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak • 237 bahseder. Buna göre bireyler, isteklerini akıl doğrultusunda biçimlendirmeye zorlanmalı ve halka, ne istediğini bilmesi ya da ne isteyeceği öğretilmelidir. Böylelikle akılla irade birleşir ve politik güç tepe noktasına ulaşır (2011: 37). Rousseau’nun genel irade kavramına dair anlatımlarından sonra temel bir eleştiriye değinmek faydalı olacaktır. Buna göre Rousseau’ya despotik yönetimlere giden yolu açtığı şeklinde ithamlar yapılmaktadır. Bir başka ifade ile egemene sınır getirmemekle eleştirilir. Rousseau, gerçekten de genelin çıkarını ilgilendiren her konuda egemeni yetkili kılarken; kişinin kendi özel çıkarları olduğunu belirtir ve egemenin buna müdahale edemeyeceğini vurgular. Bu noktadaki problem neyin özel çıkar neyinse genel çıkar olduğunun egemen tarafından belirleniyor olmasıdır. Bir başka anlatımla Rousseau, Locke ile benzerlik göstererek bireyin sınırının kamu çıkarı olduğunu ifade eder. Locke’da bulunmayan ancak Rousseau’nun vurguladığı husus ise neyin kamu çıkarı olduğunu yine kamunun belirleyeceği formülasyonudur. Rousseau’ya getirilen bu eleştirilerin açık bir örneğini 1935 tarihli Fikir Hareketleri dergisinde görmek mümkündür. Hüseyin Cahit Yalçın’ın yayımladığı bu aylık dergide, Emile Labarthe’den tercüme edilen bir makalede, halkın mutlak hâkimiyeti düşüncesi, “en zalim hükümdarların istibdadından daha şiddetli” şeklinde yorumlanmaktadır. Labarthe, Robespiyer’den Lenin’e kadar bütün ihtilalcilerin Rousseau’dan ilham aldıklarını iddia ederek kişisel hırsların ve tahakküm arzularının Rousseau’nun fikirlerinden hareketle kendini meşrulaştırdığını iddia eder (1935a: 148). Bir başka makalede ise Rousseau’nun özgürlük düşmanlarının ve anarşistlerin babası olarak nitelendirildiği gözlemlenebilmektedir (Labarthe, 1935b: 132). Şenel’de benzeri bir vurgu gözlemlenebilir. Buna göre Şenel, Rousseau’nun genel irade kavramının hem demokratik hem de otoriter yorumlara elverişli olduğunu belirtir. Hegel’in otoriter devlet düşüncesinde, Lenin’in komünistliğinde ve Hitler ile Mussolini’nin faşist önderliklerinde Rousseau etkilerinin görülebildiğini ifade eden Şenel, diğer yandan Fransız Devrimi tecrübesinde demokratik düşünürlerin de Rousseau’dan yararlandığını ifade etmektedir (1982: 463). Eleştiri meselesini toparlamak gerekirse; Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi eserini, çağının koşulları ve değerleri zemininde değerlendirmek daha uygun olacaktır. Buna göre Rousseau, ruhban sınıfını ve feodalleri sınırlamak arayışındadır. O dönemde bireyin özgürlüğünü savunan herkes mutlak bir egemene ihtiyaç duymuştur. Burada amaç, kralıdevleti sınırlamaktan ziyade bireyi güçlendirmek için bir mutlak egemen kurgulamak ve 238• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ böylelikle toplum üzerindeki ruhban-feodal baskısını eritmektir. Bu manada egemeni önceleyen metnin lafzı otoriterliğe işaret etse de kaleme alınma amacı bireyin özgürleşmesine katkıda bulunmaktır. Düşünürler, Rousseau’nun niyetlerinden kuşkulanmamakla beraber otoriterliğe-despotizme yarar sağladığı konusunda iddialıdır. Rousseau’nun genel irade kavramı hakkında son bir açıklama yapılarak bu başlık sonlandırılabilir. Buna göre genel irade, ortak iradedir. Farklılıkların ve eksikliklerin bir tarafa atılarak herkesin kesiştiği ahlaki, siyasi vs. alan genel iradedir. Buna asgari müşterek de denilebilir. Egemenden bu asgari müştereklere göre kararlar oluşturması beklenir. Bununla beraber özelde genel irade kavramının genelde de Rousseau’nun görüşlerinin çok da tutarlı olmadığı, bundan dolayı Rousseau’dan bahsetmenin zorlukları olduğu iddia edilmektedir. George Sabine, Rousseau’nun tutarsızlıkları iddiası üzerinde durur. Sabine’nin Rousseau’dan aktardığına göre genel irade her zaman doğrudur. Çünkü genel irade doğruluğun kriteri olan toplumsal faydayı temsil etmektedir ve doğru olmayan şeyler genel irade değildir. Sabine, bu noktada doğru olanı belirleyecek yetkiye kim sahiptir şeklinde bir soru sorarak, Rousseau’nun genel irade kavramı hakkındaki tutarsızlık iddiasını açıklamaya çalışır. Sabine, doğru olanı belirleme yetkisine kim sahiptir sorusunun Rousseau’da farklı şekillerde cevaplandığını belirtir. Söz konusu farklı şekiller de çelişkileri oluşturur (1969: 280). Bu çelişkilerden önemli görülen bir tanesi, Rousseau’nun -yukarıda da değinilmiş olan- genel iradeyi çoğunluğun kararı olarak nitelendirmesi (ya da Şenel’e göre nitelendirmemesiydi) ile çoğunluğun daima haklı olduğuna inanmaması şeklinde iki söylem üzerinde görülebilmektedir (Sabine, 1969: 280). Sabine’nin tutarsızlık iddiaları erken dönem Cumhuriyet yılları için önemli görülmektedir. Bu nedenle bu çalışmada söz konusu iddialara yer verilmiştir. Zira siyasetçilerin, siyaset felsefecilerinden/teorisyenlerinden/sosyologlarından kendi yararları doğrultusundan istifade edecekleri varsayılmaktadır. Bu bağlamda farklı kişiler Rousseau’nun farklı söylemlerinin bambaşka şekillerde ilham almış olabilirler. Bu husus akılda tutularak uygulama ve söylemler değerlendirilmelidir. Rousseau ve genel irade kavramına dair bir kuramsal çerçeve oluşturduktan sonra Dersim Olayları ile etkileşimi ortaya koyulabilir. Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak • 239 Bu bağlamda ilk olarak İsmet İnönü’nün 1937 yılı Eylül ayında yaptığı bir meclis konuşmasına değinilebilir. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Dersim-Tunceli konusunda meclisi düzenli şekilde bilgilendirmektedir. İsmet İnönü, Cumhuriyet’in Dersim’de yapmak istediğinin imar ve ıslah olduğunu ifade ederek konuşmasına başlar. Devamında Cumhuriyetin Dersim’deki imar ve ıslahat programına çıkan muhalefet ve mukavemetin ortadan kaldırıldığını belirten İnönü, programlarının ara verilmeksizin ilerletildiğini ifade eder. İnönü’nün konuşmasında uygulanan programın halkın “refah ve serbestisi”ni amaçladığını da ayrıca vurgular (Zabıt Ceridesi cilt 19, 1937: 344). Yukarıda Rousseau’dan aktarılan, halka ve bireylere yol gösterilmesi, bireylerin zorlanması ve halka ne isteyeceğinin öğretilmesi söylemlerinin İsmet İnönü’nün zihninin derinliğindeki güdü olduğu ifade edilebilir. Konuşmada, karşı çıkışların ortadan kaldırıldığı vurgusu göze çarpmaktadır. Bu manada bir zorlama olduğu yorumu yapılabilir. Ayrıca refah ve serbesti söylemleri de toplumsal yararın/kamu çıkarının elitler tarafından halk yerine belirlendiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. İkinci olarak Sabiha Gökçen'in anlatımları arasında Mustafa Kemal Atatürk'ün Dersim'deki olaylara bakışını yansıtan bir kesitten yararlanılarak Rousseau etkisi ortaya konulabilir. Sabiha Gökçen, Dersim'e harekât olduğunu ve kendisinin bu harekâta dâhil edilmediğini öğrendikten sonra durumu Mustafa Kemal Atatürk'e anlatmak ve harekâta katılabilmek için Ankara'ya gider. Mustafa Kemal Atatürk ile Dersim üzerine konuşurlarken, Atatürk’ün kullandığı "aldatılmış eşkiya çetesi" tabiri dikkat çekicidir (Gökçen, 1982: 103). 3 Yukarıda Rousseau’nun halkın bozulmayacağı ancak aldatılabileceği, böylelikle de kötülüğe eğilimli görüleceği söylemine yer verilmişti. Bu çerçevede Mustafa Kemal Atatürk’ün aldatılmış eşkıyalar söylemi, Rousseau’nun aldatılabilirlik vurgusu ile uyumlu bulunmaktadır. Rousseau’dan hareketle yapılan otoriter yorumların Dersim Olayları bağlamında bir kere daha kendini gösterdiği de ifade edilerek bu başlık sonlandırılabilir. Dersim ile ilgili olarak, siyasi elitlerin bölge ve bölge halkı için “iyiye” hüküm vererek doğrudan kararlar alması ile kararların sürgün ya da askeri girişim gibi otoriter içerikleri, Rousseau okumalarının katkısı ile örülmüş bir zihniyet çerçevesinde ortaya çıkmıştır denilebilir. Sabiha Gökçen’in Atatürk’ten aktarımları konusunda titiz davranmak gerektiği düşünülmektedir. Zira Gökçen’in hatıratında Atatürk’ten uzun aktarımlara yer verildiği görülmektedir. Aktarılan konuşmaların gençlik yıllarında gerçekleştiği, hatıratın ise ilerleyen yıllarda yazıldığı varsayıldığında zihinde bir şüphe oluşmaktadır. Hatıratlarda yanlış ya da eksik hatırlama olabileceği gibi hatıratların sonradan bir meşrulaştırma girişimi olabileceğini düşünmek akademik titizliğin bir gereğidir. 3 240• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 2. John Locke, Direniş Hakkı ve Dersim Olayları John Locke, Hükümet Üzerine İkinci İnceleme eserinde, Tiranlık Üzerine ve Hükümetin Çözülmesi Üzerine başlığıyla kaleme aldığı bölümlerde direniş hakkı şeklinde bir kavramdan bahseder. Söz konusu kavram perspektifinden Dersim Olaylarının yorumlanmasının mümkün olup olmadığı araştırmak, mümkünse ne gibi yorum imkânları ortaya çıktığını araştırmak, makalenin bu bölümünün temel sorunudur. Bu bağlamda, ilerleyen sayfalarda Locke’un direniş hakkı kavramına dair görüşler ve Locke’tan alıntılar ile Locke’a dair bir kuramsal çerçeve oluşturulacak ve Dersim Olayları hakkında akıl yürütmeler yapılacaktır. Direniş hakkı kavramına geçmeden önce söz konusu eser hakkında bilgi vermek yararlı olacaktır. Hükümet Üzerine İkinci İnceleme başlıklı bu eser, felsefi bir metin olmak ile siyasi bir program olmak arasında bir yazımdır. İngiltere tecrübesinde mutlak monarşiye karşı üretilmiş bir metin niteliği taşıyan bu eserde John Locke, hem bir filozof hem de bir devrimci olarak düşünceler paylaşmaktadır. John Locke’un temel arayışı, yönetimin sınırlandırılması ile mülkiyetin korunmasıdır. Bir başka ifade ile John Locke’un esas meselesi, mutlak egemenliği sınırlamaktır. John Locke bu sınırlamayı toplum sözleşmesi varsayımı üzerinden gerçekleştirmektedir. Buna göre sözleşme bireyler arasında yapılmaktadır ve siyasi iktidar bireyler arasında oluşmuş/oluşturulmuş olan sözleşmeyi (ilişkiyi) korumak-kollamak ile sorumludur. Bir başka ifade ile iktidar, bu sorumluluk ile sınırlıdır. İktidar bu sorumluluğunu yerine getirmeyip, sınırlarını aştığında direnme hakkı doğar. Locke, yasaların belirlediği sınırları ihlal ederek toplumu yönetmeye çalışan yöneticinin, bu davranışıyla beraber halkın onayını kaybettiğini ifade eder. Alâeddin Şenel, halkın onayının kaybedilmesini, halkın yöneticiye olan itaat sorumluluğunun ortadan kalkması olarak yorumlamakta ve bu yeni durumun halka direnme hakkı verdiği belirtmektedir (1982: 443). Direnme hakkının ortaya çıkışının kısaca belirtilmesinden sonra cevaplanması gereken önemli bir soru, direnme hakkının nasıl kullanılacağıdır. Bu bağlamda yönetimin, kendisine haksızlık yaptığını düşünen herkesin ayaklanması ihtimaline değinen Locke, böyle bir durumun toplumda anarşi ve kaosa neden olacağını ifade eder. Bununla beraber pratiğin Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak • 241 teorik kadar sorunlu olmayacağını da vurgular. Bir başka ifade ile insanlar, kendilerine haksızlık yapıldı diye yönetimin dev gücüne karşı ayaklanamazlar. Böyle bir davranış rasyonel olmaz ve birçok ülkede yönetim mekanizmasına atfedilen kutsal anlam bu tarz hareketleri henüz başında durdurur. Tiranca bir girişimde dahi direnme hakkının hemen kullanılacağı, Locke’a göre şüphelidir zira yönetim az sayıda insana zarar veriyorsa çoğunluk olan halk ayaklanmak istemez. Halkın ayaklanıp direnme hakkını kullanması, yönetimin tiranca girişimlerinin büyük kitlelere dokunması ve halkın ciddi problemler öngörüp harekete geçmesi ile mümkün olacaktır (Şenel, 1982: 443-444). Ayferi Göze’de de benzeri yorumlar bulmak mümkündür. Buna göre Locke’un sıklıkla atıf yapılan “yöneticinin emirlerine karşı gelinebilir mi” sorusunu tekrar eden Göze, ancak haklı olmayan ve meşruiyetten yoksun kuvvete ve şiddete cevap verilebileceğini ifade eder. Bunun dışında kuvvete başvurmanın ceza gerektirdiği belirtilmektedir (Göze, 1987: 164). Göze, Şenel’den farklı şekilde, birkaç kişinin zarar görmesinin Locke’da pek de önemli olmadığını; önemi olanın toplumda barışın ve yönetimde güvenliğin tesis edilmesi olduğunu, söz konusu barış ve güvenliğinse birkaç kişinin zararından daha değerli olduğunu ifade eder (1987: 164). Bu bağlamda Locke’un yönelttiği bir diğer soru, yönetici ile halk arasındaki sözleşmenin bozulup bozulmadığına, doğal hakların korunup korunmadığına kimin karar vereceğidir. Locke’un bu soruya verdiği cevap, yargıcın Tanrı olduğudur. Bir başka ifade ile kararı iç savaş belirleyecek ve Tanrı, savaş zaferini haklı olana verecektir (Şenel, 1982: 444). Şenel’den yapılan bu alıntıya doğrudan Locke’un metninden bir katkı yapmak gerekli görülmektedir. Buna göre kimin yargıç olacağı sorusuna, Locke’un verdiği cevap halkın yargıç olacağıdır. Zira uzlaşmazlık durumlarında en uygun hakem, Locke’ye göre halkın bütünüdür. Çünkü başlangıçta bu güveni yöneticiye veren halkın bütünüdür ve yöneticinin bu güvenin ötesinde hareket edip etmediğini ya da etme derecesini belirleyebilecek olan halktır. Bu çerçevede eğer yönetici bu belirlenme biçimini kabul etmezse, son nokta olarak “Tanrıdan başka başvuracak başka makam kalmaz”(Locke, 2004: 199-200). Locke’un fikirleri üzerine bir başka yorum ise yasal yollara başvurmak noktasındadır. Buna göre yöneticilerin yasal olmayan davranışlarından doğan zararların yasal yollarla tanzimi söz konusu ise halkın kuvvete başvurmasına gerek görülmemektedir. Bunun da 242• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ötesinde yasal yolları denemeden kuvvete başvuran kişi, haksız duruma düşecektir. Diğer taraftan yönetici, yasal yollara başvurma olanaklarını kapatsa dahi hemen direnişe geçmemek ve fazla önemli olmayan konular için hükümeti sarsmamak gerektiği Locke’da görülen bir başka önemli husustur (Göze, 1987: 164-165). Halkın direnme hakkını kullanması birkaç durumda söz konusu olabilir. Yukarıda Şenel’in, tiranca girişimlerin büyük kitlelere dokunması ve halkın ciddi problemler öngörüp harekete geçmesi şeklinde muğlâk olarak ifade ettiği direnme hakkının kullanılması hususu, Göze’de daha açık ifade edilmiştir. Bu bağlamda yöneticinin yasa dışı eylemi, büyük bir çoğunluğu ilgilendiriyorsa, topluma karşı bir saldırı niteliği taşıyorsa ya da yapılanlar birkaç kişiye yönelik olsa da son derece hayati konularda ise halk direnme hakkına sahiptir denilebilir (1987: 165). Bu bağlamda Locke’un metnine atıf yapmak yararlı görülmektedir zira Dersim Olayları 4na doğrudan uygulanabilecek anlatımlar olduğu düşünülmektedir. Locke, …baskı ve kötülükle sadece birkaç kişinin karşılaşmış olmasına rağmen, sonuç itibarıyla, bu baskı ve kötülük, önceki durumda olduğu gibi herkesi tehdit eder görünürse; insanlar, yasalarıyla birlikte servetleri ve yaşamlarının ve belki de dinlerinin tehlikede olduğuna bilinçli olarak ikna edilirlerse, insanların kendilerine karşı kullanılmış bu yasa dışı güce direnmekten nasıl alıkonabileceklerini ben anlatamam… şeklinde fikir beyan ederek direnme hakkını ortaya çıkaran durumlardan birini betimler. Bu bağlamda Ertuğrul Danık ve Cemal Taş’ın anlatımları, yerel otoritelerin, servetlerinin ve yaşamlarının ve belki de dinlerinin tehlikede olduğuna bilinçli olarak ikna edildiğine dair yorum yapma imkânı sunmaktadır. Danık’a göre Alişer ve Nuri Dersimi şeklindeki iki figür, ulusal bilinç çalışmalarını Dersim bölgesinde de gerçekleştirmiş, özellikle de ileri gelen aşiret reisleriyle etkileşim halinde olarak aşiretlere siyasi nitelik kazandırmaya çalışmıştır (1997: 56). Taş’ın sözlü tarih çalışması şeklinde ortaya koyduğu eserde Nuri Dersimi figürü karıştırıcı-kışkırtıcı olarak nitelendirilmektedir. O’nun gittiği her bölgede problemler oluştuğu ve halkın çektiği sıkıntıların müsebbibi olduğu ifade edilmektedir (Taş, 2011: 37). Bu iki bilgi Dersim Olaylarını değerlendirmeye başlamadan önce bir hatırlatma yapmakta fayda görülmektedir. Dersim Olayları, olgusal olarak tartışılması zor görünen konulardan biridir. Bu anlamda yorumlara dayalı bir çalışma yapmak hem gerekli görülmektedir hem de yorumlara dayalı bir çalışmanın Dersim literatürüne zenginlik katacağı düşünülmektedir. 4 Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak • 243 kırıntısından hareketle Dersimli aşiretlerin devlet tarafından kendilerine yönelen bir tehdit olduğu konusunda ikna edildikleri yorumunu yapmak mümkün görülmektedir. Daha da açık bir ifadeyle Alişer ve Nuri Dersimi gibi figürlerin, yani Locke’un teorisine göre birkaç kişinin, karşılaşmış olduğu baskı ve kötülüklerin (olduğu varsayılan baskı ve kötülük. Zira doğrulamak ya da yanlışlamak imkânları mevcut değildir) herkesi tehdit ettiği algısı oluşmuş ve direniş ortaya çıkmıştır. Şenel ve Göze’nin yorumlarının ötesinde doğrudan Locke’a değinmek de yararlı olacaktır zira Locke’un anlatımları arasında Dersim Olayları ile ilintili görülen işlevsel bir örnek söz konusudur. Buna göre kılıçla cüzdanını gasp etmeye çalışan birini öldürmesi ve parasını emanet ettiği birinin parasını kılıç kullanarak geri vermemesi şeklinde iki örnek olay üreten Locke, gaspçıyı öldürmeye hakkı olduğunu ifade ederken, parasını emanet ettiği adama karşı yasalara başvurmak durumunda olduğunu ifade eder. Burada parasını emanet ettiği adamın yaptığını, gaspçıya nazaran “100 ya da 1000” katı daha kötü olarak niteleyen Locke, gaspçıyı yasal olarak öldürebilmesine rağmen sözde emanetçiye yasal olarak böyle davranamayacağını belirtir ve şu açıklamayı getirir: Birisi hayatımı tehdit eden güç kullandığından yaşamımı korumak için yasaya başvuracak zamana sahip olamazdım ve yaşamım sona erdiğinde başvuru için çok geç olacaktı. Yasa benim ölmüş cesedime yaşamımı geri veremezdi. Kayıp, onarılamaz türden bir kayıptı. Bu kaybı önlemek için, doğa yasası, kendisini benimle bir savaş durumuna sokan ve beni imha etmekle tehdit eden birini yok etme hakkını bana vermiştir (2004: 172-173). Bu çerçevede Dersimliler ile Cumhuriyet arasında silahlı çatışma başladıktan sonraki tarihi akış açıktır. Doğa yasasına göre karşı tarafın kendisini imha etmek şeklinde bir düşüncesi olduğunu düşünen taraf, savaş durumunun gereğini yaparak rakibini yok etmek çabası sarf edecektir. Silahlı bir süreç başladığında yasalara olan başvuru yoğunluğu ve yasaların uygulanabilirliği oldukça sınırlıdır. Locke’da direnme hakkı ile bağlantılı bir başka pasaj da aşağıdadır. Bu pasaj, Dersim Olaylarının vuku buluşunda bir algı problemi olduğu şeklinde yorum yapmak imkânı sunmaktadır. Buna göre siyasi elitler ile Dersimli yerel otoriteler (bölgenin sosyo-ekonomik 244• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ yapısına uygun şekilde ağa-seyit-aşiret reisi gibi) arasında oluşmuş olan ve aşılamayan bir psikolojik eşik olduğunu düşünmek mümkündür. …kötülük genele yayılmadığı ve yöneticilerin kötü entrikaları görünür hale gelmediği ya da yöneticilerin bu girişimleri insanların büyük kısmı tarafından hissedilir olmadığı sürece, direnme yoluyla kendilerini doğrultmaktan çok acı çekmeye yatkın olan insanlar, ortalığı karıştırmaya eğilimli değildirler. …Ancak, insanlar, özgürlüklerine karşı entrikalar yürütüldüğü açık delili üzerine dayanan evrensel bir kanaate sahiplerse ve olayların genel akışı ve meyli insanlarda, yöneticilerin kötü niyetleri konusunda kuşku uyandırmaktan başka bir şey yapmıyorsa, bundan dolayı kim suçlanacaktır? (2004: 190) Metinde yer alan özgürlüğe karşı entrikalar ifadesi, Dersim için oluşturulan yasal metinlerin bölgede oluşturduğu olumsuz bir algı olarak düşünülebilir. Bu noktada bölgenin önemli figürü olan Seyit Rıza’nın oluşturulan yasal metinlerin (kanunların) lağvedilmesini ve Kürt haklarının teslim edilmesini isteyen bir mektubu olduğu şeklinde iddialar hatırlanabilir (Lazarev ve Mıhoyan, 2001: 245). 5 Bu iddia üzerine kurgulanabilecek bir yorum, Dersimlilerin çıkarılan kanunlardan ve yöneticilerin niyetlerinden kuşkulandıkları ve bu kuşkunun da direnmeyle sonuçlandığıdır. Locke’un metninde görülen ve Dersim Olayları ile ilgili olduğu düşünülen bir diğer söylem de şu şekildedir: Yasamayı kaldıran ya da değiştirenler, insanların atamış ve onaylamış olması yolu dışındaki bir yolla, hiç kimsenin sahip olamayacağı … iktidara sahip olmuş olurlar. Bu kişiler böylece, insanların kurmuş oldukları ve başka hiç kimsenin kuramayacağı otoriteyi yıkarak ve insanların yetkilendirmemiş olduğu bir iktidar kurarak, fiili olarak bir savaş durumu yani yetkisiz güç durumu oluşturmuş olurlar. Bu kişiler, dolayısıyla, … toplum tarafından kurulmuş olan yasamayı kaldırarak bağı çözmüş ve insanları yeni bir savaş durumuna maruz bırakmış olurlar. Söz konusu mektubu iddia olarak adlandırmak uygun bulunmaktadır zira farklı kaynaklarda da bu mektup anılmakta ve TBMM ile Cumhurbaşkanlığı’na gönderildiği ifade edilmektedir. Bununla beraber ne mektuptan bahseden kaynaklarda mektubun tıpkıbasımına rastlanmış ne de Cumhurbaşkanlığı ve Meclis arşivlerinde mektuba ulaşılmıştır. Bu nedenle böyle bir mektubun varlığı “iddia” olarak değerlendirilmektedir. 5 Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak • 245 Bu pasajın işaret ettiği husus, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi hatırlatmaktadır. Buna göre Dersimlilerin de dâhil olduğu Doğu bölgelerinin Osmanlı’ya bağlanışının bir rıza sonucu olduğu ifade edilebilir. 16. yüzyıla, Yavuz Sultan Selim zamanına götürülebilecek bu rıza ve bir nevi sözleşmenin, Osmanlı’nın yıkılışı ile ortadan kalktığı yorumu yapılabilir. Cumhuriyet’e geçişte yasamayı kaldıranlar İngilizler olmasına rağmen yasamayı yeniden oluşturmak suretiyle değiştirenler Milli Mücadele kadrolarıdır. Osmanlıların Dersim üzerinde sahip olduğu yetkilendirilmişlik durumunun Milli Mücadele kadrolarının oluşturduğu Meclis için geçerli olup olmadığını tartışmak zordur. Zira iki boyutlu bir durum söz konusudur. Birincisi, Mecliste Dersimli vekillerin olduğu bilinmektedir (Danık, 1997: 50). İkincisi ve diğer boyut ise vekillerin seçilmesi sürecindeki ayrışmalardır. Daha açık bir anlatım ile Dersimli aşiretlerin farklı aday adayları arasından bir kaçı seçilebilmiştir (Taş, 2011: 24). Dolayısıyla tam bir rıza olduğunu söylemek oldukça zordur. 6 Dolayısıyla Milli Mücadele sürecinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, Dersimlilerce yetkilendirilmemiş bir iktidar olduğu sonucuna ulaşılabilir. Dolayısıyla ilerleyen yıllarda vücut bulacak silahlı mücadelelere, bir başka deyişle savaş durumuna kapı aralanmış olduğu iddia edilebilir. Doğrudan Locke’tan yapılan alıntılarla devam etmekte fayda görülmektedir. Buna göre Locke ayaklanma ile direnmeyi birbirinden ayırır. Locke, ayaklanmayı hükümetin yasalarıyla ve anayasalarla kurulan otoriteye karşı bir muhalefet olarak tarif eder ve yasaları güç kullanarak ihlal etmeye çalışan kişileri asi ilan eder. Devamında ise yasaların mülkiyetin, barışın ve insanlar arasındaki birliğin korunması için yapıldığını ifade eden Locke, yasalara aykırı biçimde “yasalara aykırı biçimde güç kuranlar”ı ayaklanmakla itham eder (2004: 187). Direnme ise yasalara dayalı olmayan güç kullanımı sonucunda savaş durumunun ortaya çıkması ve bu durumda bütün eski bağların geçersiz hale gelmesi ile hakların sona ermesi Meclise vekil gönderilmesi meselesinden hareketle Dersim Olaylarını anlamlandırmak noktasında şöyle bir formülasyon önerilebilir: Dersim çalışmaları son derece analitik şekilde yürütülmelidir. Bir başka ifade ile bütün olaylar, küçük birimlere ayrılmalı ve bu şekilde kendi özgünlüğü içerisinde analiz edilmelidir. Daha açık bir anlatımla 1937’in Ocak 15’i ile Mart 15’i dahi birbirinden oldukça farklı Dersim gündemlerini haizdir. Milletvekili seçimleri hatırlandığında farklı veriler olduğu ifade edilerek analitik düşünme gerekliliğinin altı çizilebilir. Çünkü Ertuğrul Danık’ın aktarımları, farklı adaylıkların olduğu yönünde iken Cemal Taş’ın sözlü tarih çalışması kişilerin vekilliği geri çevirdiği şeklindedir. Diğer taraftan bu iki veriden habersiz ya da bu iki veriyi göz ardı edip, Mecliste Dersimlilerin temsil edildiği dolayısıyla yeni Cumhuriyet’e Dersimlilerin başlangıçta rıza gösterdiği şeklinde bir yorum yapmak da mümkündür. Dolayısıyla Dersim Olayları konuşulurken, görgül genellemelere yapmaktan kaçınan ve her olayı kendi özgünlüğü içerisinde analitik değerlendiren bir yaklaşım gerekli görülmektedir. 6 246• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ bağlamında kendi savunmaktır. Locke, bu anlatımının devamında yöneticilere karşı yapılan bütün direnmelerin ayaklanma olarak nitelendirilmemesi gerektiğini zira bazı durumlarda direnme hakkının olduğunu ifade eder (2004: 191). 7 Locke’un ayaklanma-direnme kavramsallaştırması Dersim Olayları için uygulanabilir görülmektedir. Buna göre yasa ve anayasaların tesis ettiği otoriteye karşı gelen aşiretler, asi olarak nitelendirilebilir. Diğer yandan da askeri harekâtlar sürecinde masumların katledilmesi suretiyle yasalara aykırı biçimde güç kullanılması söz konusu olmuştur (Algör, 2010: 12) ve buna karşı direnme hakkının kullanılması meşru bir girişimdir, Locke’a göre. Locke, ayaklanma-direnme karşıtlığını anlattıktan hemen sonra -yukarıda da bahsedilmiş olan- direnme hakkının ortaya çıkışı meselesine bir kez daha değinir. Direnme hakkını ortaya çıkaran durum, farklı bir anlatımla şu şekildedir: …insanlara, özgürlükleri ve mülkiyetleri üzerinde yasadışı girişimler olduğunda itaatten kurtulduklarını ve kendilerine duyulan güvene aykırı biçimde insanların mülkiyetlerine tecavüz eden yöneticilerin yasadışı şiddetlerine muhalefet edebilecekleri…(Locke, 2004: 189) Locke’da direnme hakkına işaret eden bir başka pasaj da şu şekildedir: Hükümetin amacı insanoğlunun yararıdır. İnsanoğlu için en iyi olan şey, insanların, sürekli olarak, tiranlığın sınırsız iradesine maruz kalmaları mıdır yoksa yöneticilerin, iktidarlarının kullanımında aşırıya gitmeleri ve iktidarlarını, insanlarının mülkiyetlerinin korunması için değil de insanların mülkiyetlerinin yok edilmesi için kullanmaları halinde, karşı gelinmeye tabi bırakılmaları mıdır? (Locke, 2004: 190) Yukarıdaki her iki pasajda da dikkati çeken vurgu mülkiyet üzerinedir. Mülkiyet hakkında genişletici bir yorum yapılarak Dersim Olayları hakkında akıl yürütme yapılabilir. Locke’un bütün direnmelerin ayaklanma olarak nitelendirilmemesi gerektiğini zira bazı durumlarda direnme hakkının olduğu şeklinde bir açıklama yapmak gereği duyması da dikkat çekicidir. Locke’un bu duruma getirdiği açıklama, bir halkın mülkiyetlerine, güç kullanarak etki etmeye çalışan yabancılara karşı direnme hakkı kabul görürken; aynı fiili işleyen yöneticilere karşı direnilebileceği şeklinde bir düşüncenin kabul görmediği şeklindedir (Locke, s. 191). 7 Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak • 247 Aşağıda anlatılan yabancılar-mülkiyete müdahale ilişkisi genişletici yorum yapma olanağı sunmaktadır. Locke’ta direniş hakkı kavramına dair oldukça geniş bir yorum yapma imkânı veren şu cümleler gayet önemli görülmektedir. “Herhangi bir halkın mülkiyetlerine güç kullanarak müdahale etmeye kalkışan öznelere ya da yabancılara karşı direnilebileceği konusunda genel bir uzlaşma vardır. Ancak aynı şeyi yapan yöneticilere karşı direnilebileceği son zamanlara kadar inkâr edilmiştir” (Locke, 2004: 191). Bu cümleler okura şöyle bir fikir edindirmiştir: Yabancıların mülkiyete müdahalesini, önce somut varlıklardan başlamak şeklinde olup, zamanla kültürel değerlere yönelik bir hal alır şeklinde düşünmek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Locke’un mülkiyet ifadesi, özgürlük, mal-mülk ve hayatla beraber kültürel varlık olarak da yorumlanabilir. Bir başka ifade ile Locke’da, yabancıların mülkiyete müdahalesi konusu işlenirken -örtük şekildedir. Söz konusu anlatım, ezoterik bir anlatım da olabilir, farkında olmadan değinilmiş de olabilir- kültürel varlıklara da işaret edilmiştir. Diğer yandan “çarpışmadan güce karşı nasıl direnileceği ya da nasıl saygılı biçimde çarpışılacağı” ve “direnebilecek kişiye, aynı zamanda çatışma olanağı da tanınmalıdır” gibi ifadeler (Locke, 2004: 194) den hareketle direniş hakkının silahlı boyutunun olduğu söylenebilir. Bu çerçevede direniş hakkı bağlamında iki düzeyli bir analiz yapmaya çalışmak mümkündür. İki düzeyden ilki, kültürel direniş; ikincisi silahlı direniştir. Kültürel direniş, dini/mezhepsel bağlamda değerlendirilebilir. Modern devlet kurmak iddiasıyla hareket eden siyasi elitlerin dini ve etnik topluluk kalıplarını eriterek bireyi önceleyen bir sistem kurmak çabasında olduğu varsayılabilir. 1930’lu yılların Dersim’i -Anadolu’nun bütünü ve hatta bugün hala varlığını sürdüren- topluluk (cemaat) kalıplarını yoğun olarak bünyesinde barındırmaktaydı denebilir. Hâkim kimliğin Alevilik ile Kürtlük olduğu bu coğrafyada, laiklik ve milliyetçilik ekseninde girişimlerle bölge halkının dönüştürülmesine çaba sarf edilmiştir demek yanlış olmayacaktır. Örneğin Şükrü Kaya’nın Meclis konuşmalarında aşiretlerin son derece ilkel yapılar olduğu (Zabıt Ceridesi cilt 7, 1935: 175) ve hazırladığı raporda, okullar aracılığıyla Türklük propagandası yapılması (Jandarma Umum Komutanlığı Raporu, 2010: 235-236) gibi ayrıntılar mevcuttur. Kültür kavramı, “insanın yapıp ettiği her şey”, “insan müdahalesinin izini taşıyan her şey” ya da “toplumsal araçlarla iletilen her şey” olarak tanımlanabilir (Başak, 248• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 2004: 35). Bu kültür tanımı çerçevesinde aşiret yapıları ve bölgenin etnik-dini kimliği en temel kültür unsurları olarak değerlendirilebilir ve Cumhuriyet’in Dersim’e yönelik tavrının kültürel boyutları olduğu ifade edilebilir. Söz konusu kültürel müdahaleler karşısında bölgesel liderlerin/yerel otoritelerin karşı duruşa geçtikleri düşünülebilir. Buna ek olarak da bölgenin geçmişten beri süregelen gündelik iktisadi alışkanlıkları (talan kültürü) ve Alişer, Nuri Dersimi gibi siyasi figürlerin bölgedeki politik çalışmaları Dersim Olaylarına güvenlik/asayiş ve siyasi boyutlar eklemiştir. Böylelikle karşılıklı silahlı mücadele başlamış ve iktisadi, siyasi ve sosyo-kültürel yönleriyle bugüne uzanan Dersim Olayları tecrübe edilmiştir. SONUÇ Dersim Olayları, direniş hakkı ve dolayısıyla toplum sözleşmesi bağlamında değerlendirildiğinde, bir çıkmaz ile karşılaşmak olasıdır. Locke’un anlatımlarında sözleşme bireyler arasında yapılmaktadır. Bununla beraber 1930’lu yılların Dersim’inde cemaat tipi yaşam tarzının hâkim olduğu varsayılabilir. Dolayısıyla 17. yüzyıl ürünü olan toplum sözleşmesinin ve Locke’un direniş hakkı şablonunun, 20. yüzyılda tecrübe edilen Dersim Olaylarını açıklamak ve anlamlandırmak noktasındaki yeterliliği sorgulanabilir görünmektedir. Cumhuriyetin Dersim’deki girişimleri, modern devletin, (sosyolojik manada) cemaat tipi yaşam tarzlarını -aşiretleri, kabileleri- çözmek, bu yapıların mensuplarını birey olarak görmek istediği ekseninde değerlendirilebilir. Ancak erken dönemdeki elitlerin Dersim’e yönelik girişimlerini toplum sözleşmesinin bir gereği olarak değerlendirmek zor görünmektedir. Zira o yıllarda Anadolu’nun büyük bir çoğunluğu cemaat tipi yaşam sürmektedir ve Anadolu’nun birçok yerinde cemaat yapılarını eritmeye yönelik çaba harcanmaktadır ancak Dersim’in farklılığı, bölgedeki cemaat ilişkisinin nasıl kırılmaya çalışıldığıyla ilgilidir. Bu noktada şunu da dikkate almak gerekir ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bireyler arası bir sözleşme olarak kurulmamıştır. Cumhuriyet, kendisi ile işbirliği kuracak eşraf ve yerel otoriteler üzerinden bir sözleşme oluşturma yoluna gitmiştir. Direniş ve Genel İrade Kavramlarından Dersim'i Okumak • 249 KAYNAKÇA Kitaplar Algör, İlhami (2010). Ma Sekerdo Kardaş. İstanbul: Doğan Kitap. Başak, Suna (2004). Kültür Olgusu Analizleri ve Üç Tarz-ı Siyaset. Ankara: Odak Yayınevi. Gökçen, Sabiha (1982). Atatürk’ün İzinde Bir Ömür. Hazırlayan Oktay Verel. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. 1982. Göze, Ayferi (1987). Siyasal Düşünceler ve Yönetimler. İstanbul: Beta Yayınları. Hazır, Hayati (2004). Anayasa Hukuku. Ankara: Alter Yayınları. Lazarev M.S. ve Mıhoyan (2001). Ş.X. Kürdistan Tarihi. İstanbul: Avesta Yayınları. Locke, John (2004). Hükümet Üzerine İkinci İnceleme. Çeviren Fahri Bakırcı. Ankara: Babil Yayıncılık. Rousseau, Jean-Jacques (2011). Toplum Sözleşmesi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Sabine, George (1969). Siyasal Düşünceler Tarihi.2 Yeni Çağ. Çeviren Alp Öktem. Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları. Şenel, Alâeddin (1982). Siyasal Düşünceler Tarihi. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları. Tarih Vakfı Yurt Yayınları (2010). Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik Dersim-Sason (1934-1946). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Taş, Cemal (2011). Dağların Kayıp Anahtarı Dersim 1938 Anlatıları. İstanbul: İletişim Yayınları. 250• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Vassaf, Gündüz (2007). Tarihi Yargılıyorum. İstanbul: İletişim Yayınları. Makaleler ve Diğer Basılı Yayınlar Danık, Ertuğrul. “Dersim İsyanlarının Siyasal Kimliği”, Birikim. sayı 98. 1997. ss. 45-57. Labarthe, Emile. “Devlet İstibdadı Nazariyesi”. Fikir Hareketleri. sayı. 88. 1935. ss. 147- 149. Labarhte, Emile. “Jean-Jacque Rousseau ve İçtimai Mukavele”. Fikir Hareketleri. sayı. 87. 1935. ss. 131-132. T.B.M.M Zabıt Ceridesi, 5. Devre, Cilt 7, Ankara, TBMM Matbaası, 1935. T.B.M.M Zabıt Ceridesi, 5. Devre, Cilt 19, Ankara, TBMM Matbaası, 1937. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 251- 258 Yasin Turna * Lock’un Sözleşme Kuramı Perspektifinde Milli Mücadele Özet Toplumsal sözleşme kuramcılarından John Locke’un hükümetin çözülmesi üzerine olan görüşlerinin Milli Mücadele dönemi ile arz eden paralellikleri çerçevesinde bir inceleme yapılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşundaki emperyalist mücadelenin yanı sıra hâkim güç olan Monarşiye karşı halk ihtilalinin –sonrası oluşacak- toplumsal bir sözleşmenin nasıl belkemiğini oluşturduğu incelendi. John Locke’un söylemlerinin, Milli Mücadele hareketine ve sonrası Cumhuriyet rejimine geçişe ne şekilde bir meşruiyet sağladığı gözlemlendi. Düşünürün fikirlerinden ilhamla baskıcı ve demokratik olmayan yönetimlere karşı tarihsel sürece yapılacak tanıklıkla halkın elinde ne gibi bir güç olduğunu görmek amaçlandı. Anahtar Kelimeler: Toplum sözleşmesi, John Locke, Milli Mücadele, Halk İhtilali. GİRİŞ Sosyal bilimlerde deney yapma şansımız gayet sınırlıdır. Bu yüzden tarihsel olaylar üzerinden çıkarsama yaparak geleceğe dönük bir takım fikirler türetebilmekteyiz. Örneğin Locke’un hükümetin ve toplumun çözülmesine dair kanaatlerinin ne ölçüde geçerlilik sağladığına dair görüşlerimizi, olaylar yaşanmadan belirleyemeyiz. Bu tespitten hareketle büyük bir sosyal bilim laboratuvarı olan toplumsal alanı yaşanmışlıklar üzerinden değerlendirdiğimiz vakit Milli Mücadele sırasında yaşanan gelişmelerle John Locke’un hükümetin çözülmesi üzerine görüşlerinin büyük bir paralellik arz ettiğini görmüş olacağız. Bu makalede iddia edilen paralelliklere işaret etmekle birlikte gene Locke tarafından değinilen toplumsal çözülmenin ne şekilde gerçekleşmiş olacağına da dikkat edilecektir. Bu sayede günümüze değin uzanan toplum içerisindeki uyuşmazlıklar ve toplum-devlet çatışmalarının kökenleri üzerine bir bakış açısı kazanmış olacağız. * Kocaeli Üniversitesi, Siyaset ve Sosyal Bilimler Yüksek Lisans Öğrencisi. 252• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Bu makalede, Locke’un Hükümet Üzerine İkinci İnceleme eserinde, hükümetin sona ermesine sebebiyet veren nedenlerin Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte ne şekilde ortaya çıktığı, Milli Mücadele tarihinin evreleriyle kıyaslamalar yapılarak görülmüştür. Bu sayede Cumhuriyet felsefesini oluşturan hukuki, siyasi, sosyolojik, demografik etmenlerin oluşacak yeni toplumsal sözleşmenin temellerini ne şekilde attığını ve bu hareketi ihtiva eden kesimin gerekçeleri anlamlandırılmıştır. Milli Mücadele dönemi üzerine yapılan araştırmalarda nesnelliğin ölçütü ve kullanılan materyallerin seçimi farklılık arz etmektedir. Bu çalışmayla, Türk siyasal hayatının belki de en önemli tarihsel devinimine herhangi bir ideolojik saplantıya takılmadan ve anakronizme mahal vermeden dönemi anlamlandırmamız için işlevsel bir yöntem denenmiştir. 1. Locke’un Halk İhtilaline Cevaz Veren Söylemleri John Locke, toplumun sona ermesi ile hükümetin sona ermesi arasında bir ayrım yapmaktadır. Bu ayrımın oluşması için onlara karşı yabancı bir istilanın zaferi gereklidir. Böylece var olan birlik zorunlu olarak son bulur. Fetihçiler, hükümetleri yıktıkları gibi toplumları da bölerek onları boyunduruk altına alırlar. Halk -sadece fetih karşısında değilkendilerine bir şeyleri zorla uygulamaya kalkanlara karşı tam bir direnme hakkına sahiptir. Bu direnme özgürlüğü içerisinde, kendileri için neyin en uygun olduğunu belirleyebilecekleri yeni bir yasama oluşturabilirler. Var olan yasama, egemenin iktidar sorumluluğunu yerine getirememesi ya da görevini terk etmesiyle de son bulabilir. Bu sayede insanlar, dâhil oldukları yasamadan ayrılıp kendilerine yeni bir yasama oluşturabilme hakkını elde ederler. Ayrıca yasamanın ya da prensin, insanların güvenine aykırı hareket etmesi de hükümetin çözülmesine yol açan bir diğer gelişmedir (Locke 2004:177-183). Başkaldırı hakkının kullanılması gerektiğine ya da hükümetin gerekli ödevlerini yerine getirmediğine kim karar verecektir? Bu sorulara Locke: “halk yargıç olmalıdır” ve “en uygun hakem halkın bütünü olabilir” (Locke 2004:199) şeklinde cevap verir. Locke’a göre yeni ya da fetihçiye devlet nasıl kurulur? Eski devlet yıkıldıktan sonra yeni devletin kurulması için halkın onayının alınmış olması şarttır. Fetihçi iktidarı yıkmış ya da boyunduruk altına alınmışsa; bu onun işgal edilen iktidar sınırları içerisindeki herkesin üzerinde iktidar elde edebileceği anlamına gelmez. Fetihçi yalnızca kendisine yardım eden ve onunla uyuşan kimseler üzerinde bir iktidar sahibi olabilir (Locke 2004:148-153). Lock’un Sözleşme Kuramı Perspektifinde Milli Mücadele • 253 Çağdaşı olduğu dönemden canlı bir örnek verir Locke: “Eski Yunan’daki mal sahiplerinin, Yunanlı Hıristiyan altsoylarının uzun süre boyunca altında inlemiş oldukları Türk boyunduruğunu, yapacak güç buldukları takdirde, haklı olarak, söküp atacaklarından kim kuşku duyabilir? Çünkü hiçbir hükümet, özgürce onay vermemiş insanların kendisine itaat edilmesini isteme hakkına sahip olamaz(Locke 2004:161)”. 2. Türkiye Cumhuriyetine Giden Yol: Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı İmparatorluğu; hiç değilse Türk milli varlığının korunması ümidiyle 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştı. İmparatorluk toprakları, bu antlaşmanın açtığı bir takım gedikler ile emperyalist güçlerin tam bir istila sahasına dönüşmüştü. İmparatorluk toprakları tıpkı bir miras sözleşmesi gibi pay ediliyordu. Osmanlı Devleti, sadece I.D.S. ile değil; uzun zamandan beri İmparatorluk tebaasını teşkil eden halkların isyanları ve dış güçlerin saldırılarıyla da büyük topraklar kaybetmişti. Milliyetçilik rüzgârı, çoktan özgür devletleri olmayan milletleri sarsmıştı. Bu yüzden kaybedilen topraklarda kurulan yeni devletler, kendi ırklarına ve dinlerine bağlı olmayan halkları da derhal sürüyordu. Özellikle Balkanlar’dan Anadolu’ya, I. Dünya Savaşı’ndan önce, sadece Yunanistan'ın idaresine giren Trakya, Makedonya ve Epir'den Osmanlı topraklarına 200.000'den fazla Türk göçmeni gelmişti. 1 Anadolu’nun nüfusuna eklenen anavatanından zorla koparılmış birçok göçmenin psikolojisinin 2, geç gelen Türk milliyetçiliğine ne şekilde eklemlenmiş olabileceği burada hatırımızda kalmalıdır. I.D.S.’nın bitimi sonrası başkent İstanbul 13 Kasım 1918’den itibaren işgale başlamıştı. Padişah, işgal güçlerinin en büyük ortağı olan İngilizlerin planlarını benimsemişti. Bu plana göre, saray, İngilizlerin himayesi altında halife ve sultanın kişiliği altında Anadolu ve Arap coğrafyasına sahip bir Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarabilirdi (İnalcık 2009:347). 15 Mayıs 1919’da, imparatorluğun eski bir tebaası olan Yunanistan Krallığı’nın, Türklerin yoğunlukta olduğu Anadolu’nun en büyük şehirlerinden İzmir’i işgal etmesi Türkiye topraklarında milli bir ayaklanmaya yol açmıştı. Yunan işgali, İngiliz politikalarının ikiyüzlülüğünü Padişah’a Bu konuda daha detaylı bilgi ve istatistiki veriler için Sezer Arslan’ın BALKAN SAVAŞLARI SONRASI RUMELİ’DEN TÜRK GÖÇLERİ VE OSMANLI DEVLETİ’NDE İSKÂNLARI yüksek lisans tezine bakılabilir: http://193.255.140.18/Tez/0069688/METIN.pdf 2 Sadece göç edenler açısından değil; İmparatorluğun tebaasını oluşturan azınlıkların, imparatorluk toprakları üzerinde büyük sınırlara sahip özgür devletler kurmaları ve –ileride milli mücadelenin neferleri olacak- ağırlıkla Türk ve Müslüman olan diğer İmparatorluk üyelerinin esaret altına girme psikolojisi için: Falif Rıfkı Atay, Çankaya, S.179. 1 254• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ göstermişti. Bu saldırının ardından memlekette uyanan milli ayaklanma ve sultanın ilhâmâtı 3 ile Mustafa Kemal ardında büyük bir güç bularak Anadolu direncinin bir lideri olmuştur (İnalcık 2009:348-9). İstanbul kesin olarak 16 Mart 1920'de işgal edildi. Ardı sıra işgale karşı durmaya çabalayan Osmanlı Parlamentosu (Meclis-i Mebusan), işgal güçlerinin baskısıyla, 11 Nisan 1920'de resmen kapatıldı. Bu şartlar altında milli irade, parlamenter varlığını devam ettirebilmek için nihayet 23 Nisan 1920’de bir halk meclisi kurarak işgal direnişini örgütlü ve hukuki bir zemine yerleştirdi. Topyekûn bir Anadolu direnişini amaç edinen Büyük Millet Meclisi(BMM) Mondros Mütarekesi’ndeki şartlar gereği Anadolu’nun tamamen işgal altına alınmasına neden olabilirdi. Padişah’ın karşı çıktığı bu gelişme 4 BMM ile İstanbul Hükümeti’ni karşı karşıya getirecektir ve nihayet –çeşitli nedenlerden doğan etmenlerle birlikte- saltanatın kaldırılmasına kolaylık sağlayacaktır (Karpat 2010:48). Hala uyuklayan milli şuura karşı 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması 5 ise tam bir şok etkisi yarattı. Milletin mutlak esareti ve geleceğinin tayini işgal kuvvetlerine bu antlaşma ile teslim edilmiş oluyordu. 3. Locke’un İhtilalci Çağrısı ve Milli Mücadele: Yukarıda Locke’un, var olan hükümeti sona erdiren ve halkı hakemliğe çağırarak, halkın kendi göbeğini gene kendisinin kesmesi hakkını elde ettiğine dair şartlarını izah etmiştik. Milli Mücadele ile mukayese edildiğinde bu şartların harfiyen yerine geldiğinin ve halkın da bizzat –bir takım şartların tetiklemesiyle- kararını vererek nasıl harekete geçtiğine kısmen değindik. Hatta Locke’un, halkın; bizzat en doğru yargıç olduğunu belirtmesi gibi, 3 Padişah, Mustafa Kemal’i İstanbul’dan ayrılmadan önce saraya çağırmış ve “Boğaziçi’nde bulunan İngiliz zırhlılarının saraya müteveccih olan toplarını göstererek, görüyorsun demiş, ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasavvurda tereddüde duçar oluyorum. Ve ellerini kaldırarak, inşallah millet mütenebbih ve mutayyakkız olur, bu vaziyet-i elimeden gerek beni ve gerekse kendisini tahlis eder” (İnalcık 2009:349). 4Kimi tarihçilere göre Padişah milli direnişe gizliden destek veriyordu. 5Antlaşmanın mühim birkaç maddesi için: http://www.tsk.tr/8_TARIHTEN_KESITLER/8_8_Turk_Tarihinde_Onemli_Gunler/sevr_antlasmasi/s evr_antlasmasi.html Lock’un Sözleşme Kuramı Perspektifinde Milli Mücadele • 255 ileride bu sıfata uygun hareket ettiğini biliyoruz. 6 Hükümeti sona erdiren hallerden “bir zafer kazanan yabancı gücün akını”(Locke 2004:177) Milli Mücadeleyi tetikleyen ilk unsurdur. Ayrıca; prensin, insanların güvenine aykırı hareket ettiğini(Locke 2004:183) de görmekteyiz. Bu duruma M. Kemal ışık tutmaktadır: Padişah ve halife olan zât, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükümeti de aynı halde. Farkında olmadığı halde başsız kalmış olan millet, zulmet ve müphemiyet içinde tecelliyâta muntazır(İnan 1999:53). “Yasamanın oluşturulması, toplumun ilk ve temel eylemidir… Biri ya da daha çok sayıda kişi, halk tarafından yasa yapmak üzere atanmamış olduğu halde, yasa yapmaya kalkarlarsa; bu kişiler yetkisiz olarak yasalar yapmış olur ve bu nedenle halk bu yasalara uymakla yükümlü değildir”(Locke 2004:178-9). “Egemen yürütme iktidarına sahip olan kişi bu yükünü ihmal eder ya da terk ederse, henüz yapılmış olan yasalar artık yürürlüğe konamaz”(Locke 2004:182). Bu ilhamla Milli Mücadele hareketinin, İstanbul hükümeti tarafından 16 Mart’tan 7 sonra çıkan bütün yasaları geçersiz ilan etmesi (Zürcher 2004:221) en tabii hakkıdır. Böylece İstanbul hükümetinin çıkardığı yasalarla; kabul ettiği Sevr Antlaşması da yok hükmünde olmuştur. Bu noktadan sonra, “hükümet çözüldüğünde, insanlar kendilerine kendi güvenlikleri ve yararları için en uygun buldukları, kişilerin değişimi ya da biçimin değişimi ya da her ikisinin birden değişimi yoluyla, diğer yasamadan ayrılıp, yeni bir yasama oluşturma özgürlüğündedirler”(Locke 2004:182). Böylece BMM’nin meşruluğu açıklık kazanmaktadır. Geçici bir süre için açılmış, olağanüstü yetkilerle donanmış bir savaş meclisiyle karşı karşıyayız. Ancak, fetih zihniyetinin tam manasıyla tasavvur ettiği dönemle paralellik seyreden; İstanbul hükümetinin BMM’ni tanımayışı ve ona karşı hareket ve söylemlerde Hızlı bir şekilde meclisin kurulmasından sonra Yasama, Yürütme ve Yargı güçleri de bizatihi Meclis’te toplanmıştı. 3 büyük yetkinin tek elde toplanması şüphesiz bir ihtilal meclisi görünümü vermektedir. Locke’un kastettiği ‘yargıçlık’ burada saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet’in ilan edilmesi şeklinde tezahür ettiğini zannediyoruz. 7 16 Mart 1920’de Meclis-i Mebusan’ın İngilizler tarafından kapatılmıştır. 6 256• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ bulunması 8 gibi haller saltanatın kaldırmasına sebebiyet verecektir. Bu yüzden devamlı bir meclisin teşkil etmesi şarttır. Meclisin bütününü oluşturan bir kanaat olmasa da, “halkın büyük kısmını teşkil eden taşra orta sınıfı Milli Mücadele’yi ve onu temsil eden Mustafa Kemal’i desteklemekteydi. Birinci Millet Meclisi(1920-23) de bu grubu temsil etmekteydi 9”(Karpat 2010:48). Bu sayede devamlı surette işleyecek bir halk meclisinin Cumhuriyet’i de ilan ettiğini görüyoruz. SONUÇ John Locke’un sözleşme teorisinde zikrettiği “hükümetin dağılması ve yeni bir hükümetin kurulabilmesi üzerine esasların” adeta Milli Mücadele dönemindeki ulusal tepkinin bir öngörüsü gibi okunabilmesi de mümkündür. Milli Mücadele, topyekûn bilinçli bir halk ayaklanmasının eseri olduğunu iddia edemeyeceğimiz bir harekettir. Keza Locke, toplumun sona ermesi ile hükümetin sona ermesi arasında bir ayrım yapar ve fetihçinin istilası sonucunda toplumun bölünebileceğini de iddia eder(Locke 2004:177-178). Ancak, çalışmanın sınırlılıkları çerçevesinde; ihtilal hareketinin perspektifi ortaya konulmaya çalışıldığından toplum içerisindeki bölünmüşlüklerin yarattığı ayrı bir mücadele sahasına değinilmemiştir. Buna rağmen, fetihçi karşısında bağımsızlık mücadelesi verirken aynı zamanda “salahiyet-i fevkaladeyi haiz”(Güneş 2008:4) heterodoks bir yapıya sahip meclis hükümetini seçimle oluşturan ihtilalci hareketi anlamlandırabilmekteyiz. Cumhuriyet’e geçilen süreci Milli Mücadele sürecinin ardılı olarak anlamlandırma problematiğine değinirsek: kimi tarihçilere göre, Anadolu İhtilali, üçüncü meşrutiyet 10 ya da baştan sona kadar Şevket Süreyya Aydemir’in iddia ettiği gibi sistemli bir Tek Adam inkılabıdır. Bu bakışla değerlendirdiğimizde; bu süreç için her ne kadar Tanzimat Fermanı’ndan bahsi geçen zamana değin reform hareketlerinde belirli bir tarihsel süreklilik Bu tipte karşı duruşlarla İstanbul hükümetinin “insanların güvenine aykırı hareket etmesi(Locke 2004:183)” yurttaşlarının kendisine olan sadakatini büyük oranda sarsmıştır. 9 Bu grubun savaş sonrası ne şekilde seçimlere gittiği ve İkinci Meclis’de çoğunluğu elde ederek Cumhuriyet’i ilan ettiğini görmek açısından: Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, S.128-9. 8 10 Goloğlu, 2010. Lock’un Sözleşme Kuramı Perspektifinde Milli Mücadele • 257 olduğuna kanaat getirsek de; süreklilik içinde bir kopuş 11 kanaati çok daha tutarlı bir bakış olacaktır. Milli Mücadele dönemi, Samet Ağaoğlu’nun işaret ettiği gibi Kuva-yı Milliye Ruhu’nun 12 “müdafa’a ve muhafaza-i hukuki millet ve memleket” adı altında örgütlenerek (İnalcık 2009:347) TBMM’de vücut bulan milli bir devletin doğuşudur. KAYNAKLAR AĞAOĞLU, Samet (2011), Kuva-yı Milliye Ruhu “Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. ARSLAN, Sezer (2008), Balkan Savaşları Sonrası Rumeli’den Türk Göçleri ve Osmanlı Devleti’nde İskânları, Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Edirne. ATAY, F. Rıfkı (2010), Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul. GOLOĞLU, Mahmut (2010), Üçüncü Meşrutiyet, Milli Mücadele Tarihi-3 1920, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. GÜNEŞ, İhsan (2008), Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. İNALCIK, Halil (2009), Doğu Batı Makaleler I, 4.Baskı, Doğu Batı Yayınları, Ankara. İNAN, Arı (1999), Düşünceleriyle Atatürk, 3.Baskı, TTK Basımevi, Ankara. KAHRAMAN, H. Bülent (2010), Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-1, 2.Baskı, Agora Kitaplığı, İstanbul. KARPAT, Kemal (2010), Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul. Hasan Bülent Kahraman’ın Cumhuriyet öncesi ve sonrası dinamikleri derinlikli bir biçimde incelediği eseri Türk Siyaseti’nin Yapısal Analizi-1 kitabında Cumhuriyet’e geçilen süreci; “kopuş içinde süreklilik” değil; kesin ve kesin bir kopuşu öngören ve dayatan “süreklilik içinde bir kopuş” ifadesiyle izah etmektedir. 12 Ağaoğlu, 2011. 11 258• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ LOCKE, John (2004), Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, Çev.: Fahri Bakırcı, Babil Yayıncılık, Ankara. TUNÇAY, Mete (1999), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması 19231931, 3.Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. ZÜRCHER, E. Jan (2004), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 17.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul. ELEKTRONİK KAYNAKLAR ÖZKAYA, Yücel (2011), Ulusal Bağımsızlık Savaşı Boyunca Yararlı ve Zararlı Dernekler, Erişim Tarihi 28.12.2011. IcerikNo=12 http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik& Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 259- 271 Büşra Nuray GENÇER * Neyzen Tevfik'in Şiirlerinde Melametilik Düşüncesinin İzdüşümsel Paradigmaları Izdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer, Ömr-ü fâni gibidir, gün de geçer, dem de geçer, Gam karar eyleyemez, hânde-i hurrem de geçer, Devr-i Şâd-i’de geçer, gussâ-i mâtem de geçer, Gece gündüz yok olur, ân-ı dem, âdem de geçer… Özet Halikarnaslı Bohem şairimiz olarak da bilinen Neyzen Tevfik “Hîç” ve “Azâb-ı Mukaddes” adlı kitaplarında hicivsel anlayışla yazdığı şiirleri sayesinde yaşadığı dönemde ve sonrasında edebiyatımızda adından sıkça söz ettirmiştir. Edebî kişiliği dışında ney çalmadaki ustalığı, bestelenmiş şiirleri ve taş plakları, kendisine hak ettiği ilgiyi yöneltse de Neyzen Tevfik bu ilgiye aynı tonda karşılık vermemiştir. Diğer insanlardan farklı bir anlayışın yansıtıcısı olan Neyzen Tevfik, paraya, makam ve mevki’e bir değer atfetmemiş, kazandıklarını çevresindekilere dağıtmayı seçmiştir. Ayrıca yaşayışındaki bohemlik, alkole olan düşkünlüğü ve bazı davranışlarındaki aşırılığı, kişiliği hakkında olumsuz düşüncelerin ortaya konmasına neden olmuştur. Sunulacak çalışmada, Neyzen Tevfik’in “Hîç” ve “Azâb-ı Mukaddes” adlı kitabında yer alan şiirlerinden yola çıkılarak, şairin Melâmetîliğe ve Melâmîliğe dair izleklerinin izdüşümü olan şiirleri incelenecektir. Sonuç olarak Neyzen Tevfik’in zâhirde görüldüğünün aksine bâtınî suretine yansıyan Hakk’la bütünleştiği ve halkta görülen zıtlıklara sahip olmadığı, bütün riyâ perdelerini yırtıp attığı, şirke bulanıp batmadığı, kendisini “Hîç”e saydığı, kınanmayı hayat anlayışı olarak benimsediği, bütün yaptıklarını zâhirde yaşadığı “Azâb-ı Mukaddes”in bir parçası saydığı ve Melâmetîlik anlayışına bağlanmış bir “ümenâ” olduğu görülecektir. Yüzyıllar öncesinin Melâmîlerinin bırakmış olduğu kültürel belleği kendi nefsine ve yaşadığı hayata kolaylıkla isnat eden Neyzen Tevfik’in, Melametîliğin vâkıf olduğu unsurlarla nasıl bütünleştiği ortaya konularak “melâmet postunu kâl u belâdan (bu yana) seçtiği” de anlaşılacaktır. Anahtar kelimeler: Neyzen Tevfik, Melâmetîlik, Melâmîlik, Tasavvuf. * Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü Doktora Öğrencisi, bsragencer@hotmail.com, 0535 673 68 50. 260• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Şiir dâhil tüm biçemler, kültürel belleği oluşturan sürekliliğin bir parçasıdır. İnsanların varlık nedenlerini sorgulayış biçimlerini, yaşadıkları düzeni, mayalarını akıttıkları bu metinler, geçmişten günümüze kadar özenle bazı esrarları içinde saklamışlardır. Bu esrarlar, göz önünde bulunduğu ve kültürel belleğin bir parçası olduğu halde sadece içsel yaşama işlendiği düşünülmüş, dış dünyaya yansıyan kısmın önemi üzerinde gerekçeli bir şekilde durulmamıştır. Dış dünya ve içinde yaşayan varlıkların tepkileri doğal olarak kendi anlayışlarına ters düşen kural, yaşayış ve kavramlara karşı ön yargıyla yaklaşmak, onları kendilerinden uzaklaştırmak ve çevrelerinde bulanan kişilere de kınayıcı, ayıplayıcı yollu sözler söyleyerek ya da davranışlar göstererek onları da önyargılarının eşsiz dünyasına davet etme amacını içinde taşır. Bazı insanlar doğuştan sahip olduğu özel bir kavrayış sayesinde dış dünyanın yarattığı bu ortamın aksine kendisini özgür bırakarak, yaptığı hareketlerin, benimsediği düşüncelerin kendisi için oluşturduğu bu olumsuz havayı görmezden gelerek, avangard bir yaşam tarzı benimseyebilir. Avangard tavırlarına bakıldığında bu anlayışı hem sadist hem mazoşist şekillerde benimseyen çeşitli insan modellerine de rastlandığı psikolojide de dikkat çeken bir unsurdur. Bizim ele aldığımız insan modelimiz ise “görünürde mazoşist bir yapıyı kendi ruhunu enjekte etmiş olan Neyzen Tevfik”tir. Amacımız Neyzen Tevfik’in şiirlerinden hareketle, “bu yapının aslında kendine zarar verme anlayışından çok öte içsel bir paradigma olan Melâmetîlik anlayışına vardırılarak” olumsuz ve yanlış çağrışımlar açığa çıkartan düşüncelerin doğrularıyla yer değiştirilmesini sağlamaktır. Kavramsal eksikliklerimizin yol açtığı yanlış yorumların Neyzen Tevfik’in görünürde sefil, bohem ve içkiye düşkün olan kalenderane hayatının, içsel manada şiirlerine ve hîçlik boyutuna taşıdığı ilahî duygularla dolu hayatına nasıl yansıdığı Melâmetîlik anlayışı ile aydınlığa kavuşacaktır. Bu doğrultuda izleyeceğimiz yol, Neyzen Tevfik’in sufîyane hayatına göz gezdirdikten sonra, bir mezhepten çok inanç sistemi olan ve yaşama görünmez duvarlarını örmüş melâmet doktrininin usûlleri babında Neyzen Tevfik’in şiirlerini incelemek olacaktır. Neyzen Tevfik'in Şiirlerinde Melametilik Düşüncesinin İzdüşümsel Paradigmaları • 261 1. Halikarnaslı Bohem 1 Neyzen Tevfik Neyzen Tevfik yaratılış bakımından “nev’i şahsına münhasır” olan bir sanatçımızdır. Hicivlik yeteneğinin yanı sıra neyzenliği ve bu kabiliyetinin getirdiği ün ile ülke sınırlarını aşan, kendini herkese hayran bıraktıran Neyzen Tevfik yaşamı boyunca ününün getirdiği maddi getirilerden yararlanma yolunu seçmemiştir. Neyzen Tevfik, yaşamöyküsünü Hîç adlı kitabına aldığı “Tercüme-i Halim”de de şiirsel bir eda ile aktarmıştır. Miladi karşılığı 1789 olarak düşünülen 14 Haziran’da Neyzen Tevfik, Bodrum’da dünyaya gelmiştir. 2 Asıl adı Mehmet Tevfik Kolaylı olan Neyzen Tevfik, annesi Abdurrahman kızı Emine Hanım ve babası Bafralı Kolaylı oğullarından Hafız Hasan Fehmi Efendi’nin üç çocuğundan biridir(Usta, 1985: 11). Çocukluğunun en neşeli ve mutlu dönemlerini Bodrum’da Tepecik yöresinde geçirdiği ise Neyzen Tevfik’in, yıllarca yakasını bırakmayan sara nöbetleri geçirdiği ve bu nöbetler yüzünden eğitimini alamadığı bilinmektedir.(Koca-Açış, 2000: 2) Babasıyla birlikte okuldan eve dönerken karşılaştığı bir linç olayının etkisiyle yakalandığı bu hastalık önüne daima aşılması zor olan engeller çıkarmıştır. Çocukluk yıllarında, Bodrum’un Tepecik yöresindeki bir kahvehanede iki Mevlevî dervişinden duyduğu “ney” sesi, hayatını derinden etkilemiştir. Babası, Tevfik’in “ney”e olan aşırı tutkusunun, eğitimini engelleyeceğini düşünür. Hastalığını tedavi ettirmek ve eğitimine kaldığı yerden devam etmesi için onu, İstanbul’a bazı hocalara okutmaya yollar. Bunun bir faydasının olmadığı anlaşılınca da çok sevdiği ney’ine tekrar kavuşur(Koca-Açış, 2000: 3). Bir süre hiçbir şey yapmayan Tevfik, babasının son umutlarıyla İzmir İdadisine(Lisesine) yazdırılır ancak geçirdiği sara nöbetleri ve sürekli bayılmaları nedeniyle tahsilini yarıda bırakarak eve geri döner. Ardından çok sevdiği “ney”i ile İzmir Mevlevihanesi’ne gider. Dergâha kabul edildikten sonra Şeyh Nurettin Efendi’nin kardeşi Derviş Cemal Bey’den ciddi bir müzik eğitimi alır(Koca-Açış, 2000: 3-4). O yıllarda İzmir Mevlevihanesi, sanat ve ilim sahiplerini bünyesinde toplayan bir yerdir. Dönemin bütün tanınmış sanatçıları, düşünürleri, edebiyatçıları ve şairleri orada toplanmaktadır. Şiir, edebiyat, bilim ve kültür adamlarından Eşrefler, Tokadîzade Şekip’ler, Tevfik Nevzad, Abdülhalim Memduh, Hüseyin Ahmed, Halikarnaslı Bohem adı Şevki Koca ve Murat Açış’ın Neyzen Tevfik Külliyatı çalışmasında kullanılmış bir tabirdir. Biz de çalışmamızı yaparken bu ismi Neyzen Tevfik’e vermeyi uygun gördük. 2 Neyzen Tevfik’in doğum tarihinin 24 Mart 1879 olduğu İhsan Ada’nın Hîç ve Azâb-ı Mukaddes adlı kitabında dikkat çekmektedir. Doğum tarihi konusunda ortak bir karara varılmamıştır. Ancak Alpay Kabacalı, bu durumun hicri takvimin miladi takvime dönüştürülürken hata yapılmasının sonucu olduğunu varsaymaktadır. 1 262• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Bıçakçızade Hakkı, eski Bağdat hâkimi o sırada avukat Bektaşi şeyhi Ruhî Beyler, Ermenaklı Hasan Rüşdü Hocalar, saz üstadı Santo, Tanburî Ali Efendi merhumun arkadaşı meşhur Kemanı Yaşuva, Salomon Elgazi bu tarihî toplulukların başlıca simalarıdır(Kabacalı, 1996: 15). Neyzen Tevfik, girdiği ortama çabucak ayak uydurur ve kendisini geliştirir. Burada kaldığı üç sene içinde ruhunu ve kulağını doldurarak kapabildiği her şeyi adeta yutar. Maddi ve manevi anlamda erişkinlik seviyesinin en üstüne çıkmış olan Neyzen Tevfik, bu gelişimini dikkatle izleyen babası tarafından İstanbul’a eğitim almak için yollanır. Neyzen Tevfik için medrese eğitimin çok boğuk ve anlamsız olduğu anlaşılmaktadır. Bezm-i Elest’te ruhuna vakfeylenen bu âzâde tabiat, Neyzen’i kasvetli medrese odalarından Yenikapı ve Galata Mevlevihanelerine sürükler ve yeni bir arkadaşlığın kapılarını ona açar. Galata Mevlevihanesi’nde tanıdığı “ney” üstadı Bursalı Hafız Emin’in aracılığı ile sonsuz bir sevgi ve dostlukla bağlanacağı Mehmet Akif Ersoy ile tanışır. Mehmet Akif’in yol göstericiliği ile kendisini geliştiren Neyzen Tevfik, kısa zamanda Hersekli Ahmet Hikmet, Tarihçi İbnül Emin Mahmud Kemal, Ahmet Rasim, Halide Edip, Tevfik Fikret gibi aydınlar arasına katılmış, Hacı Arif Efendi, Tamburi Cemil, Udî Nevres gibi musikişinasların samimiyetlerine nail olmuştur. Medrese eğitimini benimseyememesine rağmen Musa Kazım Efendi, Şeyh Vasfi, Şeyh Mustafa Hayri, Nasuhizade’den aldığı eğitimleri de yarım bırakmamıştır (Koca-Açış, 2000: 8). Şair Eşref’ten feyz alığı hürriyet aşkı bu dönemde daha ön plana çıkan Neyzen Tevfik, dönemin İttihat ve Terakki merkezi olan Güneş Kıraathanesi’de boy göstermeye başlar. Hiciv dili de oldukça gelişen Neyzen, içini istediği gibi ortaya dökünce jurnallenir ve tutuklanarak istibdat taraftarlı tarafından mimlenir. İstibdatçılar tarafından fişlenmesi ve tanıdıklarının kendisinden uzaklaşmasıyla birlikte İstanbul’dan uzaklaşma kararı alır ve uzun yıllar kalacağı Mısır’a doğru yola çıkar. Mısır’da geçirdiği uzun yıllar boyunca bohem yaşamından vazgeçmeyen Neyzen burada da bir mağaraya yerleşir ve bir hasır üzerinde yaşar. Öte yandan yaşamını idame ettirebilmek için“ney” dersleri verir. 1908’de İkinci Meşrutiyetin ilânı üzerine Neyzen, ülkesine döner. Önce İzmir’e, arkasından İstanbul’a geçer (Koca-Açış, 2000: 11). Çok geçmeden eski yaşantısına dönen Neyzen Tevfik, bohem yaşamı ve kalenderane anlayışı kendisine yol gösterici olarak benimserken, ünü de giderek artar. Saz ve söz meclislerinin aranılan sanatçısı haline gelir. Neyzen Tevfik'in Şiirlerinde Melametilik Düşüncesinin İzdüşümsel Paradigmaları • 263 İlk şiir kitabı Hiç’i 1919 yılında yayınlanmıştır. İkinci şiir kitabı Azâb-ı Mukaddes, 1924 yılında Hasan Sait Çelebi tarafından iki nüsha halinde çıkarılmıştır(Koca-Açış, 2000: 20). Şiir açısından en verimli dönemlerini yatırıldığı tımarhaneler ve hastanelerde yaşar(Usta, 1985: 33). Bu yıllarda filmlerde oynar ve Bu tarihe kadar birçok beste verip taş plakta doldurur. Nihayet bu “ney ve şiir ustası” 25 Ocak 1953’de yazdığı, “Felsefemde yok ötem, ben çünkü sırr-ı vâhidim Cem-i kesretde yekûnen sıfır-ı mutlak olmuşum Yokluğumla âşikârım, ehl-i Beyt’e âidim. Secdemin şeklideki ismi Muhammed şahidim.” mısralarını ağlayarak okuduğu Celâlettin Server’e “Şahit ol Server, ben şuurlu bir müminim.” dedikten kısa bir müddet sonra, 28 Ocak 1953 yılında saat 13.30’da müzmin bronşitten kurtulamayarak hayata gözlerini yumar(Usta, 1985: 34). Yaşamı boyunca maddi değerlere ülfet etmeyen Neyzen, alkol ve uyuşturucunun ve epilepsinin boyunduruğunda sanatsal üretimini sürdürebilmiş belki de ilk yerli bohemimizdir(Koca-Açış, 2000: 17). Yaşadığı seneler boyunca kaosun içinde kendi kozmosunu yaratan Neyzen’in sanat anlayışı ve şiir dünyası hiç etkilenmemiş ve her bir ilahî darbe ile daha da güçlenmiştir. Şevki Koca ve Murat Açış ise Neyzen’in felsefesini ve sanatını şu şekilde özetler; “Neyzen Tevfik’in özellikle Azab-ı Mukaddes isimli kitabında, Mistisizmin ‘vahdet-i Mevcud’ ilkesini birebir yaşayan nefis yorumlarla sıkça karşılaşırız. Kelimelerin arasına sıkışmış Hurufilik ve Noktavilik gibi, yüksek ebced bilgisi ve tasavvuf kültürü isteyen konulara ait spesifik değerlendirmeleri hem teknik olarak oluşturulması zor, hem de şiir diline montesi bakımından yoğun aruzla yazılmış bilgece çalışmalardır. Neyzen Tevfîk, yetmiş yıl önce Akdeniz kıyılarında doğmuştur; fakat sekiz asır Orta Asya’da, Horasan’da Konya’da, Kırşehir’de dolaşıp eski şamanlardan, ozanlardan evliyalardan nasip almıştır. Eski Hint’ten, Yunan’dan, Çin’den, Mısır’dan ve eski Türk Erenlerinden geçip gelerek şark felsefe sisteminin bütün hususiyetlerini Neyzen’de bulmak mümkündür. Tasavvuf, tenasüh, devir nazariyeleri ve uçsuz bucaksız hiçlik, zaman zaman onun ruhuna kanat fikırtılarıyla hâkim olmuş ankâlardır. Nihayet ömrü boyunca kendi hayatına koymağa muvaffak olduğu mutlak hürriyet bu şiirin örgüsünü teşkil eder. (…) O, ölüm ve yaşamı bir bütün olarak, felsefe ve sanatına yansıtmış bir sanatçıdır. Onda öbür dünyanın uhrevi 264• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ karanlıkları hiçbir zaman görülmez. Ulûhiyet simsarlarının aforozlarına karşılık yürekli bir çıkışı, ömrünce sürdürmüştür.”(Koca-Açış, 2000: 20-21). 2. Neyzen Tevfik’in Şiirlerine Melametîlik Sorunsalı Açısından Derin Bir Bakış İnsanlık tarihi boyunca insanların benimsemiş olduğu, kendi içlerinde kurumsallaşmış ve tasavvufî bakış açısından çok öte bir kavram olan “Melametîlik” yanlış anlaşılmalardan dolayı farklı anlamlarda kullanılagelmiş doktrinler arasındadır. Hicri üçüncü asırdan bu yana melâmet sorunsalına şifahî önlemler dışında kavrayıcı önlemler alınmadığından dolayı melâmetî kelimesi, ayıp ve kusurlu durumları ifade etmek amacıyla olumsuz manalar yüklenip basitleştirilerek kullanılmıştır. Melâmetîlik anlayışını benimsemiş ulvî şahsiyetler ise bilinçli bir şekilde kaynağını Kur’an’dan, Sünnet’ten ve hadislerden alan bu anlayışı içsel yaşayış statüsünde olumsuzlaştırma anlamına gitmişlerdir. Bu kullanımın temelinde, kendi ilkelerinden biri olan “sûret”e değil, “sîret”e bak düşüncesi de yer almaktadır. Melâmet doktrini zühd eksenin çevresinde gelişen fütüvvet anlayışı ile iç içe geçmiş bir inanç sistemidir. Melâmiliğe bağlanan kimse nefsini terbiye için birçok adap ve erkâna saygı göstermek, nefsini inkâr edercesine ezmek, bütün beşeri sıfatlardan kendini azletmek, içindeki riya kapısını sonsuza dek karanlıklar içinde bırakıp ışık geçirmeyecek şekilde kapatmak hatta kökünden yok etmek zorundadır. Tasavvufî telakkileri ile zühd anlayışının gitgide şekillenmesi sonucunda yeni imareler belirmiştir. Sâlikin bağlı olduğu dünyevi göstergelerden arınma gerektiren anlayışlar, daha dünyevî bir hale gelerek tarikat ehillerinin içlerine yerleşmeye başlamıştır. Sade ve sıradan yaşamayı benimseyip, Allah’a yönelimi düşündürmek, fakr, rıza, ihlâs, murakebe içinde bulunmayı içlerine sindirmek için bu tür makamları daha içten yaşamak için giyilen hırkâ, destâr ya da postlar bile bir süre sonra gururu okşayacak üstünlük payelerinin göstergesi haline dönüşmüştür. Abdülbaki Gölpınarlı ve Ali Bolat’ın günümüzde Melâmetî sorunsalını aydınlığa kavuşturacak nitelikteki eserlerinde, Sülemî’den bu zamana kadar gelen Melâmîliğin, zühd anlayışını yanlış manada angaje etmeye çalışan bütün göstergelerden temizlenerek, levm Neyzen Tevfik'in Şiirlerinde Melametilik Düşüncesinin İzdüşümsel Paradigmaları • 265 kelimesinin geçtiği Kur’an ayetlerine dayanak gösterildiği 3, kınayanların kınamalarına aldırış etmeksizin hatta kınayanların dikkatlerini üstlerine çekip ve şaha kalkan nefsin kişiyi ele geçirmesini engellemesi esasının kabul edildiği içsel süreci durağanlıktan çıkarma amacı öne sürülür. Bolat’a göre Melâmiliğin ne olduğundan çok ne olmadığı önemlidir. Çünkü melâmetînin taşımaması gereken sıfatlar, taşıması gereken sıfatlardan; terk etmesi gereken fiiller terk etmemesi gerekenlerden daha fazla bir önceliğe sahiptir(Bolat, 2011: 170). Melâmetînin ibadetini, takvasını, zahitliğini, abidliğini, âlimliğini ve diğer hâllerini açığa vurmaması icap etmektedir. Onun için melâmî, ihlâstan bahsedeceğine daha fazla onun zıddı riyâ aleyhine söz söyler; fâzilet ve kemâlden bahsedeceğine kötülükleri zemmetmeyi tercih eder, nefsini doğrulatacak ve yola getirecek işlerle meşgul olmaktan ziyade nefsini itham ve tahkir etmekle, onun bütün arzularına karşı gelmekle meşgul olur(Harmancı, 2011: 121). Melâmeti, Allah ile arasında olan her şeyin bir sır olduğuna inanır ve bunu herkesten saklamak için çaba sarf eder. Halk tarafından övülmeye yarayan hâlleri izhâr etmemek ve kendisine bahşedilmiş sırları açığa çıkarmamak için halk arasına karışır. Halktan biriymiş gibi davranır ya da halk tarafından kınanmasını sağlayacak nefsini töhmet altında bırakacak hareketlerde bulunur(Bolat, 2011: 173-175). Bu inanç sisteminin yüzyıllar boyunca fütüvvet kurumunun içinde kemikleşmesi, dejenere olmuş Kalenderî zümresinin sınırı aşan davranışlar ile bu inanç sistemini kendisine yakın bularak melâmetîliğin kisvesine bürünmesi düşüncesiyle, Melâmetîlik bir mezhep ve meşrep taassubunun malzemesi kılınmaya çalışmış, güncel siyasete alet edilmek istenmiştir. Melâmetîliğin içinde bulunduğu bu duruma bakıldığında, bu inanç sistemine gerçekten sahip olanlar ile “-mış” gibi yapanlar arasındaki fark anlaşılamamaktadır. Melâmetîliğe gerçek anlamda sahip olan önemli şahsiyetlerden birisi de Neyzen Tevfik’tir. Doğduğu andan itibaren bu inanç sisteminin bir parçası olan Neyzen Tevfik araştırmacıların yanlış kanılarda bulunması nedeniyle sessiz bir hiçlik anlayışına gömülmek istenmiştir. Yaşadığı bütün kötü olaylara rağmen bir kere bile gerçek anlamda Yaratıcısına 3 “(…) onlar Allah yolunda savaşırlar, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar”(Maide, 54) - “yemin ederim (gafletten uyanıp günahına karşı) kendini çokça kınayan o nefse”(Kıyamet, 75) ayetlerini delil gösteren melâmîler, melâmet kavramını bu şekilde kutsal bir temele oturtmuşlardır. 266• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ şikâyette bulunmadığı ve kendini bilmeyi reddedişi eserlerine verdiği isimlerden de bellidir. Hîç ve Azâbı-ı Mukaddes… Hîç adlı şiir kitabı şairin ilk şiir kitabı olması bakımından ziyade içindeki melâmetilik kıvılcımlarını bize göstermesi bakımından çok değerli bir kaynaktır. Melâmetîliğin Ali Bolat’ın kitabında sayılan usûllerinin çoğunu içinde barındırması da bizim için bir anlam atfetmektedir. Neyzen Tevfik, bu eserinde, fakr, tevekkül, şükr, murakabe gibi başlıca ilkeleri sesli olarak hiç çekinmeden telaffuz etmeye başlar. Kitabının başında tasavvufun, melâmîliğin ve zühdlüğün odak noktası olan ‘fakr’ın ve Allah’a olan kavuşma ümidini bu eşsiz isimlerden başka hangi sıfatlarla daha güzel karşılanabileceğini anlatır bize şu sözleriyle; “Bugün kırk yaşındayım. Olduğum gibi görünmekteki metanet ve rasanetime delil-i kati ve bürhan-ı celi sebatsızlıktaki sebatımdır. Bazen de ahval-i zamana, eyyam-ı devrana uymak için yani: göründüğüm gibi olmak hevesine her ne kadar temayül ettimse de o kisve-i izafiyeyi bir türlü taşıyamadım. Giran geldi. Esasen ne lüzumu var. “Neyzen Tevfik” sazı ile sözü ile duzı ile seyyar bir ibret-i mücessemedir.(…) Evet, işte: ben de kendimi ancak o kadar anlayabildim. Yalnız: “Hâke düşmüş bir cevher” kaydını silmek şartıyla!.. Hazret-i üstadın bu fırçasındaki kudret-i sanat, elvan-ı rengârenk Hiç’i okuyanlara beni olduğum gibi gösterebilir. Ey kariîn-i muhtereme! İçinizden işine gelenler beni hoş görsünler. Zaten: Hîç’ten ne beklenir? Tabi pinhan çi zenem taşt-ı men ez-bam üftad Küs-i rüsuayı-i ma der ser-i bazar zedend (Leğenim damdan düştü, rezilliğimin davulunu pazarbaşlarında çalıyorlar, artık gizli davul çalmama ne lüzum var?)”(Tevfik, 2011: 4-5). Neyzen Tevfik, kendi rezilliğinin farkındadır. Yaşayışının ayıplanması, insanlar tarafından kınanması, nefsini hor görüp ondan utanarak mutlak anlamda Hakk’a yöneldiğini daha iyi anlatmak için dizelerine daha içten bir şekilde sığınır. Zaman geçmektedir. Neyzen’e göre ömür bir çerağ gibi alev almış, tutuşmuştur. Zıtlıklarla dolu hayat iç içe geçmiştir. Neyzen’in bakış açısının olumsuzluğu şiirlerine yansır. Kötüye yönelik de olsa her şey iyiliği Neyzen Tevfik'in Şiirlerinde Melametilik Düşüncesinin İzdüşümsel Paradigmaları • 267 içine alır. Kullandığı kavramları birbirinden ayırmaz. Bir melâmet ehli için hüsn-ü edeb ile vakti halka karşı korumak, açıklanması gerekenler hariç zâhir olan hâlleri gizlemek, hüsn-ü müşahade ile kalbi Allah ile muhafaza önem addeden usullerdendir(Bolat, 2011:194-202). Neyzen Tevfik, fakr u zaruret içinde anlatır gömüldüğü hiçliğin karanlığını. Onun için ilim, fikir, servet ve zenginlik bir hiçten ibarettir. Elinde kuru bir ney ve ah û zârın eşliğinde içtiği mey kalmıştır; “Bugün ki yirmi yıl oldu, zavallı bak hâlâ Bulur cehalet-i mekşûfesinde hak u zekâ. Ne ilm ü fikr ü maarif, ne servet ü sâmân, Elinde bir kuru ney kaldı âh u meyle hemân! Onun terâcim-i hâli şu yirmi yıllık ömür, Şu dâstân-ı hayatı ki hîçîye gömülür.” (Tevfik, 2011: 75). Bununla birlikte malın, mülkün, rütbenin de meftûnu olmamıştır. Hepsinin bir kalemde üstünü çizivermiştir. Bu durum dünyevî olan hiçbir şeye yüz sürmediğinin açık bir kanıtıyken kendine üstâd olarak bellediklerini bir bir sıralar; “Neyim, meyim ile Bektaş, Cenab-ı Mevlana, Zahir-i saltanatımdır Muhammed, Âl-i Aba, Bu Neyzen'e göre yoktur o mâsivâ vü sivâ, Vatan dedikleri gurbette bî-kesim amma, Peri-i sanata malik fakir-i hicranım.”(Tevfik, 2010: 114). Kendisini kınayan kişilere de aldırış etmez. “Bir insan hayatı boyunca fakr içinde yaşar ve ölüm gününde de melâmîlere göre bu hâli arz etmelidir.”(Bolat, 2011: 216). “Bu gamm-abadı gördükçe der ü divar-ı pür-surah Yıkılmış rahnedar olmuş sakın zannetme mihmanım Bela-yı dehre karşı eyleyip temkinimi tahsin Dehan-ı hayret açmış şeş cihetten beyt-i ahzanım”(Tevfik, 2011: 13). 268• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Zühdlüğün kapısının anahtarı olan tevekkülü, melâmetîler de benimsemiştir. Kadere rıza göstermek, çalışarak Allah’ın takdirini kazanmak melâmet erkânının uydukları başlıca esaslardan biridir. Zor durumda olduğu zamanlarda hep içinde taşıdığı inanca sarılır. Hâlinden şikâyet etmez. Hastalıklar, ayrılıklar yaşamasına rağmen tek dediği şey sabırdır. Tevekküldür; “Kavuştu âşık-ı şeyda o yâr-ı cana yine; Şikâyet etmemeli; kim giderse bildiğine, Azimetin hemen aynı bu yoldaki avdet, Cenab-ı Şâfi-i Mutlak, iade-i sıhhat İçin irade buyurmuş ki Hâlik-ül icad, Onun elinde hayat u memat-ı ‘istidad’”(Tevfik,2011: 68). “Kuvvet-i mevcudeni cem et, zaferden ol emin, Sonra hakka kıl tevekkül, çünkü etrafın metin”(Tevfik, 2011: 79). Bir süre sonra artık içindeki hiçlik dışarı taşar, sel olur akar, önüne geleni yıkar. Öyle bir inanç vardır ki içinde şimşek gibi çakar. Alev gibi yakar. Öyle bir umman vardır ki yüreğinde yüreğine geleni nefs-i emmâre’yi hiçe sayar. Yazdığı “Sahne-i ömrümden nefs-i emmareye hitabım” adlı şiir içinde küfürler mevcut olduğundan bu konuda bilgisi olmayan kişiler tarafından mantık dışı yorumlara maruz kalmıştır. Söylenenlerin “Mevcûd-ı Mutlak”a yöneltildiğini sanıp Neyzen Tevfik’i Allah’a şirk koşup, O’na isyan etmekle suçlamışlardır. Oysa Neyzen, ettiği her küfür ile nefs-i emmâresini temizlemektedir kendince. Onu kötülemekte, aşağılamakta ve onu hor görmektedir. Adeta sözleriyle nefsini yerin dibine geçirmektedir. “Nefs-i emmâre” herkesin sahip olduğu bir nefis türüdür. Arınmadığı için hep kötülüğü emreder. O kötülüğü emrettikçe Neyzen’de ona küfreder; “Feleğin uğradımsa vartasına, ...yım ağzının ta ortasına; Bunu yazsın cihan da hartasına; Kıtaat u bihârını ...yim!” (Tevfik,2011: 49). Neyzen Tevfik'in Şiirlerinde Melametilik Düşüncesinin İzdüşümsel Paradigmaları • 269 Neyzen kulluğunun acziyetinin farkına varmıştır. İsyanının son deminde hicvin de yardımıyla çevresindekileri daha da kışkırtacak söylemlere yer verir. Aslında sırr insanın içindedir; “Neve-i vâhideyle sırr-ı vücud, Kendine kılmış âdemi bürhan. Cismi ruha nikab-ı râz etmiş, Bu nikâhın içinde kalb-i nihan.”( Tevfik, 2010: 108). Ezeli de, ebedi de çoktan geçmiştir ten kafesi. Aşkı ruhuna sinmiştir. Gururunu teraneye benzetir. Onun bir hiçe ait olduğunu, ilim irfânının sadece bir makam olduğunu söyler. O acz-i beşerdir. Nefsini ezdikçe ezer, yok eder. “İbret aldım, okudunsa şu yaman dünyadan, Nefsini kurtara gör masyâd-ı ma fihâdan. Niyyet-i hilkati bul aşk-ı cihan-ârâdan, Önü yoktan, sonu boktan, bu kuru davadan Utanır gayret-i gufranla cehennem de geçer.”( Tevfik, 2010: 117). Neyzen ilm ile değil, hâl ile hâllenmiştir, fenâ makamına yol almıştır. Yakılmıştır, yıkılmıştır; “Yaktı, yıktı bu Neyzen’i haşyet, Beni aczim ve aczimi hayret. Aşk u hicranla ettim ünsiyet, Kendini bilmemek imiş irfan.” ( Tevfik, 2010: 109). Bütün “varidâtları” (Yılmaz, 2009: 267)aşmıştır. Ve vahdet’e ulaşmaya az kalmıştır. Dinle der Neyzen dinle; “Niyet-i hilkati düstur-ı tabiat bilelim, Aşka iman ederek fırsatı cennet bilelim, Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat bilelim, Marifet, kendimizi maksad-ı vahdet bilelim, 270• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kurb-ı memnuası yoktur bu nihal-i İrem'in” ( Tevfik, 2010: 116) Artık onu kimse tutamaz. Bezm-i Elest’e salmıştır ruhunu. Ait olduğu yere; “Vadi-i hayretteyim, ummanı acze dalmışım, Ben bu sonsuzlukla serhadd-ı fenada kalmışım. Fazl-ı Yezdan devletinde fakr ile ün salmışım, Nağme-i aşk-ı ilahiden işaret almışım, Her tecelli Muhkemât olmuş, görünmüştür bana. Cebr ile tatbik eder Neyzen kader ahkâmını, Hal diliyle söyler eşya cümle-i ifhâmını, Hırz edindim sakinin son cürâ-i ikramını, İçtiğim günden beri pîr-i mugânın câmını, İlm-i sûrî türrehât olmuş, görünmüştür bana.” ( Tevfik, 2010: 121). SONUÇ Yıllar önce Akdeniz kıyılarında doğan fakat sekiz asırdan bu yana Orta Asya’da, Horasan’da Konya’da, Kırşehir’de dolaşıp eski şamanlardan, ozanlardan evliyalardan el alan Neyzen Tevfik, Eski Hint’ten, Yunan’dan Çin’den, Mısır’dan ve eski Türk Erenlerinden geçip gelerek Melâmetîlik sisteminin bütün hususiyetlerini içselleştirmiş ve şiirlerine yansıtmıştır. Hicvin insanlar tarafından kınanmaya meyleden iğneleyici dilinden yararlanarak kendince kınanma yollarını açık tutmuş ve ilim irfân erbâbları arasında kendini gizlemesini iyi bilmiştir. Neyzen, sözlerinde varlığını ispat etmeye çalıştığını, Cenâb-ı Mutlak’a kafa tuttuğunu hatta küfre kadar gittiğini düşündürse de bu durumun iyi düşünülmüş bu mizansen olduğu çok açıktır. Bu mizansen Neyzen Tevfik’in arkasına gizlenebileceği bir dekor vazifesi görmüştür. Bohem hayatı ve acziyetle dolu yaşantısı, sert hicivleriyle bir zühdün yaşantısının aksi halini yansıtsa da şiirlerini bir tür mimesis olarak düşünebileceğimiz açıktır. Şiirlerinde kullandığı tasavvufî kavramların anlamları Neyzen Tevfik’in durumunu farklılaştırmıştır. Aslında sözlerinin arka planında bir melâmet ehli olduğunu açıkça vurgulamaktadır. Neyzen Tevfik'in Şiirlerinde Melametilik Düşüncesinin İzdüşümsel Paradigmaları • 271 Fakrı, murakabeyi, ihlâsı aşan “Vahdet-i Vücûd”a yani sırra ulaşan Neyzen Tevfik’in bir melâmî olduğunun en büyük delili yine kendi sözlerinde saklıdır; “Sû-i tedbirimle yâhu, öyle boklaştı işim, Ağzıma sıçtı felek, hem de ... di geçmişim. Serseridir defter-i isyanımın serlâvhası, Ben melâmet postunu kaalü beladan seçmişim...” KAYNAKÇA Bolat, Ali (2011). Bir Tasavvuf Okulu olarak Melâmetîlik. İstanbul: İnsan Yayınları. Harmancı, M. Esat (2011). “Fütüvvet-Melâmet İlişkisi”. Alevîlik raştırmaları Dergisi, 2: 117124. Kabacalı, Alpay (1996). Neyzen Tevfik “Hayatı, Kişiliği, Şiirleri”. İstanbul: Özgür Yayınları. Koca, Şevki ve Murat Açış (2000). Halikarnaslı Bohem Neyzen Tevfik Külliyatı. İstanbul: Nazenin Kültür Yayınları. Neyzen Tevfik (2011). “Azâb-ı Mukaddes.” Haz: İhsan Ada. İstanbul: Kapı Yayınları. Neyzen Tevfik (2011). “Hiç”. Haz. İhsan Ada. İstanbul: Kapı Yayınları. Yılmaz, H. Kâmil (2009). Tasavvuf ve Tarîkatlar. İstanbul: Ensar Yayınları.